26 Nisan 2010
Esas amaç gerçeği aramaktansa beyinleri yıkamak olursa, olayları istediğiniz şekilde söyler, tüm Ermenileri Korsakov sendromuyla da itham edebilirsiniz.
Ermeni sorunuyla ilgili televizyon açık oturumlarında yüksek kurumların değerli tarih profesörleri konuya bir hayli bilimsel açıklamalar getirmeye çabalıyorlar. İşte onlardan birini izlerken her şey birden netleşiverdi zihnimde. Şimdiye kadar anlayamadığım ve açıklayamadığım bir sürü olay aniden çorap söküğü gibi çözülüp aydınlığa kavuştu. Bu bilgileri kendime saklamayıp sizlerle de paylaşmak istedim.
İşte Ermeni efsanelerinin ardındaki bilimsel gerçekler:
Birinci Dünya Savaşı başladığında erkekler silah altına alınarak, kadın, çocuk ve yaşlılar yalnız kalmış, dönemin İttihat ve Terakki hükümeti ise onları tehlikeden uzaklaştırmak için başka bölgelere nakletmiştir. Bu ayrıcalıktan yalnızca Ermeni asıllı vatandaşların yararlandığını ve diğer hiçbir vatandaşa bu hakkın tanınmadığını da dikkatinize sunmak isterim.
Öyle ki bu vatandaşları korumak amacıyla ve özellikle de evlerinde sıkılmamaları için, devlet onları jandarmalar eşliğinde, büyük güvenlik önlemleri alınarak, arabalarla ta Dicle ve Fırat kıyılarına kadar nakletmiştir. Buralarda çadırlar kurularak her türlü ihtiyaçları giderilecek şekilde yerleştirilmişlerdir. Amaçlardan biri de, mevsimlerden yaz olduğu için tam pansiyonlu iyi bir tatil geçirmelerini sağlamak olduğu kadar, ilan edilmemiş bir amaç da, bir deprem tatbikatı çerçevesinde ilk kez denenecek olan bir çadır kent uygulamasını gerçekleştirmektir. Burada hemen bir parantez açarak kamping turizminin temellerinin de bu uygulamayla atıldığını ve Harput’taki Amerikalı misyoner profesörler eliyle tüm dünyaya ve Avrupa’ya tanıtıldığını belirtelim (sahi, gerekli belge ve delilleri toplayıp kamping turizminin patent hakkını almak için uluslararası mercilere başvurmamak için sebep var mı? Memlekete kazandırılacak dövizi bir düşünün!).
Ancak, bir süre sonra bu çadır yaşamından sıkılan bazıları, tedbirsiz davranarak çocuklarıyla birlikte Fırat ve Dicle’nin sularında serinlemek isteyince, yüzme bilmediklerinden, akıntıya kapılıp boğulmuşlardır. Başkaları ise daha önce hiç deneyimli olmadıkları sulara yüksekten dalmayı denemiş ve hayatlarını yitirmişlerdir*. Akşamları ise bu vatandaşlarımıza hoş vakit geçirtmek için, büyük gösteriler düzenlenmiştir. At üstünde şövalyeler Hamidiye askerleri ve de yerel ağaların da yardımıyla görülmemiş bir elbirliği içinde canla başla çalışılarak muhteşem temsiller hazırlanmıştır*. Mesela Mozart’ın unutulmayan eserlerinden “Saraydan Kız Kaçırma” gibi o zamanlar için ender olan oyunlar sahneye konmuştur. Ancak bazıları çok saf olduklarından ve de böyle gösteriler seyretmeye alışık olmadıklarından, gerçekle gösterileri birbirine karıştırıp sahnelenmiş oyunlara kendilerini iyice kaptırıp, mesela ölüm sahnelerini gerçek gibi algılamışlardır (hani bir film seyrederken filmdeki oyuncularla sanki yanındaymış gibi seslenip onlarla konuşan büyüklerimiz gibi). Genç kızlarımız ve yeni gelinler ise sıkılmasınlar da tek eğlensinler amacıyla kocaman ateşler yakılmış ve de bu ateşlerin etrafında halaylar çekilerek oynatılmışlardır.
“Soysuz” torunların mırın kırını, soykırım
Dönemin içişleri bakanı ise onca işinin arasında, düzenli olarak çektiği telgraflarla bizim kampingcilerin hali pür melali ve tatbikatın seyri hakkında sürekli bilgi edinmiş; aman aralarından birine zarar gelmesin diye sağlıklarıyla bizzat ilgilenen paşa mı desem, doktor mu desem, hangi biri eksik bırakılmıştır ki*. (Bunca iyiliğe karşın, onların “soysuz” torunlarının “mırın kırın” etmesine ve başını alıp giden “mırın kırın”- soykırım - furyasına şaşmamak gerek; çünkü ne demiş büyüklerimiz: Gâvura iyilik yaramaz!). Ayrıca o yörelerde kenevir, haşhaş tarlaları yoğun olduğundan, bir kısım Ermeniler ise bu tarlalara dalıp, bu maddelerden aşırı derecede kullanmış, halüsinasyonlar görmeye başlamış ve gelecek nesillere bu sahneleri birer gerçekmiş gibi aktarmışlardır. Saldırı, katliam! Bütün bunlar halüsinasyona bağlı sendromlar olup, efsane ve gerçek arasında yaşadıkları kargaşanın habis ürünüdür. Bu olayı psikanalistler çok iyi bilirler ve esrar kullananların psikoz ve şizofreni gibi ruhsal hastalıklara yatkın oldukları bilimsel çalışmalarla ispatlanmıştır. Bu hastalık Korsakov Sendromu olarak da adlandırılır. Belirtileri ise hafıza ve düşünme yetisi bozukluğu, algılama yetersizliği gibi ruhsal kargaşalıklar olup, deliliğe kadar da varabilir.
