Osmanlı Toplumsal Düzeninde Ermeniler
Osmanlı Toplumsal Düzeninde ErmenilerProf. Dr. Feridun M. EmecenGayrimüslim toplulukların Müslümanlarla iç içe yaşadıkları bir toplum yapısı, bugün bile bize oldukça yabancı gelebilir. Ama Anadolu’da bu birlikte yaşama beceresi, komşuluk, birbirinin hakkına riayet gibi yek diğerini hesaba katmayan vahşi bir benlik anlayışının uzağında bir sosyal mutabakat dahilinde şekillenmiş bulunuyordu. Genel hatları itibarıyla da dış mihraklı misyon faaliyetlerinin Osmanlı tebaası topluluklar üzerinde daha yoğun bir şekilde etkili olduğu XIX. yüzyıla kadar büyük bir sosyal reaksiyona yol açmaksızın sürdü. Gayrimüslim cemaatler içinde özellikle Ermenilerin Osmanlı etnik ve dinî yapısında, diğer topluluklardan herhangi bir farkı yoktu. Vergiye esas olan nüfus ve toplulukları tesbit etmek amacıyla XV. ve XVI. asırlarda yapılan geniş çaplı sayımların sonuçlarını aksettiren belgeler, Orta Anadolu ve Doğu Anadolu kesimindeki şehir, kasaba ve köylerde Ermeni guruplarının yayılış alanlarını belirler. Ancak Osmanlı kayıtlarında “Erâmine” şeklinde sözü edilen Gregoryanlar içerisinde (monofizitler) Süryani (Katolik ve Yakubî), Keldanî, Melkitî, hatta Şemsî gibi dini gurupların bulunduğu açıktır. Osmanlı sayım memurları bazı bölgelerde bütün bu cemaatleri tek başlık altında (“Erâmine”) toplayarak isimlerini kaydetmiştir. Bu konuda dikkat çekici bir gözlemi, XVII. asır başlarında Anadolu’daki Ermeni cemaatlerinin bulunduğu yerleri dolaşan Polonyalı Simeon da yapar. Kendisi de bir Ermeni din adamı olan Simeon, mesela Harput’taki Süryani ve Rumların Ermenice konuştuklarını, kimin ermeni kimin Rum olduğunun anlaşılamadığını, Diyarbakır’da Mardin kapı semtindeki Şemsîlerin kendilerini Ermeni olarak tanıttıklarını yazar (Andreasyan, 1964, s.90,108-109).
Bu noktada biraz daha geriye giderek tarihi kayıtlara dönülürse, Osmanlı cemaat sistemi içinde Ermenilerin yeri daha rahat anlaşılır: Ortaçağ kaynaklarının (Bizans, Ermeni ve Selçuklu) Ermeni guruplarının Anadolu’daki yayılma sahasının genişlemesinde Bizans imparatorluğunun rolünü öne çıkardıkları tesbit edilebilir. Bizans’ın Ermenistan’da hakimiyet kurmasından sonra (1064), kalabalık bir grubun Orta Anadolu’ya (Kapadokya kesimi), yerleştirildikleri belirtilir. Selçuklu Türklerinin Anadolu’ya girişi ve Konya’ya gelişlerinin ardından yine Orta Anadolu’nun güney kesimlerine ve Çukurova’ya (Kapadokya ve Kilikya) yönelik göçler oldu. Ayrıca bir bölüm Ermeni gurubunun Bizans’ın idaresi altındaki Batı Anadolu’ya kadar yayıldıkları da kaynaklarda belirtilir. Bunların bazılarının daha sonra Trakya’ya geçirilip Bizanslılar tarafından imha edildikleri bilgisi dikkati çeker (Nakracas, 2003, s.45-49). Osmanlı idaresinin Anadolu’da tam anlamıyla tesis edildiği XV.-XVI. yüzyıllarda Ermeni toplulukları daha çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu ve bundan daha az olarak Orta Anadolu ve Çukurova’da bulunuyordu.
