Osmanlı Türk Romanının Başlangıcında Beş Eser
XIX.yüzyıl, Türk yaşamında sadece Tanzimat Fermanı ile gelen yenilikleri değil, edebi değişimleri de taşıyan bir yüzyıldır. Sözlü kültürün yazılı kültüre dönüşümünün bir habercisi olan edebi değişim, aslında XVIII.yüzyılın sonunda ilk işaretini vermeye başlar. Böylece Türk romanı, 1872`de yayınlanan Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat`tan (Şemsettin Sami) çok önce bir oluşum içine girer. Bu oluşumun ilk beş örneği, Osmanlı-Türk yaşamının ilginç ve renkli kültürel-sosyal yapısının bir göstergesi niteliğindedir. Muhayyelat-ı Ledünn-i İlahi, Akabi Hikâyesi, Hayalat-ı Dil, Müsameretname, Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş, Türk yazılı anlatısının Batılı anlamda roman örneğine doğru ilerlerken yarattığı ilk metinlerdir. Bunlar Divan ve halk edebiyatıyla modern edebiyat arasında, klasik ve sözlü kültürle yazılı kültür arasında bir geçiş evresinin eserleridir.
Akabi Hikâyesi
Asıl adı Hovsep Vartanyan olan Vartan Paşa tarafından 1851 yılında Ermeni harfleriyle ama Türkçe yazılan Akabi Hikâyesi, -XVIII.yüzyıl sonundaki Muhayyelat`tan sonra- XIX.yüzyıl yazılı anlatılarının ilkidir aslında. Eser Ermeni harfli olduğu için Tietze`nin çabalarıyla ve ancak 1991 yılında gün ışığına çıkarılmıştır. Tietze`nin "Türkiye`de yazılmış ve basılmış hakiki ilk modern roman" (Vartan Paşa 1991: X) olarak nitelendirdiği Akabi Hikâyesi, sadece bu özelliğiyle değil, devrinin İstanbul Ermenilerinin yaşamına tanıklık etmesi bakımından da oldukça önemli bir belge durumundadır. Esasen düz çizgili olmakla birlikte romanda sadece baş kişilerin macerasının aktarılmaması, Akabi Hikâyesi`ne renkli bir yapı kazandırır.
Akabi Hikâyesi, mezhepler arasındaki düşmanlığın kurbanı olan Akabi ile Hagop`un aşkını anlatır. Annesi Anna ve babası Bogos`un kaderini neredeyse aynen paylaşan Akabi, acımasız bir adam olan amcası tarafından büyütülmüş ve annesini ölüm döşeğindeyken tanımış bir genç kızdır. Son derece kapalı bir yaşam süren Akabi, Osmanlı Ortodoks Ermenilerindendir. Bir gezinti sırasında tanıştığı Hagop ise Osmanlı Katolik Ermeni mezhebine mensuptur. Her ikisi de mezhep ayrılığını onaylamayan gençler birbirlerine âşık olduktan sonra kısa bir mutluluk dönemi yaşarlar. Fakat farklı mezheplerden iki gencin birbirine olan aşkı ve bağlılığı, aileleri tarafından iyi karşılanmaz. Akabi, amcası tarafından tehdit edilir. Hagop`un babası ise rahip Fasidyan`ın kışkırtmasıyla oğluna Akabi`nin bir başkasıyla evlendiği yalanını söyler ve sözde Akabi`den gelen bu yolda bir mektubu ona verir. Hagop`un dünyası yıkılır, hastalanır. Hagop`un hasta yattığından habersiz olan Akabi, art arda yazdığı mektupların hiçbirine cevap alamayınca giderek ümitsizliğe kapılır. Oysa onun mektupları Hagop`un eline geçmediği gibi, Hagop zaten ateşler içinde yattığından mektup yazabilecek durumda değildir. Kendilerine oynanan kötü oyundan habersiz olan iki genç, artık hızla felakete doğru sürüklenmektedir. Hagop, babasının ve Fasidyan`ın hilesini öğrendiğinde ve Akabi`nin son mektubunu tesadüfen ele geçirdiğinde, sevgilisini intihardan kurtarmak için çok az vakti kalmıştır. Akabi`ye erişmek için insanüstü bir çaba sarfeden Hagop, hâlâ çok hasta olmasına rağmen hemen yola çıkarsa da, gece yarısı karakolun önünden geçerken şüpheli bulunarak hapsedilir. Nihayet serbest bırakıldığında sevgilisinin bulunduğu yere koşar, fakat Akabi oradan ayrılmıştır. Bir uçurumun kenarında duran Akabi, arkasından gelen ayak sesinin Hagop`a ait olduğunu bilmeksizin, kendisini yakalamak için geldiklerini düşünerek elindeki zehri içer ve kendini denize atar. Hagop, sevgilisini denizden kurtarırsa da zehrin ölümcül etkisinden kurtaramaz, sevgilisinin ölümünün ardından üzüntüsünden tekrar hastalanır ve yirmi gün sonra o da ölür.