Öyle ki bilimsel çalışmalardan ve arşiv belgelerinden de anlaşıldığı gibi, yapılan bu uygulama onları tehlikeden esirgemek, süregelen savaştan korunup, güzel bir tatil geçirmelerini sağlamak amacıyla yapılmış iyi niyetli devlet “baba”lık bir hizmettir. (Deprem tatbikatının ilan edilmemesindeki gizli amacın ne olduğu ise henüz bilinmeyerek; bu konuda son sözü bir tarihçinin mi, depremcinin mi, yoksa örneğin bir paşa dedenin resminin arkasındaki bir notu deşifre eden bir cin fikirlinin mi söyleyeceği merak konusudur).
İşte size bilimsel tarihi gerçekleri simgeleyen senaryolardan bir senaryo! Esas amaç gerçeği aramaktansa beyinleri yıkamak olursa, olayları istediğiniz şekilde söyler, tüm Ermenileri Korsakov sendromuyla da itham edebilir, bu çılgınlığınızda inatla direnerek ipe sapa gelmez nedenler de uydurarak bunlara sığınabilir ve kendinizi sonsuza değin savunabilirsiniz. Ancak amacınız gerçekten ikili bir diyalog kurmaksa, ergenlik çağından kurtulup olgunluk çağına girmenin zamanı çoktan gelmiştir artık.
Ergenlikten olgunluğa geçişte psikanaliz
Ruhbilimde, kişinin sağlıklı gelişebilmesi için çocukluğunda yaşadığı Oedipe kompleksini hemen sonra hadımlık komleksi (complexe de castration) izlemesi gerektiği anlatılır. Oedipe kompleksi erkek çocuğun annesini kıskanarak, onu elde edebilmek için babasına karşı çıkması sonucu doğar. Freud için bu evreyi hadımlık kompleksi izler. Çocuğun baba ile arasındaki düğümü çözebilmesi için babasının kendisinden daha güçlü ve üstün olduğunu, (Gerçeği) sembolik olarak phallus’ünü kaybetme pahasına da olursa, yaralanıp kabullenmesi gerekir. Örneğin kişinin gerçeği kabullenip, özür dileyebilme olgunluğuna kavuşabilmesi için gerçekleri kabullenerek hadımlık kompleksini aşması şarttır. Bunu kabullenmeyip karşı gelmeye devam ettiği takdirde ise normal ve olgun bir gelişimi olmaz ve ilerde nevroz ya da depresyon gibi sorunlarla karşılaşır. Bu kompleksler sürecini toplumlara da uygulayabiliriz, çünkü toplumlar da aynen kişiler gibi bazı evrelerden geçer. Türkiye’yi ele aldığımızda, Oedipe kompleksini henüz aşmış ve halen hadımlık kompleksiyle boğuşan erkeksi bir toplum olduğunu, dolayısıyla da onur ve gurur sınırının ötesine geçemediğini görebiliriz (The Economist dergisi 1 Aralık 2005 sayısında “Türkiye’nin hiç projesteron hormonu yok” diye bir başlık atmıştı; Türkiye’nin kadınlığı simgeleyen projesteron geninden tamamen yoksun olduğunu belirten yıllarca Ankara’da yaşamış olan ABD’nin eski büyükelçilerinden Marc Grossman’dı).
Bu duyguların aşılamaması ise, otoriteyi simgeleyen gerçekle yüzleşip hadımlık kompleksi evresinden bir türlü geçilemediğinin göstergesidir. Onur ve gururun ötesine geçemeyip, kırılgan bir yapıya sahip olunduğundan, sembolik olarak phallus’ünü kaybetmeyi ve yaralanmayı kabullenemeyip tıpkı ergen çocuklar gibi fiziksel olarak büyümüş gibi gözükmekte ısrar edilmesine rağmen yapısal olarak olgunluk çağına adım atmamakta direnen bir tabloyla karşı karşıya kalmaktayız. Tarihe ancak onur ve gurur çerçevesinden bakan bir Türkiye için, olgunluk çağına erişmek bu bağlamda güç olacağa benzer.
*Efendim, bknz. Osmanlı arşivleri.
Gazeteci-Yazar