Osmanlı sayım defterleri üzerinde yapılan çalışmalar, Osmanlı hakimiyetinin kurulmasından sonra mesela Doğu Anadolu’daki şehir ve kasabalarda Ermeni nüfusunun arttığını sarih olarak tesbit etmiştir. Mesela Urfa, Harput gibi şehirlerde 1518’den 1523’e kadar olan kısa zaman diliminde Ermeni nüfus artışı %60 olarak saptanmıştır. Bu durum göç olgusuna işaret eder. Göç ile ilgili erken tarihli dikkat çekici bir belgeden, 1489’da o sırada Osmanlı idaresinde bulunmayan İspir yöresindeki Ermenilerin Trabzon yaylalarına yerleştikleri ve bölgede Ermeni nüfusunun oluşumunu sağladıkları anlaşılmaktadır. (Maliye Defterleri, nr. 17893, s.330). Adana bölgesinde, Adana-Gülek, Maraş’ta Zeytun ve Furnus da da Ermeni nüfusu Osmanlı idaresi altında durumlarını korumuşlardı. Yine Anadolu’daki bazı şehirlere bakıldığında, mesela Erzurum 1523’te tamamıyla boş harap bir şehir durumunda idi. Yirmi yıl kadar sonra burada 21 hane Müslüman nüfus belirmişti. 1591’de ise 8’i Müslüman 8’i gayrimüslim (Çoğunluğu Ermeni), ve 4’ü iki gurubun karışık şekilde oturduğu 20 mahalle ortaya çıkmış, Ermeniler ise Erzincan’ın genel şehir nüfusunun %60’ını oluşturmuştu. Bunların büyük çoğunluğunun Türkçe adlar taşımakta olmaları ayrıca ilginçtir. Amasya’da 1523’te %22 oranında Ermeni ve Yahudi vardı. Kayseri’de Ermeni nüfus XVI. asırda kendi içinde % 40 dolayında artış göstermişti (Göyünç, 1983, s. 30-40). XVI. yüzyıla ait rakamlar Anadolu şehirlerinde Ermeni kaydıyla belirtilen nüfus oranının % 6 dolayında olduğuna işaret eder (% 81 müslüman, % 12 Ortodoks/Rum, ve geri kalanı Yahudiler başta olmak üzere diğer guruplar) (Barkan, 2000, s.1412-1426). İlginç olan husus bu oranların XIX. yüzyılda da hemen hemen aynı kalmasıdır (Show, 1978, s.337).
XV. ve XVI. yüzyıla ait tesbitler, Osmanlı idarecilerince Ermenilerin şehirlere yerleşiminin teşvik gördüğünü hatıra getirir. Hatta XVII. asırda Ermeni nüfusu yayılışı İmparatorluk coğrafyasında daha da genişlemiştir. Gerek Celali isyanlarının ortaya çıkardığı kaos ortamı, gerekse İran Ermenilerinin Osmanlı topraklarına akışı bunda rol oynamıştır. Özellikle bu durum Polonyalı Simeon’un gözlemleriyle de ortaya çıkar (Andreasyan, 1964, s.91). Bu asır başlarında Balkanlara ve Kırıma kadar yeni bir dağılmanın söz konusu olduğu anlaşılır. Batı Anadolu’da XVI. asırda hiç bir Ermeni’nin bulunmadığı İzmir ve Manisa gibi şehirlerde XVII. yüzyıl başlarında bu şehirlerin milletlerarası ticarete açılmalarının da rolü ile, Anadolu’dan ve İran’dan gelen Ermeni ipek tüccarlarının yerleştikleri görülmektedir (Emecen, 1989) (Goffman, 1995, s.46,127). 1621’de bir batılı seyyah, Ermenilerin İzmir’e gelmelerinin kendileri için son derece yararlı olacağını, zira burada ipek, yün, balmumu ve pamuk üstüne büyük bir ticaretin döndüğünü, Ermenilerin daha az vergi ödemeleri dolayısıyla bu ticaretten istifade edebileceklerini yazmıştı (Goffman, 1995, s.46,127). XVII. yüzyılda yaşamış Ermeni yazar Kemahlı rahip Grigor (1576-1643), Kronoloji adlı kitapçığında, 1595-1640 yılları arasındaki karışıklık yıllarında yerlerini terk edip Batı Anadolu ve Trakya ve İstanbul’a göç eden Ermeniler hakkında ilginç bilgiler verir. Osmanlı hükümeti 1609’dan sonra Celali isyanlarından kaçanların huzurun sağlanması üzerine eski vatanlarına geri dönmeleri konusunda genel bir ferman çıkarınca, bundan Ermeniler de etkilenmişti. Grigor bu emir uyarınca, gelip yerleştikleri Tekirdağ’dan içlerinde Türklerin de bulunduğu 7000 kişilik kafile ile asıl yerleri olan Kemah’a döndüklerini yazar. Fakat buna rağmen önemli sayıda göçmenin İstanbul ve yöresinde, Batı Anadolu şehirlerinde kaldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1635’de Sivas halkı, o sırada İran seferine giden padişaha başvurarak nüfuslarının azlığından yakınmışlar, İstanbul ve yöresindeki şehirlere yerleşmiş olan Sivaslı Türk ve Ermenilerin tekrar şehre getirilmeleri talebinde bulunmuşlardı. Grigor bunların çoğunun yerinde kaldığını, İzmit, Yalova, İznik gibi şehirlere dağıldıklarını belirtir (Andreasyan, 1976, s.45-53).