Hagop`un Akabi`ye kavuşamaması, daha doğrusu kavuştuğu anda onu sonsuza dek kaybetmesi, son derece trajik bir sondur. Hagop`un tutkulu, fedakâr, hassas bir âşık kimliği göstermesi, Divan edebiyatından ve halk edebiyatından gelme özelliklere göre açıklanabilirse de, Hagop`un daha çok Fransız usulü bir âşık kimliği taşıdığı açıktır. Batı edebiyatının Ortaçağ dönemi eserlerinde görülen ve dönemin şövalyelik anlayışına göre şekillenen "saraylı aşkı" (courtly love/amour courtois), seven ve sevilen ilişkisi bakımından Divan şiirindekine yakın bir estetiğe dayanır. Her iki estetikte de aşk merkezdedir; aşkın belirli kuralları vardır; sevilen hükmeder, seven acı çeker; âşık sevgilisine ulaşmak için çok çaba göstermek ve acı çekmek zorundadır. Bu ilişkide Divan şiirindeki aşktan farklı olan yan, aşkın karşılıklı olmasıdır(Akün 1994: 414). Türk halk hikâyelerinin trajik sonuçlananlarında ise aşk karşılıklıdır fakat engeller çok güçlüdür. Hagop ile Akabi arasındaki aşk da karşılıklıdır ve engellerin gücü yüzünden ümitsizdir. Üstelik ümitsizlik kızın ailesinden çok, erkeğin ailesinden kaynaklanan sorunlardandır; ama sevgililerin kavuşamamasında her iki ailenin de payı büyüktür, tıpkı Batı edebiyatı geleneğinin bu konudaki en önemli örneği Romeo ve Juliet`te ve Türk halk hikâyelerinden Kerem ile Aslı Hikâyesi`nde olduğu gibi. Kerem ile Aslı Hikâyesi`nde de din ayrılığı, sevgililerin önünde aşılamaz bir engel olarak yükselir; sevgilisine erişmek için onun peşinden diyar diyar dolaşan Kerem sonunda sevgilisine kavuştuğu ve onunla evlendiği sırada Aslı`nın babasının büyüsü yüzünden ona elini bile süremez ve aşk ateşiyle küle döner. Onun küllerinden de Aslı yanar. Demek ki, ailelerin koyduğu engellerle birbirine kavuşamayan âşıklar, dünya edebiyatının sözlü ve yazılı kültürünün en önemli konularından birini oluşturmaktadır. XIX.yüzyıl İstanbul`unda geçen bu imkânsız aşk hikâyesinde de Türk ve Batı edebiyatından izler iç içe bir halde karşımıza çıkmaktadır.
Kendisi bir Katolik olduğu halde Vartan Paşa, kilise ayrılığından kaynaklanan bu trajik aşk hikâyesinde asla taraf tutmaz ve romanı aracılığıyla okurlara bu tür ayrılıkların neden olduğu acıları göstermeyi amaçlar. Romanın kurgusal akışı düz çizgili olsa da duygusal çizgisi için aynı şey söylenemez. Akabi ile Hagop`un aşkına ve karşılaştıkları zorluklara bağlı olarak duygusal grafik gittikçe yükselir ve en üst noktadayken roman sona erer.
Bir anlamda "saraylı aşkı" anlayışını sürdüren Batı romantizminden Türk edebiyatına çevrilen eserlerde ve Akabi Hikâyesi`ni kaleme alan Vartan Paşa`nın dahil olduğu Osmanlı-Rum vatandaşlarının orijinalinden okuduğu kitaplar arasında böylesi bir aşk anlayışının yoğun izlerine rastlanır. Tanzimat döneminde daha çok popüler edebiyat eserlerinden yapılan çevirilerden beslenen bu romantik âşık tipi, telif ilk Türk yazılı anlatılarında da ister istemez etkilerini gösterir. Bu açıdan bakıldığında yaklaşık yirmi yıl sonra yayınlanan Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat, Akabi Hikâyesi`ne göre çok daha belirgin özellikler taşır. Her iki romanda da faciayla sonlanan aşk hikâyeleri aracılığıyla töre eleştirisi yapılmakta ve bir anlamda okurların eğitilmesi amaçlanmaktaysa da, Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat`ta duygusallık daha üst düzeyde işlenmiş, âşık kimliği daha ön plana çıkarılmıştır. Bunda Akabi Hikâyesi`nin baş kişisinin öncelikle Akabi, Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat`ın ise baş kişisinin -neredeyse- Tal`at olmasının etkisi vardır.
