Anonim : Ermeni Hemserilerimi Ararken
25 Nisan 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4516 / Ամիս : Ահեկան / Օր : Ցրօն / Ժամ : Ծայգն

Anonim : Ermeni Hemserilerimi Ararken

Anonim

Anonim Tüm yazılarını göster..

07 Kasım 2011  

Ermeni Hemserilerimi Ararken

Aklina birden bire en yakin arkadasi Danyal Topatan geldi Sami Hazinses’in. Onun yapayalniz ve aclik icinde öldügünü söyledi. ‘Cenazesi bile bombostu, nasil da üzülmüstüm, bu vefasizliga cok kahroluyorum. Olur mu, böyle sey olur mu? Biz kimiz, vatan haini miyiz?’ (Nebil Özgentürk, 5 Ekim 1995, Sabah)
Ne kadar sitemkar olursa olsun, Türkiye’de Musluman cogunluktan hangi sanatcinin aklina gelir, kendini vatan haini ile karsilastirmak? Ermeniligi sözkonusu edilmeyince yukardaki paragrafta eserekli biri gibi görünen Hazinses, Ermeni olarak dogdu, öldügünde de Ermeni’ydi. Arada ise aramizda yasadi, benim gibi 60’larda doganlarin iyi bildigi, bildiklerini sandigi „Türk sinemasinin emektarlari“ndan biri olarak: Vahi (Vahe) Öz gibi, Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan) gibi, Danyal (Danyel) Topatan gibi. Sami Hazinses (Samuel Uluc)... Bu insanlar kendilerini araziye uydurmasa ne olur? Örnegi var: Ayhan Isik’in ölümünden sonra gazeteye „Nubar amcan“ imzali ilan verince, sen kim oluyor da bir Türk’ün amcasi oluyorsun diye hakarete ugrayan, kücük rollerin büyük oyuncusu Nubar Terziyan’in yasadigi, örneklerden biri.

