12 Nisan 2010
Buraları, derler, çarşısı pazarı, balıkçısı, bakkalı, nalburu, manavı, küçük esnafıyla rızkından fazlasını istemeyenlerin ortamıydı.
Yaşlı bey Türk, yaşlı hanım Ermeni'ydi. İkisi de, buralarda, Türk, Ermeni, Rum, Musevi nüfusun yüzlerce yıl iç içe, birlikte, dayanışma içinde yaşadığını özellikle vurgular. Kendiliğinden, içten gelerek, garip bir sızıyla.
-Usta Gülten Akın geçmişte, "Son Şiir"de söylüyor:
"Yepyeni bir yaşamada hepsi
Çoktan unutmuşlardı beni
Affettim"...
Yedikule de affetti mi beni? Epeydir uğradığım yok. Oysa, yeni yaşamalarda da değilim. Geçen gün Sahil Yolu'ndan geçtik. Surlar az berimizde, surlardan sonra Yedikule. Anılarla donandım.
Handiyse on yıl geçmiş olacak; 2001'in sonbaharıydı, o günlerin 'kültür' kanalı TRT 2'den Sevinç Yeşiltaş aramıştı, yeni tasarısından söz açıyordu: Yazarların, edebiyatçıların vurgun oldukları bir kente yaklaşımları. Bir tür belgesel; ama dramatik yanı da olan bir belgesel. "Sesleriyle, yapıları, renkleri, günlük yaşamıyla semtler" diyordu Sevinç Yeşiltaş. En çok da "sesler" hoşuma gitmişti. Semtlerin sesleri olduğuna inanırım.
Böylesi bir tasarının yazarları arasında yer almak sevindirmişti. Hangi kent? Doğup büyüdüğüm İstanbul'dan başka bir şehir düşünemedim. Ama İstanbul'un neresi? Gönlü yine Yedikule çelmişti.
Sonra Deniz Yüce Başarır'ın emek ürünü senaryosu gelmişti. Deniz, üşenmemiş, bütün kitaplarımı taramış; eski özelliklerini koruyan semtlere, arada Yedikule'ye, yaklaşımlarımı saptamıştı. Soğuk, yağmurlu bir günde çekime başladık; artık kış gelmişti. Sevinç Yeşiltaş'ın titizliğini biliyordum. Görüntü yönetmeni Levent Ahi, Sevinç'i aratmıyordu: Islandıra ıslandıra yağmur altında yürüttüler; şemsiye de kullandırmıyorlar...
Bununla birlikte mutluydum. Burada, Yedikule'de ömür boyu unutulmayacak anılarım vardı. Onlardan izdüşümler olacaktı belgeselde. Epey sürdü çekimler. Yedikule'ye gidiyoruz geliyoruz, tren istasyonu! Yedikuleli Mihriban'ı çektiğimiz sokaklar! Elbette Safa meyhanesi. Bazan Samatya'ya uzanıyoruz, sonuçta, benimle ilgili en güzel çalışma olmuştu!
Necatigil'in çok sevdiğim şiiri "Yedikule"yi, bir sokak başında okumuştum. Fonda surlar. Keşke diyordum içimden, Necatigil'e "Yedikule"nin yazılış serüvenini sorsaydım... Hep o sokaklar, dünkü İstanbul'dan berberler, çayevleri, mahalle bakkalları, telefon kulübesi... Kilise, cami, iki inancın kardeşliği... Kış mevsiminin inanılmaz güzellikteki dolunayı: Son çekim gecesiydi.
Yedikule bende, çocukluğumda Samatya'ya gidişlerimizle başlar. Aksaray'dan sonra Langa, Cerrahpaşa, "Kocamustâpaşa", Samatya, Yedikule, hepsi âdeta tek bir semt, hepsi 'öz İstanbul'. Karagümrük'ü, biraz ötelerde Çapa'yı unutmuyorum. Hepsinde doku birliği...
1980'lerde, senaryosunu Nezihe Araz'la yazdığımız Afife Jâle filmi için 1920'ler İstanbul'unu arıyorduk. Müjde Ar'la Şahin Kaygun'a Yedikule'yi hatırlattım. Eski Gazhane'ye giden yol, caddedeki eczane, dört bir yanda aralarda küçücük ahşap evler, yarı kâgir evler, ahşaba, kâgire sarılmış sarmaşık azmanları, çardakta -mevsimi gelince- yaprakların arasından üzüm salkımları, küçük arka bahçelerde çiçeklerle sebzeler; bunlar, Sinekli Bakkal, Cumbadan Rumbaya, Sahnenin Dışındakiler sayfalarını hâlâ yaşatır.
Sonra Hiçbir Gece için yine Yedikule'deydim. Sonra, 1990'larda Yedikuleli Mihriban için, yine orası.