Osmanlı sosyal hayatında gayrimüslimler arasında Ermeni topluluğunun durumu konusunda N. Göyünç’ün yaptığı bir çalışmada şu hususlar tesbit edilmiştir: Türkçeyi iyi konuştukları için çeşitli resmi ve özel devlet işlerinde görevlendirilmişlerdir. XVI. yüzyılda Ermeni asıllı muhtedi bir Osmanlı veziri dahi vardır. XVIII. yüzyılda Divrikli Düzyan soyundan saray kuyumcuları ve darphane nazırları, Şaşyan ailesinden saray hekimi, XIX. yüzyılda Bezciyan ailesinden darphane müdürleri, Dadyan ailesinden baruthane nazırları çıkmıştır. Ermeni asıllı vergi toplayıcıları ve mukataa mültezimlerine (kesim) XVI. asırda bile rastlanır. Osmanlı şehirlerinde Türk-Ermeni ailelerin birbirleriyle iyi geçinip dostluk ilişkileri içerisinde yaşadıkları çeşitli yayınlara konu olmuştur. Bir çok Ermeni, Osmanlı devlet adamlarına kahyalık ve danışmanlıkta bulunmuştur. Onlardan bazı kalelerde muhafız olarak da yararlanıldığı anlaşılmaktadır. Bunun karşılığı bir takım vergilerden bağışlanmışlardır. Çukurova’da Gülek kalesinde ve Karaisalı’daki üç kalede Ermeni muhafızlar görev yapmışlardır. Van’da XVI. yüzyılda kale hizmetinde olan Ermeniler görülür. Şüphesiz yer yer iki toplum arasında bazı olaylar da çıkmıştır. Ancak, bunlar küçük boyutlu ve arizi kalmıştır. XVIII. yüzyılda Katolik misyonerlerin faaliyetleri sonucu Ermeniler arasında Katoliklik yayılmış ve bu durum toplum içinde huzursuzluğa yol açmıştır. Sivaslı Mehitar (1676-1749), Benedikt tarikatı mensubu olarak İstanbul’da 1701’de bir cemaat oluşturmuştur. Ardından diğer bazı yerlerde de Katoliklik yayılmıştır. Daha sonraları Protestanlık da Ermeniler arasında taraftar bulmuştur. 1830’da Ermeni Katolik (Beydilli, 1995), 1850’de Protestan cemaatleri tanınmıştır (Rosen, 1866). 1567’de Tokatlı Abgar, ilk Ermeni matbaasını İstanbul’da kurmuştur. Böylece kendi kültürlerini geliştirme ve yayma imkanına kavuşmuşlardır. Osmanlı idarecileri buna karışmamış, herhangi bir engel çıkarmamışlardır (Göyünç, 1983, s.49-56).
XVII. yüzyıl için Polonyalı Simeon’un bazı gözlemleri de dikkat çekicidir. Ona göre;
“özellikle Adalardaki Rumlar Ermenilere iyi gözle bakmazlar ve onları gördüklerinde yere tükürüp, köpek muamelesi yaparlar, Rumlar eskiden beri Ermeni düşmanıdırlar. Hatta zamanında patrikleri Müslümanlara müracaat ederek Rumlar’ın baskısından kendilerini kurtarmışlardır. İstanbul Rumların elinde bulunduğunda, Ermenilerin oraya yerleşmesi şöyle dursun, bezirgan/tüccar olarak bile hiçbir Ermeni şehre sokulmamıştır. Halbuki Türkler İstanbul’u alınca burada birçok Ermeni’yi iskan etmiş, onlara iki büyük kiliseyi vermiştir (Samatya’da Surp Georg ve Balat’ta Surp Hıreşdapapet). Ermenileri Rumlardan başka diğer Hıristiyanlar ve Müslümanlar severler. Hatta Türkler onlara çok iyi davranır, mesela Malatya’daki Türk ahali çok iyi ve insan sever olduklarından Ermenilere çok itibar gösterir, onları İsevi, İsa kulu diye çağırır. Kayseri yöresindeki Ermeniler, Ermenice konaşamazlar, Türkçe konuşurlar. Ankara piskoposluğuna bağlı Ermeniler de aynı şekilde sadece Türkçe bilirler. Anadolu şehirlerine nispetle Suriye yöresindeki şehirlerde görev yapan idareci ve kadılar Ermeniler’e daha sert davranırlar”
(Andreasyan, 1964, s.83, 84, 89, 158, 163).
