20 Nisan 2014
Yeni çıkan kitabı “Tehlikeli Temayüller”le ilgili olarak Agos’a konuşan yazar Perihan Mağden, “Türkiye söz konusu olduğunda ‘banallik’ çok önemli bir kavram. Banallik Türkçeye ‘sıradanlık’ olarak çevrildi ama bence tam karşılamıyor. Banal kelimesi Türklük hallerini çok güzel karşılıyor. Soykırımı reddetme utanmazlığının da bu banallikle ilgili olduğunu düşünüyorum” dedi.
Mağden, “Aslında bu konuda en güzel sözü kızım söyledi: Bir şeye çok öfkelenmiştim, “Neden bunu anlamıyorlar, neden görmüyorlar?” diye bağırıyordum. Kızım; “Anne, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeyen, görmek istemeyen insanlardan ne bekliyorsun?” dedi. Hakikaten bu gerçeği reddeden bir milletin çocuklarından ne bekleyebiliriz?” diye konuştu.
Agos gazetesinden Ferda Balancar, yeni kitabı “Tehlikeli Temayüller” ile okuyucularıyla buluşan Perihan Mağden ile konuştu.
Ferda Balancar’ın Perihan Mağden ile yaptığı söyleşi şöyle:
Yüzleşememe deyince akıllara 1915 geliyor. Türkiye’nin ‘yüzleşememe macerası’nda Ermeni Soykırımı’nın yeri nedir?
Kitapta Hannah Arendt’in kötülüğün banalliği kavramını çok sık kullandım. Türkiye söz konusu olduğunda ‘banallik’ çok önemli bir kavram. Banallik Türkçeye ‘sıradanlık’ olarak çevrildi ama bence tam karşılamıyor. Banal kelimesi Türklük hallerini çok güzel karşılıyor. Soykırımı reddetme utanmazlığının da bu banallikle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aslında bu konuda en güzel sözü kızım söyledi: Bir şeye çok öfkelenmiştim, “Neden bunu anlamıyorlar, neden görmüyorlar?” diye bağırıyordum. Kızım; “Anne, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeyen, görmek istemeyen insanlardan ne bekliyorsun?” dedi. Hakikaten bu gerçeği reddeden bir milletin çocuklarından ne bekleyebiliriz? Sokağın ortasında bir ceset yatıyor ve biz arabamızla üstünden geçiyoruz sanki… Biz o cesedi gömüp, yasını tutup, yüzleşmediğimiz sürece, şuradan şuraya gidemeyiz. Türkiye’nin yüzleşememe sorununda her zaman düşündüğüm bir meseledir ‘soykırımın reddi’.
2015’ten ne bekliyorsunuz? 100. yılında Türkiye, Ermeni Soykırımı ile yüzleşebilecek mi?
Bence daha kötüye gidiyoruz. Bence AKP’liler de Kemalistler de ikisi de birbirilerinin içindeki en kötü tarafları ortaya çıkardılar ve olduklarından daha kötü bir noktaya gittiler. Her iki kesimde de nefret ve kin izleri daha da büyüdü. O yüzden böyle bir yüzleşmeyi mümkün görmüyorum. Her iki kesim de bir felsefi zelzele ya da algı depremi yaşamazsa böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ermeni meselesi bizim hayatımızdaki çok önemli bir kara delik. Bu deliği kapamadığımız sürece yol alamayız. Önümüzde ruhsal olarak bir çukur var.
Yazılardan birinin başlığı ‘Dırdırlanma Geleneği/İsyan Eksikliği’. Gezi, yazıda vurguladığınız ‘isyan eksikliği’nin sonu mu, yoksa zaman içinde ‘dırdırlanma geleneği’ne teslim mi olundu?
Bence Gezi dırdırlanmaya dönüşmedi, zira netice aldı. O AVM, Gezi Parkı’na dikilemedi. Gezi, bir şehir kalkışmasıydı ve ilkti. Gezi’ye önce mesafeli yaklaştım. Cumhuriyet mitinglerinin simülasyonu mu olacak endişesi duydum. Özellikle ortaya çıkan bayraklar bende bu endişeyi yarattı. Ama zaman içinde çok farklı kesimlerin muhalif bir sesin ortaklığında buluştuğunu gördüm. AK Parti hiçbir demokratikleşme vaadini tutmadığı gibi, diktatörlük yolunda ciddi adımlar da attı. Buna karşı tepki çok önemliydi. Gezi’nin önemi de burada.
AK Partililerin Gezi karşısındaki tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Başbakan Erdoğan ‘istiklal savaşı’ söylemini pompaladı. Ama asıl korkunç olan makul bulduğumuz insanların bile bu söylemi kullanması. Mesela Etyen Mahçupyan bir süre önce ‘AK Parti istiklal savaşı veriyor’ dedi. Beni Başbakan’ın sözlerinden çok bu tür tutumlar dehşet içinde bırakıyor.
