24 Mayıs 2010
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Atina’daki temasları sırasında yaptığı basın toplantısında bir Yunanlı gazetecinin kendisine sorduğu ‘’Konuşmanızdan Ruhban Okulu açılacak gibi bir izlenim aldık, doğru mu? Türk vatandaşı Fener Rum Patriği Bartholomeus’un ‘ekümenik’ olarak nitelenmesi sizi rahatsız ediyor mu?’’ sorusunu ‘’Ecdadımı rahatsız etmediğine göre beni de rahatsız etmez. Ama ülkemde bazılarını rahatsız edebilir’’ şeklinde ve diplomatik bir dille yanıtladı. Keza AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış da ‘’Bir dine inananların Patriği nasıl tanımlayacağı, bir başka dinin mensuplarına bırakılmamalı. Osmanlı bu tanımlamaya saygı göstermiş’’ diyerek Başbakanı teyit etti. Bu sözler Türk politikasında bir aşama.
Ruhban Okulu’nun açılması konusundaki soruya da ‘’Bir ilerleme var. Hukuki boyutu unutmamak gerek. Azınlık sorunlarının aşılması için paralel adımların atılması, daha hızlı hareket etmemizi sağlar’’ şeklinde politik bir yanıt verdi.
Değerli yazar Erdem Yücel’in ‘’Bu Ruhban Okulu nedir, neden bu kadar önemlidir’’ başlıklı makalesi (kenthaber.com 17 Mayıs 2010), Heybeliada Ruhban Okulu tarihçesi ile beraber hukuki, daha doğrusu politik oluşumları sıralıyor ve bizleri aydınlatıyor. Ancak bu yazıya bazı okurlardan gelen hasmâne ve din odaklı yorumlara göz gezdirince yurdumuza has gerçekler karşısında karamsarlığa düşmemek elden gelmiyor. Bu gibi yorumlara bakarak genelleme yapmak elbette ki doğru olmaz. Ancak bazı kimselerin Sevr’in hortlayacağı korkusu yanında, olayları ulusçu ve dinci süzgeçlerinden geçirerek yorumladıklarını üzülerek gözlemliyoruz. Bize Avrupa’dan gelen ve bizdeki geçmişi ancak 100 yılı bulan ulusçuluk kavramının Kurtuluş Savaşımızla perçinlenmesi, arkadan gelen modernleşme çabalarımıza yetişemeyen eğitim ve kültür yapımızdaki boşluğu dolduran askeri ve sivil bürokrasimizde oluşturulmak istenen zafiyetle, bu gibi dinci ve fanatik kimlikler daha fazla su yüzüne çıkabiliyor. Bütün bu olumsuzluklara karşın, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek, AKP hükümetinin çağdaş söylem ve davranışlarını kutlamak gerek.
Osmanlı’dan günümüze kadar gelen vakıf kurumlarını, mal ve mülk tahsisi ile nemalanan ve belirli bir amaca hizmet eden kuruluşlar olarak nitelendirebiliriz. Osmanlı döneminden intikal eden Osmanlı, Rum, Ermeni, Musevi vakıfları ile beraber, Cumhuriyet döneminde kurulmuş vakıflar da ‘Vakıflar Kanunu’ hükmünce devam etmektedir. Keza Lozan Barış Antlaşması ile ‘azınlık vakıfları’ güvence altına alınmış bulunmaktadır. Ancak ‘azınlık vakıfları’, 1936’da çıkarılan bir yasa ile edinimlerini devlete beyan etmişler, bu tarihten sonra mevcut edinimleri dışında hibe kabul etme ve satın alma yetkileri, yani mal ve mülk edinmeleri engellenmiştir. Azınlık vakıfları ile beraber azınlık grubu oluşturan gayrimüslim kişiler dahî, Türkiye Cumhuriyeti uyruklu vatandaşlarımız oldukları halde ‘yabancı’ olarak nitelenmiş ve ayrımcılığa uğramışlardır. Bu tarihten sonra azınlık vakıflarına hibe edildiği veya vakıf işlevini yitirdiği tespit edilen mülklere devletçe el konmuş, bu gibi emlâk alelacele 3. şahıslara satılarak Hazineye irat kaydedilmiştir.
