23 Ocak 2010
Benim için Ermeni soykırımının tarihsel bir gerçek olduğu şüphe götürmez. Türk yetkililer bu gerçeği hâlâ reddediyor. Doğrulanmış tarihsel olayların inkârı tüm dinlerin gerektirdiği entelektüel dürüstlüğe aykırı. İnkâr İslami ilkeler ve insani vicdanla örtüşmüyor
İslami araştırmalar profesörü Tarık Ramazan’ın ‘Ermeni soykırımı’ konusundaki çağrısı:
Fransa’da yaşayan Ermenilerin en önemli yayın kuruluşlarından sayılan Nouvelles d’Armenie (Ermenistan’dan Haberler) dergisinin genel yayın yönetmeni olan eski ASALA lideri Ara Toranyan’ın, Oxford Üniversitesi’nde ders veren ve görüşleriyle Avrupa‘da tartışma yaratan İslami araştırmalar profesörü Tarık Ramazan’la söyleşisi:
Ermeni soykırımını biliyor musunuz ve tanıyor musunuz?
Biliyorum ve tanıyorum. Benim için Ermeni soykırımının tarihsel gerçekliği hiçbir zaman şüpheli olmadı. Ve bu bağlamda bizzat Türkiye’de de, bazı şeyler yavaş yavaş dönüşmeye başlıyor gibi geliyor bana. Her ne kadar bugünkü yönetim tarafından tanınma evresinde olmasa da, dosyayı biraz ilerleten
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun formüle ettiği düşüncede belli bir dönüşüm kendini gösteriyor. Türkiye’de giderek daha fazla gücün bu çatlağı aşmayı isteyeceğine ve gerçek bir uzlaşmayı başlatacağına inanıyorum. Kendimi bu perspektifte konumlandırıyorum.
Bugünkü Türk yönetiminden kişilerle karşılaşma fırsatınız oldu mu?
Çoğunu tanıyorum.
Ilımlı olarak tarif edilen İslamcılıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer kişileri dikkate alacak olursak, ki ilk sırada Başbakan Tayyip Erdoğan yer alır, onların son 20 yıl boyunca muazzam derecede değiştiğini görürüz. Hatta bazı yorumcular onların artık İslamcı olmadığını sanıyor. Bana göreyse İslami referans onlar için hâlâ son derece önemli. Türkiye’nin tarihine bağlı baskıları ve ordunun siyasi oyunda her zaman ağırlığının bulunduğu olgusunu hesaba katmak gerekiyor. Bugünkü Türk yönetiminin önceliklerini yeniden belirleme ve yeniden düşünme sürecinde hukuk devletine doğru yol alma veya çürümeye karşı mücadele isteği gibi bazı çok ilginç şeylerin yer aldığını düşünüyorum. Avrupa’ya yönelik duruşları, yani çoğunluğu Müslüman olan toplumlarının İslami karakteri üzerinden değil de ilkeler üzerinden yargılanmayı istemeleri iyi bir şey. Şimdi değişikliklerin çok daha hızlı ve daha şeffaf bir biçimde hayata geçirilmesini umalım. Bununla birlikte, bu ülkenin uluslararası ilişkilerinde yüzleşmek zorunda olduğu zorlukları (Avrupa’yla müzakerelerde seyreden zorlukları saymasak bile, ABD’yle ilişkiler, İsrail’le gerilimler, Müslüman dünyayla bağlar) hesaba katarsak işleri bana karmaşık gözüküyor.
Bir Müslüman olarak kendinizi inkârcılığa göre nasıl konumlandırıyorsunuz? Bu düşünce tarzı size sıkıntı veriyor mu, sizi engelliyor mu? Türk yöneticilerin bu cinayet karşısındaki tutumlarını anlayabiliyor musunuz? Sizce kendi halklarını bilgisizlik ve inkâr hali içinde tutmaları hoşgörülebilir mi?
Öncelikle tarihsel olayları inkâra dayanan bütün tutumların kabul edilemez olduğunu ve geri teptiğini düşünüyorum. Kullanılan terimlere her zaman çok dikkat ediyorum. İnkârcılığa fazladan anlamlar yükleniyor, fakat yöneticilerin tarihi gerçeği reddetmekte ısrar etmeleri ve bir katliamı, bir soykırımı kabullenmemeleri sorunlu. Tartışmayı tıkamak benim alışkanlıklarımdan değil. Ama burada söylenmesi gereken bir şey var. Bir yanda “Tarihle ilgili tartışma açılmalıdır” deniyor, diğer yandaysa kanıtlanmış olan gerçeklerin olmadığı söyleniyor. Sorumluları ve nedenleri tartışmak başka bir şeydir, ama bunun
fiilen ve tarihsel olarak bir soykırım olduğu gerçeğini inkâr edemeyiz.
Ermeni soykırımının inkârı sizin dininizin ilkelerine aykırı değil mi?