1968’de Taksim Ilkokulu’na gittigimde, babam da Mis Sokagi’nda kiraathane calistiriyordu, taksisi kahvenin önünde durur, müsteri cikinca soförlük de yapardi. Birlikte dükkanini sikca ziyaret ettigimiz, cok sevdigi bir arkadasi vardi: terzi Agop. Dükkani hemen Istiklal Caddesi üzerinde, Mis Sokagi ile Bekar Sokak arasinda bir yerde, sanirim ikinci katta. Ikinci kat ama yüksek, cünkü eski Beyoglu binalarindan. Babama hatirlattigimda, coskuyla sözümü kesti:
„Zamanin meshur artisti Sami Hazinses de oraya gelirdi, seni cok severdi hatirlarsin herhalde?“
Galiba, bilmiyorum. Babama terzi Agop’u arayabilecegimi söyledim.
Yillar önce izini kaybetmis, aman ne olur, bulursam kendisine haber vereymisim, onu bulmayi cok istermis. (Birlikte bir bodruma atilip polis dayagi yedikleri geceyi etraflica konusabilecegi tek kisi.) Ben gazeteci olduguma göre Sami Hazinses’i bulabilir, onun araciligiyla da terzi Agop’a ulasabilirmisim belki. Hem Hazinses de Diyarbakirli Ermenilerdenmis.
Yaa? Hic bilmiyordum.
***
Evet, Sami Hazinses’i bulmam zor olmadi. CASOD, SODER derken birkac telefonla bir günde buldum ve hemen o gün (15 Aralik 1994) görüsebildim kendisiyle. Görüsmeye istekli degildi. Yakindayim, hemen geliyorum, deyip, nasilsa adresi bende oldugundan, itirazini uzun etmesine firsat vermeden vardim yanina, telefon ettigim kahveye.
Terzi Agop’tan söz actigimda soguklugunun yerini gerginlik aldi:
“Niye ariyorsun, ne yazacaksin?”
Diyarbakirli bir gazeteciyim ya, Ermeni hemsehrilerimle görüsmeler yapmak istiyorum. Bu bakimdan sizden de röportaj rica edecegim.
“Ermeni oldugumu kim söyledi!?”
Babam, diye cevapladigim halde görüsmemiz boyunca durup durup bu soruyu tekrarladi; ayni kizginlikla.
Ermeni olmayla ilgili konusmak istemiyorsunuz?
“Katiyyen!”
Yani Ermeni oldugunuzun bilinmesini istemiyorsunuz?
“Ermeni oldugumu kim söyledi?”
Peki, kendinizle ilgili konusmak istemiyorsaniz, birakalim bunu. Terzi Agop’tan haberiniz var mi? Nerede simdi o, ne yapiyor?
“Amerika’da. Yazlari gelir. Beni görmeye gelir.”
Ermeni oldugu icin rahat edemedi de mi gitti?
“Senin maksadin ne?! Niye karistiriyorsun bunlari!”
Bunlari söylerken, elini de sivri uclu bir aletle bir yerleri karistiriyormusum gibi bir hareket de yapiyor. Yani bana, hani dis mihraklarin kiskirtmasiyla kurumus boku karistirip kokusunu cikartmak gibi pis bir is yapmaya calisan birisin, der gibi. Sinir küpü, öfkeli; hic filmlerdeki gibi degil su an. Devam ediyor:
“Bak Atatürk ne demis, ne mutlu Türküm diyene”.
Hayir, bence sadece “ne mutlu Türküm diyene“ olmaz, ne mutlu Kürdüm diyene, Ermeniyim diyene...
Daha devam edecektim ama yüzünün ifadesinin tamamen degistigini, gülümsedigini görünce kestim.
“Sen iyi bir kizsin, bunlarla ugrasma, sana zarar gelir.”
Diyalogun imkansizligi burada iste... Türkiye’de bir Ermeni ile Türk ne kadar konusabilirler ki?..
Ben etnik kimlikleri, bunlarin getirdikleri hakkinda konusmak istiyorum ama kendini “etnik olarak Diyarbakirli” hissediyor sanki. Sanatci yanina iliskin konustugumda dili cözüldü. Öyle ki, bana kendi uydurdugu fikralari anlatti pes pese, “Diyarbakirli adamin biri bir gün” diye baslayan, sözkonusu Diyarbakirliyi Kürtce konusturdugu fikralar.
Öncelik siralamasi söyle: önce sanatciligi, yani sinema oyunculugu ve bestekarligi, sonra Diyarbakirliligi.
Yaninda tasidigi eski parlak döneminde cikmis gazete kupürlerini, fotograflarini gösterdi, bestelerinin sözlerini söyledi. Hatta bunlari kasete kaydetmeme izin verdi, izin ne kelime, hosuna gitti, mest oldu. Basini teybime yaklastirarak, tane tane anlatti sarki sözlerini.
Bu arada bana sayisiz cay ismarladi. Cok parasiz oldugu belli, onun ödemesini istemiyorum ama nafile, engel olamiyorum. Benimle kavga eder gibi baslayan bu ilk görüsmemiz dostca son buldu, kahvenin kapisina kadar gecirdi beni. Yine gelirim, dedim. Icimden de, Ne hazin bir görüsme oldu, Hazinses’le görüsmem, dedim gazeteci gazeteci.
***
Nerdeyse bes ay sonra (4 Mayis 1995) Sami Hazinses’i görmeye ikinci kez ayni kahveye gittigimde, Ahududu Sokak, Numara 30A’da yoktu. Ilk görüsmemizde onu yasli, yorgun, bakimsiz, yalniz; yasama sevincini de eksik buldugum icin, alacagim cevaptan korkarak sordum. Karsi kösedeki bilardo salonuna gidiyormus artik. Ay neyse. Bilardo salonundan cikmakta olan biri, “Ben de ariyorum ama bir haftadir yok” dedi.
