01 Nisan 2012
Bitlis`te 4 Ermeni mezarlığından 3’ünün üstünde bugün devlet binaları yükselmekte. Bir mezarlığın üzerinde ise İmam Hatip Lisesi var. Kilise ise yıkılarak önce cezaevi sonra okul yapılmış. Bitlis`te Ermenilerin malların nasıl talan edildiğini inceledik.
İktidar gücünü elinde bulunduranların ekonomik hırslarının bir halkı nasıl toptan yok etmeye adım adım götürdüğünün tarihteki ilk belirgin örneği olan 1915 Ermeni katliamı, neredeyse bir asrı geride bırakacak. Katliam, sürekli bir etnik mesele olarak algılansa da o günden bu yana yaşananlar açıkça gösteriyor ki Ermeni meselesi, anlatılanın aksine bir Ermeni-Müslüman çekişmesinden öte, yüzyılın ilk en büyük ekonomik kavgasıdır. Konuyla ilgili araştırma haberimizde katliamın en yoğun yaşandığı kentlerden biri olan Bitlis’i ele aldık. Bitlis ve ilçelerinde sürülen ve katledilen Ermenilerin mallarının devlet bürokrasisi tarafından çeşitli entrikalar ve oyunlarla, çıkarılan garip kanunlarla nasıl talan edildiğini inceledik…
Her kentin, her kasabanın, her köyün ve Türkiye’de yaşayan istisnasız herkesin anlatacağı bir Ermeni hikayesi vardır. ‘Ermeni’ kelimesi, resmi tarih ve devlet yetkililerinin ajandasında ‘sözde soykırım’ ve ‘diaspora hayalleri’ cümlelerinde sıkça kullanılıyor olsa da, ‘Ermeni’ kelimesinin halk arasındaki kullanımının asgari objektifliğe sahip olduğu söylenebilir. Birkaç kişinin bir araya gelerek başlattığı konuşmalarda başta “Ermeni komşular” ve onların günlük hayatlarının bizlere ne kadar benzediği gibi insancıl ve kısmen özlem dolu cümleler kullanılırken, hemen sonrasında konuşmanın yönü Ermeni mallarına ve define merakına dönüşüveriyor.
Ermeni kelimesini duyduğunda define merakıyla elleri kazma-kürek sapına giden bizler, Ermenilerin varlıklarının zorba bir şekilde bizlerin varlıklarına armağan ettirildiğinin farkında mıyız? Aklımızdaki Ermeni kavramının salt onların malı ve mülkü üzerinde kurulu olması garipliğini de bir kenara bırakarak, bugüne değin Ermenilerden geriye ne kaldığı sorusunu dahi kendimize yöneltmiyoruz. Binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan, kültürünü şekillendiren bir halktan geriye “Ermeni” denilebilecek bir tek dikili taşın dahi bırakılmamış olması neyin gayretidir? Bu sorunun cevabı gayet basit; Binlerce yıldır Ermeni olan her şey, bir gecede Müslümanlaştırılmış ve Türkleştirilmiştir.
ERMENİ DÜŞMANLIĞI TEMEL DEVLET HİZMETİ!
Ermenileri ve onlara ait olan her şeyi silmek, devlet görevlileri ve yerel bürokratların temel görevlerinden biri olmuş durumda. Her ne kadar günümüzde bu topraklarda Ermeniler yaşamıyor olsa da, bir zamanlar yaşadıkları gerçeğini toplumdan saklamak da sadık devlet memurlarının temel devlet hizmeti olmuştur. Bu kapsamda Ermenilerden kalan gayrimenkullerin çoğu Emval-i Metruke kanunuyla gasp edilerek, kişilere dağıtılmış, asıl sahipleri olan ve devlet eliyle zorla sürülen kişiler mantığa aykırı bir şekilde “firari eşhas” sayılmış, dağıtılamayan gayrimenkuller ise kaderine terk edilmiştir. Bu gayrimenkullerden kiliseler çoğunlukla ahır ya da saman deposu olarak görevlerini tamamlamalarının ardından, tarihten silinmek üzere taşları ya bina yapımında kullanılmak üzere sökülmekte, ya da doğanın insafına terk edilmektedirler.
MEZAR TAŞLARI DELİL OLABİLİR!