Bu gibi gözlemler şüphesiz yer yer abartılı ve ön yargılı olabilir, ama genel hava itibarıyla Osmanlı toplumundaki Ermenilerin sosyal konumlarını ve idarecilerin onlara bakışı hakkında önemli ipuçları sağlar.
Bütün bu belirtilen hususlar, Osmanlı toplumunun iç içe geçmiş yapısını, etnik-dinî özelliklerinin ortaya koymak yanında, birlikte yaşamanın getirdiği sosyal mutabakat için de temel argümanları sağlamıştır. Bu birlikte yaşamanın iç içe geçmişliği konusu yukarıda bahsedilen gözlemciler yanında bazı Batılılar tarafından da ifade edilmiştir. Mesela Moltke’nin (1835-39 arası) Türk ve Ermenilerin birbirinden farksız olduğunu söylemesi boş bir gözleme dayanmaz. Bunu Rumlar için de söylemek mümkündür. Ancak, sosyal hayatta karşılıklı bir sınırlama alanının bulunduğunu da belirtmek gerekir. Toplum içinde birbirinin dikkatini çekmeyecek ölçüde kendilerine tanınan haklar çizgisi dahilinde kalan cemaatler için hiçbir problem yoktur. Bununla beraber türlü dinî ve sosyal sebeplerle hassaslaşmaların arttığı dönemlerde gayrimüslimlerin hareketlerine elbette bağlı bulundukları kurallara uyup uymamaları açısından özel bir dikkat gösteriliyordu. Kılık kıyafet kısıtlaması, ata binme, kendisini müslümana benzetme vb. şekillerde görülen kısıtlamalar, aslında mesela B. Lewis’e göre, genel bir gettolaşmayı değil, herkesin sosyal durumunun belirlenmesi gibi basit bir ilkeye dayanıyordu (Çatışan Kültürler, s.18-26). Osmanlı Müslüman sivil halk, ulema, askeri sınıf arasında da benzeri bir farklılık bulunuyordu. Osmanlı merkezi idaresine yansıyan şikayetler üzerine çıkan emirlerde görülen kıyafet kısıtlamaları, müslümanı rahatsız etmeyecek şekilde ayin yapılması istekleri, kilise inşası problemleri, genellikle Müslüman kesimin hassasiyeti, yahut mahalli idarecinin –genellikle kadı’nın- dikkati çerçevesinde öne çıkarılıyordu (Emecen, Unutulmuş Bir Cemaat, 1997, s.60,61). Resmi devlet belgelerine yansıyan bu gibi meselelerin bilhassa şehir ve kasabalarda ortaya çıkması bu açıdan manidardır.
Bu gibi kısıtlamalar Osmanlı cemiyeti içinde gayrimüslim toplulukların sistemli bir aşağılama anlayışından çok, statülerinin belirlenmesi endişesinden kaynaklanmakta idi. Teorik olarak bu maksat, her iki taraf için koruyucu, emniyeti sağlayıcı, farklılığı tebarüz ettirici bir anlam taşıyordu. Bu bakımdan “Millet sistemi” denilen ve XIX. yüzyılda Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan hak ve hukuk silsilesi (Kenanoğlu, 2004) (Ursinus, VII, s.61-64) (Braude-Lewis, 1982), o dönemin keşfi değil, daha önceki uygulamaların resmen formülasyonu ve ilanı olarak anlaşılmalıdır. Rum, Ermeni gibi gayrimüslim topluluklar Osmanlı cemiyetinde modern bir tabir olan “azınlık” değil, bu sosyal yapının bir parçası konumundadır. Birçok şehirde Müslüman ve Hıristiyan halk iç içe oturur, birbiriyle komşudur ve ticari ortaklık ilişkisi içinde bulunabilir. Bundan dolayı bir “tecrit”, sistematik aşağılama, keyfi bir malî baskıda bulunma gibi bir anlayış toplumun zihin dünyasında yer almamaktadır. Farklılıkları bir arada yaşatma tecrübesiyle Osmanlı toplumu, çağdaşı diğer batılı devletlerle karşılaştırıldığında, bu yönleriyle hemen ayrılır, modern öncesi idare anlayışı içinde seçkin bir yere sahip olur.