Siz de yakın zamana dek AK Parti’ye karşı olumlu bir tutum içindeydiniz. Ne zaman farklı düşünmeye başladınız?
Ben aslında son zamanlara kadar AK Parti’nin içinden bir muhalefet hareketi çıkacağını düşünüyordum. Sonuçta AK Parti’yi kuranlar, babaları Erbakan’a bayrak açmış bir kitle. Şimdi Erdoğan’a karşı hiç ses çıkarmıyor olmaları ise Erdoğan ile tam bir özdeşleşme içinde olduklarını gösteriyor. AK Partililer, batmakta olan Titanik gemisinde birbirlerine yapışmış, dans ediyor gibiler. Birbirlerine ‘dış düşmanlar’ konusunda da gaz verdiler sanıyorum. Buradan da ‘güçlü ve mazlum olmak’ gibi bir kombinasyon yarattılar. ‘Güçlü ve mazlum’ bağımlılık yaratacak bir kombinasyon. Mesela Yiğit Bulut’un Erdoğan’ın danışmanı olması çok önemli bir göstergedir. Ultra milliyetçi bir çizgi izleyen Yiğit Bulut, eskiden “Yunanlılar bizim devlet tahvillerimizi alıyor. Bu işin sonu nereye varacak?” diye yazılar yazıyordu. Yunanistan’ın devlet tahvillerimizi almasının iyiye işaret olduğunu görmezden gelen bir ekonomist, deli saçması fikirlerini Başbakan’ın yanında üretiyor.
Yaşlı kuşak köşe yazarlarına bol bol gönderme yapıyorsunuz ama bir de genç kuşak yazarlar var. Onlara nasıl bakıyorsunuz?
İçlerinden biri Türkiye gazetesinde yazmaya başlayınca “Dedemin okuduğu gazetede yazmaya başladım” dedi. Armut dibine düşer ekolüymüş meğer bunlar. Bu kuşak, büyük bir konfor battaniyesinin içinde kuzucuklar gibi oturuyor. Birden dedelerinin gazetelerinde, dedelerinin gözlerini yaşartan yazılar yazmaya başlıyorlarsa “gidişat nereye” diye düşünüyorum. Türkiye’de her kesimde devasa boyutlarda ahlaki sorunlar var. Ancak medya en sorunlu alanlardan biri. Medyada ki ‘lumpen dayanışması’ var. ‘Köyden emmimin oğlu geldi, onu da yazı işleri kadrosunu alayım’ kaygısıyla kurulmuş kadrolar var. Teknolojide, bankacılıkta sınıf atladık ama medyada tersine, birkaç sınıf geriye gittik.
AK Parti-Cemaat çatışması hakkında ne düşünüyorsunuz? Ortaya konan tavırlar, dil sizi şaşırtıyor mu?
Evet söylenenlere şaşırıyoruz, çünkü biz onların iyi aile çocuğu olma ihtimalini sevmişiz. Aslında Türkiye olarak sınıf değil, kast toplumuyuz. Kast toplumunda, altta ne olup bittiğini bilmezsin de anlamazsın da. Göz kararıyla diğer kastlardakilere birtakım şeyler atfedersin. Mesela belki onlarda hiç olmayan demokratlık atfediyorsun. Kast toplumu olmaktan kurtulamazsak sorunlarımız çözemeyiz.
Ben Gülen hareketine bazen şöyle bir önem atfediyorum. Bu hareketi, İslamiyetin içinde bir Protestanlık çalışması olarak görüyorum. Bence Gülen hareketinde ahlaki kaygılar var. Yani İslamiyete ahlaki kaygıları entegre etmeye çalışan bir din adamı var karşımızda. Fethullah Gülen’in konuşmalarını azıcık bile dinleseniz ahlaki meselelerden sıkça bahsettiğini fark edersiniz. Böyle bir reform hareketine İslamiyetin çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaca Gülen hareketinin cevap olma ihtimali ABD’yi de çok cezbetti.
Gezi’deki çoğul yapı, 20’li yaşlarındaki ‘Geziciler’, kast toplumundan çıkışın habercisi olabilir mi?
Onlardan ümitliyim. Çünkü bağnaz, rijit değil, neşeliler. İdeolojik formüllerle yetişmediler. Bu yüzden bu çocuklardan bir şeyler çıkacaktır.
Kürt sorununda barıştan umutlu musunuz?
Türkiye’de Kürt meselesine yaklaşım, Ermeni meselesiyle aynı. Gerçekleri görmek istemiyorsan ve ırkçılık, sıradan faşizm yapmak istiyorsan ikisine de aynı formülle yaklaşırsın. AK Parti barış süreci konusunda da ters açıya düşürdü. Barış yalan oldu, çünkü hiçbir adım atılmadı. Gerekli kanun değişikliklerini, yapılması gerekenleri yapmadılar. Benim anladığım Abdullah Öcalan’ın kendi siyasi geleceğini görmek istediği yerle, Tayyip Erdoğan’ın kendi siyasi geleceğini görmek istediği yer arasında bir satranç oynanıyor. İki usta satrançcı gibi çok uzun aralar vererek hamleler yapıyorlar. Barışa yönelik kalıcı ve sahici adımları her iki taraf da atmıyor.