Niye yok, meraklandim. Ama adam benden daha merakli: Hayirdir? Niye ariyormusum onu? Nerden taniyormusum, ben nereliymisim? Kendisi ses sanatcisi Ali Ersöz’müs, Diyarbakir’da Dilan sinemasinda söylemis, nasil, oralari biliyormus degil mi. Silvan’dan buraya niye gelmisim peki, ne ariyormusum? Kendisi Kütahyaliymis, adi lazim degil, bir kazasindan.
Kütahyali ses sanatcisi beni Gazeteci Erol Dernek Sokak’taki bir kahveye götürdü, camdan iceri bakti, “Evet, Hazinses orda, iste bak, oturuyor”.
Ali Ersöz’le ayriliyoruz, ben iceri giriyorum, o nereye bilmem. Tesekkür ederim.
***
Kahve dolu. Oturdugu masada bir adam daha var ama belli ki yer yoklugundan yanyanalar; ikisi de o anda masada tek baslarina oturuyorlarmis gibi. Konusmuyor, birbirleriyle hic ilgilenmiyorlar. Ne yapiyorlar? Hiic; sigara iciyorlar. Sami Hazinses beni görünce yanina gidene kadar gözünü benden ayirmiyor ama tanidigina dair hicbir isaret yok. Yüzünün ifadesi degismiyor. O ifade ki, yine acikli; yalniz. Kocaman kocaman acik gözlerindeki ise, korku sanki... Merhabama cevabini duyamadim. Cevap verdi mi ki?.. Zamaninda cok icmis, bundan dolayi hastalanmis, simdi 70 yaslarinda olan bu yasli adam, belki de unuttu beni.
Beni hatirladiniz mi?
„Bu kadar zamandir niye gelmedin?“
Oh nihayet agzini acip birseyler söyledi. Ama bak yine acikli bir filmin icine düsüyoruz o böyle sitemli konusunca.
Isim coktu.
„Demek isin cok?“
Yaa. Burasi kalabalik, bir yere gidip yemek yesek? Yakinlarda arkadasimin bir yeri var.
„Sen ye, gel.“
Birlikte gidelim, konusuruz, birseyler icersiniz.
„Gelmem.“
Konusmakta israr etmesem, saatlerce öyle suskun karsilikli oturabiliriz.
Sizinle konusmak istiyorum. Zamaniniz varsa biraz disariya ciksak?
Iste, meger sihirli kelimeyi bulmusum: „zamaniniz varsa“... Aslinda böyle bombos oturan birine ancak alay etmek icin söylenebilecek bir söz, ama nasilsa, yerini buldu.
„Evet, zamanim yok.“
...sessizlik... hala gitmiyorum.
„Yazi yazacagim.“
Inanmadigimi bilerek söylüyor, oynuyor. Film ceviriyoruz ya.
Peki, ben zamaniniz oldugunda geleyim.
„3’te gel“
Yasasin, benimle konusacak!
Peki, simdilik hoscakalin. 3’te burda olacaksiniz degil mi?
„Evet.“
Benim ona, nasilsiniz demedigim gibi, o da bana gülegüle demiyor.
***
Üce bes kala ayni kahveye gittigimde kapidan iceri girmiyorum bile. Cünkü paltosunu giymis, gözü kapida. Beni görür görmez, davraniyor, cikiyor. Bir asiga benzetiyorum halini. Onu arkadasimin yerine götürmeyi kafama koymusum ya, önerimi tekrarliyorum, orda birseyler iceriz. Raki da var.
„Raki icmem!“
Pek sert söyledi; tamam, tamam. Zaten ben de ickili bir adamla konusmayi tercih etmem ki. Iciyordur diye düsündügümdendi, icmiyorsa bu daha iyi. Bu sefer, nasilsiniz falan diyorum. O konusmayinca ben de susuyorum; bakalim nereye kadar. Kücük, agir ama emin adimlarla yürüdügü icin beni götürmek istedigi bir yer var herhalde diye, onun tutturdugu istikamette yaninda yürüyorum, sessiz. Hava cok soguk, degil mi? Bak böyle havadan sudan konusaya itirazi yok iste:
„Cok rüzgar var, hava isinmiyor, bu ne soguktur“...
Onun bulundugu mekanlar silme erkeklerin oldugu yerler; kahve, bilardo salonu. Bu yüzden belki de Taksim’deki Borsa’ya gidiyoruz. Ya da gencler böyle yerleri sever deyip, beni de genclerden sayip buraya getirdi, kimbilir. Konusmuyor ki bileyim. Neyse, bu sefer icecekleri ismarlama konusunda baskin cikiyorum. O kahve, ben cay.
Birbucuk saat önce gördügümde üstünde bu acik renkli giysiler olsaydi dikkatimi cekmez miydi?.. Adam görüntüden ibaret oldugundan, sözle degil, gözle anlastigindan, sadece yüzüne, kocaman kocaman acilan gözlerine bakmis oldugumdan hatirlamiyorum, emin degilim. Evinin yakinlarda oldugunu söylemisti ilk görüstügümüzde. „Yazi yazmak“ yerine üstünü mü degistirdi?..
Ona getirdigim kitabi veriyorum. Ermeni hemsehrimiz Migirdic Margosyan’in „Söyle Margos Nerelisen“ini. Ön ve arka kapagi uzun uzun inceliyor. Belki de bos bos bakiyor deyip, icerde fotografin oldugu sayfayi aciyorum. Yine uzun uzun inceliyor, okuyor galiba. Evet, nitekim sayfadaki „Antranik“ adini tekrarliyor, tanidigini ima ediyor. Karsisindaki yerimden kalkip yanina geciyorum. Kitabin Tasci Zifkar’dan, yani babasindan sözedilen sayfasini aciyorum.