Kilise ve manastırlara ek olarak Ermeni mezarlıklarının durumu da hiçlikle anılır durumda. Bu topraklarda yaşananların anlatılmaması için Ermenilerin sürülmeleri, yok edilmeleri yeterli görülmemiş; mezar taşlarının Ermeni varlığına dair delil teşkil etmesinden çekinilmiş olacak ki Ermeni mezarlıkları da kamunun hizmetine sunuldu.
Mezarlıkların kamu hizmetine sunulmasına örnek verecek olursak; Bitlis bu konuda vicdanların en çok yaralandığı yerlerin başında geliyor. Kentteki 4 Ermeni mezarlığından 3’ünün üstünde bugün çeşitli kurumların binaları yükselmekte. Bu mezarlıklardan İnönü Mahallesi’ndeki mezarlığın üzerinde Halk Eğitim Merkezi bulunurken, mezarlığa yakın bir yerde bulunan kilise uzun yıllar cezaevi olarak kullanıldıktan sonra yıkılarak yerine Dideban İlköğretim Okulu kurulmuş. Sapkor (Dsapkor, Sapırkor) Mahallesi’nde bulunan Ermeni Mezarlığı da tamamen tahrip edilerek, üzerinde Bitlis İmam Hatip Lisesi olarak kullanılan bina inşa edilmiş.
Çeşitli kamu binalarının Ermeni mezarlıkları üzerinde kurulması başlı başına vicdanları yaralayan bir devlet tasarrufu olsa da, Bitlis’in Mahallebaşı semtinde bulunan Ermeni mezarlığının üzerinde 8 Ağustos Atatürk Stadyumu’nun kurulmuş olması hiç şüphesiz bütün vicdanları isyana sevk edecek güçte bir tahammülsüzlüğün gerekçesi. Spor müsabakalarının, kurtuluş günlerinin ve resmi geçitlerin yapıldığı stadyum arazisinin bir mezarlık olduğunun bilinmesine karşın yine de stadyum gibi bir yapının mezarlık üzerinde kurulmasının temel amacı; geride Ermenileri hatırlatacak ya da Ermenilerin atalarının yattığı mezarları ziyaret etmemelerini sağlamak olarak açıklanabilir.
KENDİ KANUNU BİLE ÇİĞNİYOR
Devlet eliyle Ermeni mezarlıklarına karşı yürütülen yok etme politikası insanlık ortak değerlerine ve bireysel vicdana aykırı olduğu kadar uluslararası kanunlara da aykırı. Lozan Antlaşması’nın 42. maddesinin üçüncü fıkrasında “Türk Hükümeti sözü geçen azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dini kurumlara her türlü korumayı sağlamayı taahhüt eder” denmektedir. İlginçtir ki Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, imza attığı uluslar arası kanunları görmezden gelmekle yetinmemiş, kendi kanunlarını; 3998 sayılı Belediye Kanunu’nun ikinci ve Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanun üçüncü maddeleri gibi benzeri kanunları da göz ardı ederek, Ermeni mezarlıklarının talanında herhangi bir kusur görmemiş. Bu kanunlar hiçe sayılarak, Bitlis’teki Ermeni mezarlıklarının okul, cezaevi, İmam-Hatip Lisesi ve Stadyum olarak kullanılmasında aykırı bir durum görülmemiş!
TCK’DE BU UYGULAMAYA CEZA VAR
Bu maddelere ek olarak Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 130’uncu maddesi, mezar ve mezarlık talanına üç aydan başlamak üzere iki yıla kadar hapis cezası öngörüyor. Tüm bu kanun maddelerine ve cezai müeyyidelere karşın, Ermeni mezarlıklarına karşı gösterilen devlet hoyratlığı ve bürokratik yağma karşısında hiçbir hukukçunun ses çıkarmaması, devlet erkini elinde bulunduranların bilinçaltlarında düşman olarak belirlediği Ermenilerden her türlü intikamı almasını meşru gören bir anlayışın hakim olduğunu kanıtlar nitelikte.