Metinde kişiler derinlikli olarak tahlil edilmezler ama yaşantıları, davranışları, tavırları öylesine dikkatli bir şekilde yansıtılır ki, okurun onların duygusal portresine gereksinimi kalmaz. Sadece olaya karşı değil kişilerine karşı da tarafsız kalmayı başaran Vartan Paşa, onları ne yüceltir ne abartır; olduğu gibi, doğal halleriyle anlatır. O nedenle Akabi Hikâyesi`nin baş kişileri birer kahraman değil, karakterdir. Ama aynı özellik ikinci, üçüncü derece kişiler için (örneğin Rupenig, Varteni, Fasidyan... için) geçerli değildir; onlar zaman zaman tip özelliği gösteren kişilerdir. Bu farklılıklar, romanın kurgusunun daha güçlü ve parçaların birbirine daha bağlı olmasını sağlayan bir özelliktir.
Bu özellikler göz önüne alındığında Akabi Hikâyesi`nin kurgusu, her ne kadar düz akışlı ise de, belki temelde bir aşk anlatısı olduğu için halk hikâyelerinin yapısına benzerlik gösterir. Eserin, Türk halk anlatılarından çok Avrupa edebiyatının klasiği olan Romeo ve Juliet`in temasından etkilendiği ve XIX.yüzyıl Fransız Romantik romanlarının etkisini taşıdığı açıktır. Ama yedinci fasıldan itibaren yapısal olarak halk hikâyelerindeki aşk-engeller-son çizgisini içerdiğini söylemek çok yanlış olmasa gerek. Burada da halk hikâyelerindeki gibi, fedakâr ve coşkulu âşıklar vardır ve birinin ölümünün ardından diğerinin de ölümü gelir. Halk hikâyelerinden farklı olarak eserde gerçekçi ve toplumcu bir yaklaşım egemendir, idealler değil gerçekler sergilenmiştir, neden-sonuç ilişkisi güçlüdür, olaylar ile kişiler arasındaki sağlam bir denge vardır. Duygusal bakımdan yükselen grafik, eseri ağlangaç ve ağdalı bir romantizme sürüklememiştir. Yazar, sorunu ve olayı sergilemiş, sonucunu göstermiş ama kendisi ders verme yoluna gitmemiştir.
Romanın başında aşkın ve ona bağlı olayların işlenişindeki ağırbaşlı tavra karşın romanın sonlarına doğru gittikçe hızlanan bir olay akışıyla ve yoğunlaşan duygularla karşılaşılır. İlk bölümlerde yer yer karşılaşılan eğlenceli hava ve komiklikler giderek azalır, yerini oldukça trajik olay ve ayrıntılara bırakır. Yazarın bu konudaki tavrı oldukça ilginçtir; romanın son bölümleri hariç, kasvetli sahnelerin ardından eğlenceli sahneleri getirerek (örneğin Anna Dudu`nun trajik hikâyesinin arkasından İstanbul`da yazlıktaki gezinti zamanlarını bütün renkleri ve canlılığıyla anlatarak) metnin tek yönlü olmasına engel olur. Benzer şekilde Hagop-Akabi aşkının giderek hüzünlü bir hal alan havasına karşılık, Rupenig`in Fulik`e duyduğu aşk anlatılır. Hagop`tan önce romanda olanca gülünçlüğü, görgüsüzlüğü, cahilliği ve zenginliğiyle Rupenig tanıtılır. Yazar, böylece acıyla gülüncü, derinlikli olanla yüzeysel olanı dengeler.
Fakat romanı ilginç ve farklı kılan asıl özelliği, Osmanlı-Türk romanının başlangıç noktasında taşıdığı kültürel ve edebi özelliklerdir. Bir Ermeni tarafından Ermeni harfleriyle ama Türkçe yazılmış olan Akabi Hikâyesi, Batı romanından esintiler taşımakla birlikte Türk sosyal yaşamının ve Osmanlı İmparatorluğu`nun renkli kültür yelpazesinin sergilendiği bir eserdir. Bu haliyle eser, sadece sözlü anlatıdan yazılı anlatıya ve modern romana geçişin değil, iç içe ve yan yana süren etnik-dinsel grupların birlikteliğinin de yazılı bir simgesidir.