Böylece semt, semtin insanları, o dünya gönlüme işledi. Her mahallede bir milyoner kampanyası Menderes dönemine rastlar. Orhan Kemal'in unutulmaz Devlet Kuşu bu çaresiz kampanyaya bir ağıttır. Ne var ki, geçmişin alçakgönüllü dünyası kolay kolay silinmiyor. Hep dar koşullarda onurla yaşayanlar; 'duyan'a çağrı.
Sevinç Yeşiltaş'ın belgeselinde Yedikuleli bir hanımla bir bey, semtin iyice eskilerinden, dünün dünyasını dile getirirler. Bu kısacık konuşmalar bile, son yarım yüzyılda neleri yitirdiğimize ve ne uğruna yitirdiğimize işaret ediyor.
Buraları, derler, çarşısı pazarı, balıkçısı, bakkalı, nalburu, manavı, küçük esnafıyla rızkından fazlasını istemeyenlerin ortamıydı. Yaşlı bey Türk, yaşlı hanım Ermeni'ydi. İkisi de, buralarda, Türk, Ermeni, Rum, Musevi nüfusun yüzlerce yıl iç içe, birlikte, dayanışma içinde yaşadığını özellikle vurgular. Kendiliğinden, içten gelerek, garip bir sızıyla.
Zaten buralarda, her an, eski İstanbul'dan kalma, yaldızı hâlâ sönmemiş parıltılarla karşılaşabilirsiniz. Bizans'tan Osmanlı'ya, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e çok katmanlı bir doku. Bu doku, İstanbul 'medeniyeti'ni anlamamız için fırsat aslında. Belki de son fırsat.
Demokrat Parti döneminin akıllara durgunluk verici çılgınlığı 'Altı-Yedi Eylül Olayları' sırasında, buralarda yaşayan pek çok gayrimüslim yurdunu terk etmek zorunda kalmış. İlk büyük sarsılış o tarihe rastlıyor. Sonra arkası gelmiş. Cadde üzerindeki zarif Konstantinos Eleni Kilisesi'nin cemaati bugün çok az. Yedikuleli Mihriban sırasında kilisede çekim yapmıştık. Altı-Yedi Eylül'ün tahribatından sonra İstanbul'daki son ustalar ikonaları yenilemişler...
Birbirinin kardeşi bu semtlere gelip, Davutpaşa Camii'ni mutlaka görmek gerekir. Cami, Osmanlı mimarisinin İstanbul'daki en eski anıtları, eserleri arasındadır. Kaynaklar, 1485 yılını veriyor.
II. Beyazıt'ın sadrazamlarından Davud Paşa'nın yaptırttığı camide Bursa dönemi Osmanlı mimarisinden izler söz konusu.
Bilmiyordum, Haldun Hürel'in İstanbul'u Geziyorum Gözlerim Açık!'ından öğrendim: "Caminin kitabesi, Beyazıt Camisi'nin de yazılarını yazan ünlü hattat Şeyh Hamdullah'a aittir. Mavi zemin üzerine kahverengi palmetler ve yanlarda altın yaldız yazılar bulunur kitabede."
Böyle birçok inceliğin tadına vardıktan sonra, sahile iner, şimdi yerinde yeller esen çay bahçelerinden birine konuk olurdum. Oralarda günbatımında semaver keyfi bambaşkaydı.
'Son bostan'ı unutmuyorum. Gerçi adı ben taktım; neyse ki yerli yerinde: Yedikule sur kapısından çıkın, göreceksiniz. Yol kenarındaki küçük tezgâhta taptaze, demin kopartılmış sebzeler! On beş yıl öncesinde, Langa'dan Yedikule'ye, semt bostanları göz okşardı.
Gönlümde şu yatıyor: Şimdi bahar mevsimi; Sirkeci'den banliyö trenine binip son durağa kadar gideyim. Dönüşte Yedikule'de inip sokak aralarında âvare âvare gezineyim. Birçok anı, acı anılar, güzel anılar çıkagelsin. Meselâ, sıcak bir yaz günüydü, Yedikuleli Mihriban'ın çekimlerinde. Pencereden bakan yaşlı hanımdan bir bardak su rica etmiştim.
Suyu 'ikram' etmek için evde bir telâş yaşanmıştı. Sonra, zarif dantel örtüyle bezenmiş tabağında buz gibi soğuk bir bardak su... Önemseyiş, değer veriş, o geleneksel duyarlılık eskilerden, taa çocukluğumdan kalmaydı. Anneannem ikide birde tığ işi tabak üstü örtüler yapar, armağan ederdi. Bu örtüler "çok makbule" geçerdi. Hepsi bitti sanıyordum; meğer bitmemiş: O bir bardak su unutulur mu?!