2004 yılına gelindiğinde ‘azınlık vakfı’ gibi ayırıcı bir tanımın yüz kızartıcı niteliği anımsanmış, bütün vakıfların aynı statü içine alınmasını amaçlayan ve el konulmuş bulunan emlâkin iadesini düzenleyen yeni bir ‘Vakıflar Kanunu’ çalışmaları başlamışsa da Meclis’ten çıkan yasa, 2006 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilmiştir. Nihayet Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanan yeni ‘Vakıflar Kanunu’, 2008 yılında yürürlük kazanabilmiştir. Bu günlere gelinceye kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ‘nin Türkiye Cumhuriyetini mahkûm ettiği önemli davalar vardır.
Bu gibi davalara verilebilecek en bariz örnek Büyükada Rum Yetimhanesi davasıdır. 26 dönüm çamlık arazide kâin 5 katlı, 206 odalı ahşap karkas bina, Büyükada Manastır (Hristos) tepesinde bulunmaktadır. Şu anda bakımsızlıktan harabe durumuna gelmiş bulunan binayı 1898-99 yıllarında bir Fransız şirketi otel olarak inşa etti. Mimarı İstanbul’a önemli eserler kazandırmış olan, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde de hocalık yapan, Alexandre Vallaury’dir. Ne var ki bina, ne hikmetse Sultan II. Abdülhamit’ten otel iznini alamaz. Şirket işletemeyeceği binayı banker Leonidas Zarifi’nin eşi Eleni’ye satar. Leonidas’ın babası Galata bankerlerinden Yorgo Zarifi’dir ki bu zat Osmanlı Bankası kurucularından olduğu gibi Sultan II. Abdülhamid’in kişisel servetinin de mâlî müşaviridir. Sultan, daha şehzadeliğinde, diğer şehzadeler maaşlarını har vurup harman savururlarken parasını biriktirmiş ve Yorgo ile iş yaparak parasını defalarca katlamıştır. Yorgo’nun gelini Eleni, aldığı mülkü Rum yetimlere tahsis etmek şartı ile Patrikhaneye hibe eder. Yetimhane 1902’de Sultan’dan ruhsat alır ve Balıklı Rum Hastanesinde bakılan yetimler buraya yerleştirilir. Bina, I. Dünya Savaşı sırasında Kuleli Askeri Lisesi olur, 1940’lı yıllarda kumarhane olarak çalıştırılır. Sonra tekrar aslına rücu etse de 1964’te yangın riski taşıdığı gerekçesi ve itfaiye raporu ile kapatılır. Ülkeyi terk eden Rumlardan arta kalan birkaç çocuk da Heybeliada Ruhban Okuluna gönderilir. 1997’de Vakıflar Genel Müdürlüğü, binada hayır işletmesine olanak bulunmadığı, binanın vakfın amacına hizmet etmediği gerekçesi ile (!) binaya el koyar. Danıştay 10. Dairesi vakfın bazı öğrencilere burs verdiği, bu nedenle vakıf hizmetinin devam ettiği gerekçesi ile el oyma kararını kaldırsa da Danıştay İcra Daireleri Kurulu, 10. Dairenin kararını bozar ve el koyma kararını onaylar. Türkiye Cumhuriyetinde başvuracak hiçbir hukuki merci kalmadığından Patrikhanenin başvurduğu AİHM’nin Temmuz 2008 tarihli kararı ile bina Patrikhaneye geri verilir.
Geçen bunca zaman zarfında, 46 yıldır metruk ve bakımsız kalan bina, yıllar önce çöken çatısından zemine kadar inen yağmur sularının tahribatı ile kolay kolay onarılamaz duruma gelmiştir. İskân edilebilir duruma gelmesi için onarım değil, büyük çapta restitüsyon gerektiği tahmin edilen binada Patriklik makamınca çevreyi ve barışı koruyan bir merkezin kurulacağı söyleniyor.
Bu, geçmiş olaylardan sadece bir örnek. Daha neler var. Şuna emin olun ki, bunları yazarken kendi kendimden utanıyorum.