Bununla beraber, mezarların ziyaret ve anma gibi insancıl ve vicdani bir ritüele sahip olması, Ermeni mezarlarının korunmaları halinde mezarları ziyarete gelecek olan insanların bulunabileceği düşüncesinin de belirgin bir psikolojik etki yarattığı söylenebilir. Ermeni mezarlarının tahrip ya da yok edilmesinin altında, olası ziyaretlerin önünün kesilmesi amaçlanarak, mezarların bulunduğu yöre halkı ile mezarları ziyaret eden Ermeniler arasında olası bir karşılıklı bir etkileşimin de kıvılcımlanmasına şans tanımama zihniyeti amaçlandığı söylenebilir.
‘TERK EDİLMİŞ’ MALLAR KANUNU!
1915 tehcirinin ardından Ermenilerden arındırılan bölgelerde, Ermenilerden kalan gayrimenkuller ya bölge halkı ya da Balkanlar ve Kafkaslardan göç eden muhacirlere cüzi miktarlar karşılığında satıldı. Söz konusu satışlar, 26 Eylül 1915 tarihinde Talat Paşa tarafından hazırlanarak, yürürlüğe konulan Emval-i Metruke (terk edilmiş mallar) kanunuyla, Ermeni malları gerçek sahiplerince yapılacak herhangi bir itirazı kabul etmeksizin yürürlüğe konuldu. İlginç olan şu ki, bu kanunun yürürlüğe konulduğu tarihte Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik, aynı zamanda Talat Paşa’nın da bacanağıdır. Bitlis Valisi ve Talat Paşa’nın bacanağı Mustafa Abdülhalik, bu tarihten 9 sene sonra ilk Meclis’in Maliye Vekili olarak TBMM’de yaptığı konuşmayla tarihe geçecek ve Ermenilerin tehcirinin anlatıldığı üzere salt bir güvenlik tedbiri olmadığını, “Bize mensup olmayanlara mümkün olduğu kadar müşkilat göstereceğiz” sözleriyle ortaya koyacaktır.
SÜRGÜN, KARARDAN ÖNCE BAŞLADI
‘Bitlis’ adının geçtiği bir başka ilginçlik de İttihat Terakki Hükümeti tarafından alınan Tehcir kararının öncesinde Bitlis’te yaşayan Ermenilerin sürgüne yollanmaya başlaması ile anılacaktır. 27 Mayıs 1915’te taslağı hazırlanan, 30 Mayıs 1915’te Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) imzaya sunularak yürürlüğe konulan Ermenilerin yurtlarından sürülmelerini öngören Tehcir Yasası resmiyet kazanmadan yaklaşık bir ay kadar önce Bitlis’teki Ermeniler, İTC tarafından devlet gözetiminde göç yollarına gitmeye zorlanmışlardı. 2 Mayıs 1915 tarihinde, yani Tehcir Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden 28 gün önce başlanan bu uygulama sonrasında Bitlis’teki tüm Ermeni nüfusu göç ettirilmişti. Göçe tabi tutulacaklar hakkında mahkemelerce alınmış bir karar ya da aranan belirli bir kriter yoktu.
TEHCİR İÇİN ŞÜPHE YETERLİYDİ
Enver Paşa, 2 Mayıs 1915’te Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’dan bu bölgedeki Ermenilerin isyanlarını daha fazla sürdürmelerini engellemek için onların ya Kafkasya’ya, ya da Anadolu içlerine dağıtılmalarını ve yerlerine de Müslümanların yerleştirilmesini istedi. Bunun üzerine Talat Pasa, geçici bir kanun çıkarmadan ve Meclis-i Vükelâ kararı olmadan, bacanağı Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik aracılığıyla Bitlis’te tehciri başlattı. Burada üzerinde durulması gereken konu, tehcir kararı uygulanacak kişiler hakkında net bir belirleme yapılmamış olmamasıydı. Uygulayıcıların, bir şekilde “ihanet içinde” olduklarından şüphelenebilecekleri herhangi bir kişiyi, hiçbir resmi bildirim yapılmadan tehcire tabi tutabilecekleri bu kanun yaklaşık 100 yıldır Türkiye’nin başını ağrıtıyor. Herhangi bir itiraz merciinin olmamasına karşın, olası bir itirazı önlemek isteyen İTC ve günün bürokratları, Bitlis’te yaşayan tüm Ermenileri tehcire tabi tutarak, aleyhlerinde gelişebileceğine inandıkları bir takım olumsuzlukların da önünü böylece kapatmış olmuşlardı.
MALLARI NASIL TALAN EDİLDİ?