Beyaz Türklerle, siyah Türkler Kürt düşmanlığı konusunda farklılar gibi görünüyor. Kürt düşmanlığının tavan yaptığı yerler daha çok kıyılar. Mesela İzmir…
İzmir iklimini belirleyen, sonradan olma ‘bej Türkler’, Kürtler gelip şehrimizi ele geçiriyor histerisi yaşıyorlar. Sanki çok önemli bir şehir kültürleri varmış da Kürtler onları tehdit edecek endişesiyle yaşıyorlar. Aslında onlar da İzmirli değil. Ya Aydın’dan gelmişler ya da Balkanlar’dan. Bir Türk atasözü ‘misafir misafiri sevmez’ der. Bu atasözü en çok İzmir’deki Kürt düşmanlığı için geçerli.
‘Fuzuli Yalanlar’ başlıklı yazınızda İslamiyetin Hristiyanlığın tersine, yalan söylemeyi neredeyse serbest bıraktığını söylüyorsunuz? Nasıl vardınız bu kanaate?
Din uzmanı değilim ama İslamiyette şu şu koşullarda yalan söyleyebilirsin kaydının olduğunu biliyorum. Şartlar o kadar çok ki, neredeyse ne zaman istersen yalan söyleyebilirsin deniyor. Hristiyanlıkta ise yalan ‘yedi büyük günah’tan biri. Bu çok net. Bu farklılık yalan söylemek konusunda bir fark yaratıyor diye düşünüyorum.
Köşe yazarlığına dönecek misiniz?
Bu kitapta yaptığım gibi yazıları biriktirip kitap yapmaya devam edeceğim. Kitabın daha kalıcı ve daha değerli olduğuna inanıyorum.
Meryem Uzerli’nin yaşadıkları Türklere dair çok şey anlatıyor
Sinema ya da TV dünaysında umut vaat eden oyuncular var mı?
İnanılmaz derecede yetenekli genç oyuncularımız olduğunu düşünüyorum. Bu oyuncular, Amerika’ya, Hollywood’a rahatlıkla gidebilirler.
Örnek verebilir misiniz?
Kıvanç Tatlıtuğ en çarpıcı örneği. Aşkı Memnu’nun son bölümünde Tatlıtuğ’un oynadığı mezarlık başında ağlama sahnesi vardı ve korkunç başarısızdı. Ancak bir süre sonra ‘Kuzey ve Güney’de karşımıza inanılmaz iyi bir oyuncu olarak çıktı. Türkiye’de daha önce bu kadar ünlü olmuş hiç kimse böyle bir şey yapmadı; çalıştı ve bambaşka bir insana dönüştü. Kıvanç Tatlıtuğ dışında, konservatuardan gelen oyuncular var. Mesela Beren Saat çok iyi bir oyuncu. Okan Yalabık inanılmaz iyi bir oyuncu. Muhteşem Yüzyıl’a giren manken kızlar bile çok iyi bir oyunculuk sergilediler. Bu da tabii dizinin yönetmeni Taylan Kardeşler’in başarısı. Ama hepsi bir yana, Kıvanç Tatlıtuğ, objektif bir gözle bakacak olursak Brad Pitt’ten daha yakışıklı ve rahatlıkla Hollywood’da oynayabilir.
Neden Hollywood’da bu oyuncuları göremiyoruz?
Bir; annelerinin böreği. İki; burada çok iyi para kazanıyorlar. Ne annelerinin böreğinden, ne Türk halkının sevgi çöreğinden vazgeçemiyorlar. Mesela Rus asıllı pek çok oyuncu Hollywood’a akın ediyor. Eminim beş yıl sonra başrol oynayacaklar. Ancak bizimkiler Türklük hallerinin konforundan vazgeçemiyorlar.
Bir de Meryem Uzerli vakası var. Sizin deyiminizle Uzerli de ‘Türklük halleri’nin kurbanı mı oldu?
Meryem Uzerli’nin insanın içini acıtacak kadar dürüst ve tatlı bir kız olduğunu düşünüyorum. Dürüst kadınlar, Türkiye’de bunu çok yaşıyor, çünkü adamlarla iletişim kuramıyorlar. Çünkü o adamlar, yalancı anneleri tarafından tezgâh açan, idare eden kadınlarla ilişkide olmaya alışmışlar. Meryem Uzerli’nin yaşadığı kültürel şok, Türkiye’yle ilgili o kadar çok şey açıklıyor ki… Onun yaşadığı aşk ilişkisi temiz ruhlu yabancıların Türklerin bütün o numaralarıyla, oyunlarıyla nasıl baş edemeyeceğini gösterdi bize.