16 Mayıs 2010
GEÇEN günü Beyoğlu’nda Tünel girişinin yanından aşağıya inen yokuşun başında genç bir adam yaklaştı ve bana, “Bugün de iki şehit verdik; bilesiniz istedim” dedi.
Ne diyeceğimi şaşırdım. O sırada beş tanınmış yabancı bilim insanıyla Karaköy’deki Sabancı Üniversitesi’nin İstanbul Politikalar Merkezi’nde düzenlenen “Uzlaşmazlık Çözümünde Yeni Modeller” adlı bir çalıştaya gidiyorduk. Konuklar sorunca çevirdim söylenenleri. Sonra da Kürt sorununa ilişkin ilk alan araştırmasını yapmam nedeniyle bu konuyla ilişkilendirildiğimi anlattım; sanki bu sorunu ülkenin boynuna ben dolamışım gibi.
Bir de kışın İstiklal Caddesi’nde bir giyim mağazasında başıma geleni naklettim. Tam da 1915 olaylarını resmi olmayan bir bakış açısıyla değerlendiren bir vicdan hareketi başlatılmıştı. Otuz bine yakın imzacı bireysel olarak, olan biteni tanımlamadan, vatanlarından sürülmeleri, kalanların da başka bir ulus ve dinin mensuplarının nüfusuna geçirilmeleri nedeniyle Osmanlı Ermenilerinin çektikleri acıyı paylaştığını ilan ettiği günlerdi. Ben de bu bildiriye imza koymuştum. Ardından da birkaç TV programında niye böyle yaptığımın gerekçelerini kamuoyuyla paylaşmıştım.
Anlaşılan bu programlardan birini seyreden dükkân sahibi, girdiğim giyim mağazasında bana dik dik bakmış ve “Biz Ermenilerden özür dileyenlere mal satmıyoruz” demişti. Karşılık vermeden çıktım. Ülkemizi paylaşan veya bizim asırlar boyu ülkelerini paylaştığımız (ne de olsa biz bu topraklara onlardan daha sonra gelmiştik) insanları kovduktan sonra artık özel mekânlarımızdan birbirimizi kovar hale gelmiştik. O şahıs adına ama daha çok hepimiz adına üzüldüm. Çok muhtemel ki bu şahıs, ekmeğini kazandığı dükkânın asıl sahibinin bundan yakın bir süre öncesine kadar yüzyıllardır İstanbullu bir Ermeni veya Rum olduğunu bilmiyordu. Böyle parçalı ve parçalarının birbirinden nefret ettiği topluma artık “ulus” denebilir mi?
O gece oturduk ve dostlarla bu iki olayın zehirli atmosferini tartıştık. Bilme ve öğrenme dürtüsü hayata gözlerimizi açtığımız anda başlar. Başlangıçta bize yardım eden yalnızca beş duyumuzla gelen algılardır. Görerek, koklayarak, dokunarak anlamaya, anlamlandırmaya çalışırız hayatı.
Olgunlaştıkça bu yetmez bize. Algıladıklarımızın, gördüklerimizin birbiriyle ilişkisinin bu ilişkiden doğan bütünlüğün ne anlama geldiğinin peşine düşeriz. “Neden ve nasıl?” soruları yönlendirir düşüncelerimizi. Ama işte bu soruları sormaya başladığımız an hayatın başka bir yatakta akmaya başladığı andır.
Bulduğumuz yanıtlar hiç de daha önce bellediklerimiz, bize öğretilenlere benzemez. Yeni öğrendiklerimiz hiç de hoşumuza gitmeyebilir. Artık rahatımız kaçmıştır. Bulduğumuz yanıtların doğruluğundan kuşku duyarız ya da onların sorguladığımız olayların tümünü açıklamaya yetmediğini fark ederiz. O nedenle çok kişi soru sormak, önceden öğrendiğini, bildiğini sorgulamak istemez.
Bu aşamada imdada ideolojiler ve inançlar gelir. Bize değişmeyeni, “mutlak” veya sorgulanamayacak “hakikati” sunarlar. Onlar, aklınıza gelen her sorunun yanıtının saklandığı kasalardır. Kendimizi sorular, hatta sorgulamalar karşısında çaresiz hissetmeyiz. İnanmak veya kabullenmenin rahatlığı ile yaşarız, bu rahatlığı yeni sorular ve yanıtları ile bozanlara düşman oluruz.
İşte bu rahatlığın, isterseniz tembelliğin, düşmanı bilim insanlarıdır. Onlar bilirler ki her düzen bir soru ile yıkılır, bir yenisi de farklı bir yanıtla kurulur. Bilim insanları hep hayatın gizlerinin peşindedirler. Onlar da bilirler ki, ömürleri yetmeyecektir tüm sorularına yanıt bulmaya. Ama yine de bu çabadan vazgeçmezler. Çünkü belki de bulmaktan çok aramaktır onlar için değerli olan.
Özverilerini, yorgunluklarını ve üstlendikleri riskleri çok az kişi takdir eder. Tek başına muhalefetin bedeli ağırdır. Onların ödülleri akıl denen canavarı doyurmak ve vicdan denen yangını söndürmektir. Benimsenirlerse âlim, reddedilirlerse hain olurlar. Ama her zaman bağımsızdırlar.