Tehcir kararının uygulanarak, Ermenilerden arındırılan topraklar üzerinde geniş çapta bir el değiştirme hareketi yaşandı. Çoğunlukla talanı andıran bu el değiştirmelere yasal bir zemin hazırlama çabasında olan İTC hükümeti 26 Eylül 1915 tarihinde Emval-i Metruke, yani Terk Edilmiş Mallar adı altında bir kanun çıkararak, Ermenilerin geride bıraktıkları mal ve mülkleri hakkında izlenecek yollarla ilgili esasları belirledi. Buna göre tehcire tabi tutulan Ermenilerin mallarının bir kısmı Kafkaslar ve Balkanlardan gelen muhacirlere verilecek, kalan kısmının da satışı yapılarak, tehcire tabi tutulan sahiplerine satıştan elde edilecek gelirler sair masraflar çıktıktan sonra ödenecekti. Bu amaçla aralarında Bitlis’in de olduğu 33 Emval-i Metruke Komisyonu oluşturularak, satış ve devir çalışmalarına başlandı. Komisyon çalışmalarının hakkaniyet sınırları içinde yürütülmediği, çalışmaların başladığı ilk günden itibaren devlet yetkilileri tarafından bile kabul edilmesine karşın, resmi kayıtlarda hangi Ermeniye, hangi malından dolayı ne kadar ödeme yapıldığına dair bir bilgi bugüne kadar bulunamadı.
BACANAK DEVREDE
Ermenilerden kalan gayrimenkul ve mülkler konusu cumhuriyetin ilk yıllarında uğraşması gereken başlıca konulardan biri haline geldi. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ardından Ermenilerden kalan mal, mülk ve gayrimenkuller konusu Büyük Millet Meclisi’nin gündemine gelmişti. Gündeme alınan bu sorunla ilgili yürütülen tartışmalarda Ermenilerin mallarına el konulmasının en ateşli taraftarı, Bitlisliler için tanıdık bir sima olan Talat Paşa’nın bacanağı, tehcir dönemi Bitlis Valisi Mustafa Abdulhalik’ti. 1915’te Talat Paşa’nın bacanağı olmanın verdiği referansla Bitlis Valisi olan ve ittihatçılarla birlikte hareket eden Abdulhalik, genç cumhuriyetle beraber, Ermeni meselesi ile ilgili yaşanan tartışmalara Maliye Vekili (Bakan) olarak katılıyordu.
BACANAK VE ARKADAŞLARININ OYUNU
İttihat ve Terakki`nin 1915`te Ermeni ve Rumları sürgün ettikten sonra mal ve mülklerine el koymaya imkan veren 26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu, İstanbul Hükümeti`nin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesiyle yürürlükten kaldırılır. Bununla, malların sahiplerine geri iade edilmesi ve geçmiş dönemle ilgili zararın tazmini de hedeflenir. Büyük Millet Meclisi, önce gizli ve ardından aleni celsede yapılan tartışma sonucunda kabul edilen 14 Eylül 1922 tarihli kararıyla, bu kararnameyi kaldırır ve 15 Nisan 1923 tarihli 333 no`lu kanunla da İttihatçı tasfiye sistemine tam dönüşü sağlar. Maliye vekili Mustafa Abdulhalik ve arkadaşlarınca Ermeni mallarıyla ilgili sorunları ortadan kaldıracak yöntemler aranırken akıllara pratik bir yöntem gelir.
Tehcire tabi tutulan Ermenilerin geride bırakmaya zorlandıkları malları Osmanlı devleti tarafından terk edilmiş, yani emval-i metruke sayıldıklarından, Ermenilerden mal ve mülk talep edenlerin Lozan Antlaşmasının imzalandığı 24 Temmuz 1923 tarihinde mallarının bulunduğu bölgede olmaları kararı alındı. 24 Temmuz 1923 tarihine kadar malları başında bulunmayan Ermenilerin, malları üzerinde herhangi bir tasarruf hakkına sahip olamayacakları da kanunla ilan edildi. Ek olarak, bu tarihte ülkede bulunmayanlar “Firar-i Eşhas” sayılarak, Ermeniler kendilerince bir tehcir hareketi başlatmış bir gibi ayakları yere basmayan, tarihi gerçeklere aykırı bir durum ortaya çıkarılmıştır. Sonuç olarak, Ermenilerin mallarının geri verilmesi, kendileri sadece 30 Ekim 1918- 20 Kasım 1922 tarihleri arasında başvurmuşlarsa kabul ediliyordu. 20 Kasım 1922’den sonraki istekler ise geçerli olmayacaktı.