Adı geçen beş anlatı (Muhayyelat-ı Ledünn-i İlahi, Akabi Hikâyesi, Hayalat-ı Dil, Müsameretname, Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş) birçok kaynak tarafından Türk edebiyatında ilk roman olarak tanımlanan Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat`tan önce veya onunla aynı yılda yayınlanmış yazılı anlatılardır. Batılı anlamda Türk romanının başlangıç noktası olarak Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat`ın alınması, Muhayyelat`ın, Müsameretname`nin çerçeve kurguya dayanan masalsı yapısından, Hayalat-ı Dil`in Divan edebiyatının sembolik estetiğini ve secili üslûbunu benimseyen anlatımından, Akabi Hikâyesi ve Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş`inse çok yakın tarihlere kadar tanınmamasından ve belki de yabancı yazarlar tarafından kaleme alındıkları için birer Türk romanı olarak kabul edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Oysa Muhayyelat, masal anlatımından yazılı anlatıma, anonimden özgün ve bireysel yaratıma geçişte önemli bir ilk adımdır. Müsameretname ise çerçeve kurgu içindeki uzun soluklu anlatılarıyla kısa romanla uzun hikâye arasında bir noktada kalır ve zaman zaman kendi devri için oldukça yeni, modern bir yaklaşımla yüzyılın sorunlarına eğilir. Simgesel kuruluşunun ardında son derece ironik bir yaklaşıma sahip olan Hayalat-ı Dil, secili üslûbundan arındırıldığında bugün için bile geçerli bazı siyasal gerçeklere işaret etmesiyle, son derece ilginç bir eserdir. Akabi Hikâyesi ve Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş`e gelince, onlar, Osmanlı`nın sosyal yapısındaki renklerin edebiyat yaşamına birer yansımasıdır ve eserlerin Ermeni veya Rum harfleriyle ama Türkçe kaleme alınmış olması yazarlarının kendilerini birer Osmanlı Türk vatandaşı hissettiklerinin bir kanıtıdır. Üstelik eserlerin Türk yaşamından ve kültüründen olduğu kadar Türk sözlü anlatılarından taşıdığı izler ve etkiler gözönüne alındığında, onları Türk romanının başlangıcında bir aşama olarak kaydetmek gerekir.
Batılı anlamda roman örnekleriyle değilse de, sözlü kültürden yazılı anlatıya geçiş aşamasındaki metinlerle Türk romanının ilk örnekleri XVIII.yüzyıl sonundan itibaren verilmiş, Batılı romana teknik ve yapı bakımından daha uygun örneklerse XIX.yüzyılın son çeyreğinde yayınlanmaya başlanmıştır. Bu çalışmada adı geçen metinlerin ancak edebiyat tarihi araştırmalarındaki son çalışmalarla günışığına çıkması, onları ve benzer çabayı bekleyen diğer eserleri tanımamızı, bu sayede Türk yazılı anlatılarının geçmişini yeniden sorgulamamızı sağlayacaktır.
ÖZET
XIX.yüzyılda sosyal ve kültürel bir değişim içine giren Osmanlı İmparatorluğu`nda edebiyat alanında da büyük yeniliklerle karşılaşılır. Batılı anlamda roman ve tiyatronun yaşamımıza girmesi, bu yeniliklerin en önemlileridir. Ta`aşşuk-ı Tal`at ve Fitnat (Şemsettin Sami, 1288/1872) romanı, birçok kaynakta Türk edebiyatında Batılı anlamda romanın başlangıcı kabul edilir. Oysa XVIII.yüzyıl sonlarından başlayarak Divan ve halk edebiyatlarından farklılaşan ve romana yaklaşan bir yazılı anlatı anlayışının ilk örnekleriyle karşılaşılır. Sözlü kültürün yazılı kültüre dönüşüm noktasında bulunan bu eserler, Osmanlı İmparatorluğu`nun zengin ve renkli sosyal yapısının izlerini taşırlar. Muhayyelat (Aziz Efendi, 1268/1796), Akabi Hikâyesi (Vartan Paşa, 1851), Hayalat-ı Dil (Hasan Tevfik, 1285/1868), Müsameretname (Emin Nihat Bey, 1288-1292/1872-1875), Temaşa-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş (Evangelinos Misailidis, 1872) adlı eserler Doğu ile Batı`yı, Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki azınlıklarla Türkleri, sözlü anlatı ile yazılı anlatıyı, gelenek ile geleceği birleştiren ve Osmanlı-Türk romanının doğuşunu hazırlayan özgün eserlerdir.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Osmanlı`nın 700. Yılı Özel Sayısı,
Ekim 1999: 185-202`
G. Gonca Gökalp - Alpaslan
20.11.2001