Okumami ister misiniz?
„Isterim.“
Gürültülü yerde insan yanindakine kitap okur mu, okursa sesini duyurur mu. Tasci Zifkar’in mayasinin ilk dizesini okudugumda ikincisini koro halinde söylüyoruz:
„Altun yüzük barmagimda tuc olur!“
Tasci Zifkar’in cocuklari Viktorya, Samo (yani kendisi!) ve Niso’yla ilgili cümleyi okudugumda elini yumruk yapip agzina götürüyor, gözlerime diktigi gözlerindeki dehset mi? Bana güvenmemekte israr edisinden, aleyhine delil vermek istemezcesine hic konusmayip gözleriyle herseyi anlamami beklemesinden biraz da biktigimdan okumayi kesip, haince gülümsüyorum. Hadi bakalim ben de gözlerimle konusuyorum; önce kim agzini acacak?
„Sen büyük bir casussun.“
Gülüyorum. Evet, casusum, biz hemsehriyiz. Okumaya devam edeyim mi?
„Oku, oku.“
Iki sayfa okuyup birakiyorum.
Bu Niso nerde simdi?
„Niso annesi ve babasiyla Beyrut’a gitti. Annesi babasi ölmüstür artik. Niso ölmemistir herhalde.“
Bak bak sanki komsularindan söz ediyor. O da „Niso“nun gercek adini söylemiyor. Kriminal tango filmimiz sürmekte. Oyunu bozmuyorum:
Niso Beyrut’tan sonra baska bir yere gitmis olmasin?
„Hayir, gitmedi.“
Yine bir önceki görüsmemizde oldugu gibi eski gazete kupürlerini ve bir de MESAM üyelerinin listesinin oldugu brosürü gösteriyor. Kendi adinin gectigi yeri carpiyla isaretlemis. Diyarbakir’da Celal Güzelses ona kürdilihicazkar gazel okumasini söylemis, okumus, Celal Güzelses ona „aferin“ demis.
Konu bana dönüyor, ailem neredeymis, kimmis. Neyi ögrenmek istedigini anliyorum: Biz ‘dacik’iz, Ermeni degiliz.
Kitaptaki kendi resmini gösterip, „Bu adam hay midir?“
Benimle bu dilde konusmasi iyiye isaret. Evet, haydir. Damdan düser gibi devam ediyor:
„Viktorya benim kardesimdir. Cocugunu dogurduktan sonra öldü. Kocasi baska kadin aldi. Oglu simdi Hollanda’da.“
Adi ne?
Yumrugunu dizine vuruyor, neydi adi, neydi, neydi... Yok, hatirlamiyor. Ama kendisini cagiriyormus Hollanda’ya, buraya gel, diyormus. Giderseniz orda dil bilmeyince hayat zor, diyorum. „Ama özgürlük var“ diye cevap verirken parmaklariyla para isareti yapiyor.
„Esas adi ne?“ diye sordugunda eli hala kitapta, fotografin üstünde oldugundan yazari soruyor saniyorum: Esas adi bu; Migirdic Margosyan.
„Hayir, senin esas adin ne?“
Benim baska adim yok; Yelda.
„Yok sen dacik degilsin.“
Madem israr ediyor, beni ancak böyle yakin buluyor, peki: Cok eskilerimizi bilmem; olabilir. Yalan da degil hani...
„Yarin ayni saatte, ayni yere gel.“
Filmin arkasi yarin demekki. Ama ben yoruluyorum.
„Ayrilali ne kadar oldu?“
Konusmalarimiz hep daginik ve kesik kesik oldugundan ve bir süre önce medeni halim üzerine sorularina cevap vermis oldugumdan, oglum 4 yasindayken ayrildik, diyorum. Yok, hayir onu sormuyormus, ben ona gitmeyeli cok olmus degil mi?.. Arsiz sevimliligimle hayatinda bir yer acmisim demekki kendime. Beklemis demek. Terkedilmis gibi olmus. Hayati film, kendisi film. Kendimi icinde buldugum filmi seyrediyorum adeta. Ayrilirken tokalasiyorum. Yarin 3’te gelecegim. Haydi tsi.
„Luys pari.“
Oh be yine yüzünde bir genlesme, aydinlanma, gülümseme...
***
Bana duydugu güvene güvenerek, artik dogrudan takir takir soruyorum, cevaplarini ses bandina kaydederken (Istanbul’daki Ermenilerle iliskisi olmadigi, kimi kimsesi olmadigi icin öldügünde de Müslüman varsayilirsa, Ermeni mezarligina gömülmek istedigini belirttigi belge bulunsun diye bu kez):
Samuel Uluc neden Sami Hazinses olmak icin mahkeme kapilarina gitti? Neden Samuel’in bilinmesini istemiyor?
„Eski sempati kalmiyor. Onun icin istemiyorum.“
„Yazma bunlari. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, simdi bosver.“
23 Agustos 2002’de vefat ettiginde cenazesine gidemezdim, son uykusuna Kadiköy Surp Takavor Kilisesi’nden gittigini internet gazetelerinden ögrendim. Belki bir gün onu yine ziyaret edebilirim.Ve derim ki: Aramizdayken Ermeniligini gizlemeni haketmistik biz, cok hakliydin, dedigin gibi oldu, Ermeniligin ögrenildiginde kimilerinin nezdinde eski sempatin kalmadi, „Niye ‘Sami baba’nin cenazesiymis diyorsun, Ermeniymis o“ diyenler olmus sen buraya, Hasanpasa Ermeni Mezarligi’na gelirken.

Berlin, 17 Haziran 2003
Yelda


+