ETİK VE VİCDAN BİR TARAFA BIRAKILIR!
Ermeni mallarıyla ilgili sorun, Lozan Anlaşmasıyla yolunca halledildikten ve Ermenilerin malları üzerinde bir tasarruf hakkına sahip olmamaları sağlandıktan sonra, söz konusu mallar ve gayrimenkullerin dağıtımına başlanır. Malların tasfiyesi sırasında etik ve vicdani değerler bir kenara bırakılarak, başta kiliseler olmak üzere çeşitli dini yapılara tapu çıkarılarak, bunların hayvan ahırı ya da samanlık olarak kullanılmasında kusurlu bir yan bulunmadı. Buna ek olarak Ani Harabeleri’nin topçu ateşi ve dinamit yardımıyla yok edilmeye çalışılması gibi kilise, manastır ve benzeri ibadethanelerin yıkılmasında ya da sökülerek, farklı yapılarda malzeme olarak kullanılmasına ses çıkarılmaz. Bu konuda Bitlis’te verilecek 2 örnek, söz konusu uygulamanın vicdan ve ortak insani değerlerin ne denli ayaklar altına alındığını göstermektedir.
SAMANLIK VE AHIR OLARAK KULLANILIYORLAR!
Tatvan ilçesine bağlı Kuşluca köyünde yaklaşık 500 yıllık kiliseye, Tatvan Tapu Kadastro Müdürlüğünce 1988 yılında tapu çıkarıldı ve şuan kilise, mülkiyeti ile birlikte verildiği şahıs tarafından ahır olarak kullanılıyor. Tatvan’da yapılan kadastro çalışmaları ardından Kuşluca köyünde ikamet eden Muhittin G. adlı vatandaşa 3 pafta, 116 parsel numarasıyla 500 yıllık kilise tapu edildi. 90’lı yıllarda boşaltılan köyüne geri dönen Muhittin G., Bitlis Valiliğine başvurarak, “Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Tazmini Hakkındaki Kanun”dan faydalanmak istediğini, göç ettirilmesi nedeniyle 10 yıldan fazla bir süre kendi tapusunda bulunan kiliseyi kullanamadığını belirterek, kurumdan 14 bin TL tazminat istedi. Talebi haklı bulunan ancak meblağı yüksek bulan kurum tarafından Muhittin G.’ye kilisesini kullanamadığı yıllar için 8 bin lira ödeme yapıldı.
Buna benzer bir başka olay da Bitlis merkeze 7 kilometre uzaklıkta bulunan Por (Değirmenaltı) köyünde yaşanıyor. Kilisenin batı duvarının önünde ‘jamatun’ adı verilen bir toplanma yeri inşa edilmiş ve tahminen 15. yüzyılın ortasında eski kilise onarılarak, güneyinde de bir şapel inşa edilmiş. Jamatun adı verilen toplanma yeri bugün harabe haline gelirken, her iki kilise ve şapel ise ahır ve samanlık olarak kullanılıyor.
ANANİA KİLİSESİ
Anadolu coğrafyasında benzerleri arasında eşsiz bir yere sahip olan St. Anania Kilisesi ve Manastırı korunması bir yana, resmi makamlarca yıkılmasının beklendiğini söylemek yanlış olmaz. Geçmiş yıllarda yapı bütününün etrafında evler yokken, son yıllarda köye geri dönüşlerle birlikte artan konut ihtiyacı, hem kilisenin yakınında evlerin inşa edilmesine neden olmuş, hem de başta dolgu malzemesi olarak bin 500 yıllık bir geçmişe sahip olduğu belirtilen yapının taşlarının kullanılmasının önüne geçilememiş. Bu tahribatın önüne geçmesi beklenen Bitlis Kültür ve Turizm Müdürlüğü yetkilileri, olayı incelemek bir yana, kiliseye tapu çıkarılmasına bile en ufak bir itirazda bulunmuş görünmüyor. Tarihi yapının günden güne yok olması karşısında da herhangi bir girişimde bulunmuyor.
ANF