Doğrulanmış tarihsel olayların inkârı tüm dinlerin gerektirdiği entelektüel
dürüstlüğe aykırıdır. İnkâr benim dinimin ilkelerine ve insani vicdana aykırıdır. Olayları yadsıyamayız. Mevcut Türk yöneticilerinin belli bir kısmının olaylarla kendi yorumları arasında bir ayrım kurduklarını duydum. Birileri onlarla konuyu tartıştığında, doğrudan soykırımın ne olduğunu inkâr ederek kapanmak yerine tarihi gerçeklikle ilgili tartışma açmaya daha yakın olduklarını söylüyorlar. Doğru, aralarından bazıları terimin sorunlu olduğunu belirterek soykırım kavramını dahi eleştiriyor. Bu noktada kendimizi nedenselliklerden ziyade yorumlar üzerine bir tartışmanın içinde buluyoruz. Böyle olunca da,
nsana dokunan her alanda olduğu gibi bu alanda da hiçbir şey kapanmaz. Konunun bu şekilde ele alınması, benim için ne olguları ne de tarihsel olarak yaşananları inkârı haklı gösterir.
Türk olsun olmasın İslami otoritelerin Ermeni-Türk uzlaşmasında bir rol oynayabileceğini düşünüyor musunuz?
Evet, Müslüman otoriteler bunu yapmalı. Fakat siyasi yetkililer de aynı şekilde buna girişmeli. Türkiye’de çok sayıda siyasi aktör böyle bir yurttaşlık bilincine sahip. Bu durumdan çıkmayı ve gerçek bir uzlaşma kampanyası ortaya çıkarmayı diliyorlar. Gerçekte benim için asıl önemli olan tarihi yeniden eleyerek suçluları aramak değil, daha çok bir gelecek vizyonu ortaya koymaktır. Bu, tarihin yaptığını üstlenmek ve geleceğin farklı şekilde kurulabilmesi için bir uzlaşma inşa etmektir. İşte beni ilgilendiren budur. Tarih, bizi sorumlu olmaya dönüştürdüğü sürece beni ilgilendirir, bizi zincire vurduğu ve kimimizi suçlu kimimizi kurban olarak konumlandırdığında değil. Ben sömürgeleştirme ve anti-Semitizmle ilgili de böyle düşünüyorum. Yahudi katliamı bugün en ufak bir şüphe taşımıyor. Ama bugün anti-Semitizm’in geri dönüşüne karşı mücadele adına ne yapılıyor? Yeni soykırımlardan kaçınmak için nasıl örgütleniyoruz? Temel bir tarihsel yaklaşım daha söz konusu; bu yaklaşım bizim kendimizi dönüştürmemize, bir uzlaşma sürecine girmemize müsaade ediyor. Bu, bana mümkün görünüyor. Bir kez daha dünyanın Müslüman otoriteleri bunun için kullanılabilir, Türk sivil toplumu buna girişebilir, sizin gibi aktörler buna katılabilir. Ne istediğimizi ve tarihin bu anını açarak neyi gerçekleştirme arayışında olduğumuzu açıkça belirleyebildiğimiz andan itibaren...
İran cumhurbaşkanının 2. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi Soykırımı’yla ilgili açıklamalarına da aynı şekilde eleştirel yaklaşıyor musunuz?
Elbette. Ben İran’daki konferansı da, o dönemde neler yaşandığı ve kaç kişinin öldüğüyle ilgili açıklamaları da eleştirdim. Bütün bunlar benim için katlanılabilir
değil ve kınanmalı. Yahudi halkının, özellikle de Avrupalı Yahudiler’in acılarının tanınması benim için tartışma götürmez. Şimdi bir kez daha bu tartışmayı genel olarak İsrail’in politakalarından ayırıyorum. Eğer sorunları sıraya koymak gerekirse, gerçeğin tanınması hiçbir şekilde tartışma konusu olamaz.
Avrupa’ya gelecek olursak; İsviçre’deki minare referandumu karşısında neler hissettiniz?
Hepimiz sonuç karşısında çok şaşırdık. İşin zorlu tarafı, referandumun İsviçre toplumundaki gerçek korkuları açığa çıkarması gerçeği oldu. Bu korkuları dinlemek, onlara saygı göstermek ve aynı zamanda çok daha derin bir biçimde cevap vermek gerekiyor. Bu açıdan İsviçre, Avrupa evreninde bir istisna değil. Kendimizi korkunun beslendiği pekçok ortamda buluyoruz. Müslümanlar halkların korkusuna saygı duymalı.
Fakat Avrupa’nın tüm bilinçli siyasi güçleriyle el ele verip, bunların popülist partiler ve aşırı sağ tarafından kullanılmasına karşı da mücadele etmeli.
Peki Fransa’da Eric Besson tarafından ortaya atılan ulusal kimlik tartışması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bu tartışmanın sanki ‘stratejik bir dikkatsizlik’ işlevi var. Yani, gerçek sorunları konuşmuyoruz. Bugün Fransa’da milli kimlik tartışması bana göre hiç de önemli görünmüyor. Mesele hakiki sosyal adalet, hukukun eşitlikçi tarzda doğru olarak uygulamasıdır. Laiklik hakkında, açık ve eşitlikçi bir çerçeve içinde konuşmamız gerekiyor. Herkes bu ilkeyi kabul ediyor. Fakat herkese eşit olarak uygulanmasında sorun yaşanıyor. Ayrımcılık bugün her yerde ve gerçek sorunlar sosyo-ekonomik olanlar: İster Arap, ister siyah, ister Müslüman olun, iş bulmak hâlâ zor.