Hrant Dink'in öldürüldüğü Türkiye'yi, yaşanması haram olmaktan çıkaran tüm sağduyulu ve iyi kalpli vatandaşlardan özür dilemek istedim - Haber Arşivi 2001-2011
27 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Տրե / Օր : Վահագն / Ժամ : Շառաւիղեալ

Haber Arşivi 2001-2011 :

06 Nisan 2010  

Hrant Dink'in öldürüldüğü Türkiye'yi, yaşanması haram olmaktan çıkaran tüm sağduyulu ve iyi kalpli vatandaşlardan özür dilemek istedim -

Hrant Dink'in öldürüldüğü Türkiye'yi, yaşanması haram olmaktan çıkaran tüm sağduyulu ve iyi kalpli vatandaşlardan özür dilemek istedim

Görüşmelerin, açıklamaların, yazıların, sesin ve sözün bulamaç olduğu şu hafta, azıcık güneşten nasipleneyim diye gezindiğim Moda’daki bir ara sokakta rastladım o duvar yazısına. Büyük siyah harflerle “Ahenkle gel ulan” yazıyordu. Gülümsedim acıyla. Aslında bir köşe yazısından çok duvar yazısı olmayı istedim o an. Gelgelelim yoktu öyle bir şansım. Duvar yazısını aldım, harflerimi açtım.

Ermeni sözcüğünün yine en popüler dönemlerinden birini yaşadığı bugünlerde kurgulanan bir görüşme, sürece tüy dikme rolünü başarıyla yerine getirdi. Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı görüşmenin sonunda söylediği her söz, kendi dışında anlattıklarıyla birer klasiktir şimdiden.

Öncelikle Şirinoğlu’nun “Ermeni Cemaati Başkanı” olduğunu öğrendik gazetelerden. Bildiğimiz kadarıyla Türkiye Ermeni toplumu içerisinde böyle bir sivil başkanlık sistemi yok ama belli ki onun sözlerinin temsiliyeti olması arzu edilmiş. Sadece kendini temsil edebilecek bu sözlerin tercümesi ise, neden böyle bir gayret içinde olunduğunu anlatmaya yeter. İşittiğimiz düzenin sesidir ve düzen her yerde her zaman yegâne makbul olandır.

Azıcık hafıza tazelemek gerekirse, Başbakan Erdoğan bu ulvi görüşme öncesinde İngiltere’de diasporaya mesaj olarak şöyle haykırmıştı: “Türkiye’de 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşım. Ama 100 binini şu an idare ediyoruz. E, ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu 100 binine ‘Hadi, siz de memleketinize’ diyeceğim.”

Şimdi bir Türkiye Ermenisini bu cümleler içinde ne rahatsız etmiş biliyor musunuz? Telaffuz edilen rakam! Kasım 2009’da bir arkadaşlarının dil sürçmesi ile Erdoğan’a “Türkiye’deki kaçak Ermeni sayısının 100 bin olduğunu” söylediğini ancak bu sayının 20 bin olduğunu belirten Şirinoğlu, “Sayın Başbakan bizim sözümüze güvenerek ‘100 bin’ kelimesini kullanmıştır. Araştırma yapsaydı, hemen kişi sayısını öğrenebilirdi. Bu bize olan güvenidir. Biz Sayın Başbakanımıza çok teşekkür ediyoruz. Ve, özür diliyoruz kendisini yanılttığımız için” demiş.

Hiçbir şey yapamıyorsan, susarsın ve o suskunluğun kendi içinde bir vakarı olur. Ama madem kamu nezdinde öne çıkarılmaya çalışılan ses bu, sustuğumuz her şeyi sormanın zamanıdır. Şu onbinlerce yurttaşı birleştiren ve içeriğindeki safiyetli bireysellikle diasporada da teşekkürle karşılığını bulan “Ermeni kardeşlerimiz” başlıklı “Özür Dilerim Kampanyası”nın en zorlu günlerinde Türkiye Ermeni Patrikliği adına yapılan yazılı açıklamada “Karşılıklı çekilen acıları tarihe mal edip sağlam adımlarla mutlu bir geleceğe doğru yürümenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz” denmişti. Utanmıştım.

Yetmeyen gülümseme
Özür kampanyasının başardıklarına nispet gibi okullarda izlenmesi şart koşulan Sarı Gelin belgeseline yönelik olarak Ermeni velilerin hazırladığı haklı tepki metninin bir yerinde de duraksamıştım zınk diye. Şöyle denmişti orada da: “Sayın Başbakanımız, yukarıda belirtilen nedenlerle söz konusu DVD’lerin ilköğretim okullarında gösterilmesine engel olmanızı bekliyoruz. Eğer hükümet ve genelkurmay başkanlığı olarak bu DVD’lerin gösterilmesinde Türk toplumu için önemli bir yarar görüyorsanız, en azından Ermeni çocuklarının bu DVD’leri izlerken duyacakları eziklik, suçluluk ve dışlanmışlıktan kurtarılması için Ermeni azınlık ilköğretim okullarında bu DVD’lerin gösterilmesinin engellenmesini, devlet okullarında okuyan Ermeni öğrencilerin DVD’yi izlemekten muaf tutulmalarını önemle rica ederiz.”
Mesele şu ki, maruz bırakılmanın muafiyeti olmuyor. Olmasın da zaten. Esas olan topyekûn karşı çıkmak. “Sağlam adımlı mutlu gelecekler” de size uzatılan eli sıkı sıkı tutmadan ve yükü paylaşmadan kurulmuyor. Bir yer cehenneme dönüştüğünde “Alevlerin azıcık uzağında bir köşe var mı?” diye bakınmanın anlamı yok. Yangını birlikte söndürmek için kovalarca suyu elden ele geçirmekten öte kurtuluş da...
Ama ne hikmetse yangına körükle gitmek tercih ediliyor her seferinde. Nitekim bu son görüşmede de kaçak çalışan Ermeniler konusundaki sözleri için Erdoğan’a “O sizin kalbinizin sözleri değil” denilmiş, Başbakan gülmüş ve son mutlu karede düzenin sesi final repliğini mırıldanmış: “O gülümseme bana yetti!”
Nedense bana hiç yetmedi o gülümseme. Hele de Türkiye’deki kaçak işçi konumundaki Ermenilerin, diasporanın tutumuna karşılık “rehine” tutulmasının ahlaken ve siyaseten sorun olduğuna dikkat çeken Cengiz Çandar’a atfen aynı Başbakan’ın “Bize insaniyet dersi vermek isteyenlere, köşe yazarlarına sesleniyorum: Siz, Türkiye’nin ve Türk milletinin avukatlığını yapın öncelikle. Biz kimden özür dileyeceğimizi çok iyi biliriz. Sen kimin avukatısın? Bir defa dürüst ol. Doğrunun avukatı ol” sözlerini anımsadığımda...
Bir de bir gazetecinin, “1915 öncesi Anadolu’daki Ermeni nüfusu 1.5 milyondu, şimdi 70 bin. Bunun anlamı nedir” sorusuna, yine bir Türkiye Ermenisinin “Bunun adı kavgadır. Evet, muhakkak ki hem Ermeni tarafından hem Türk tarafından zayiat olmuştur. Ben ’bir şeyler olmamıştır’ demiyorum. Fakat bunu fazla eşelemekte fayda yok. Bu, iki çok samimi arkadaşın, çok samimi dostun arasına nifak sokuldu. Bunlar o nifaka inanarak, birbirlerini üzdüler” şeklindeki yanıtı, resmi tezin bile ulaşamadığı bir irtifa değil midir? Bu kendini inkâr rakımından mı kurulur Allah aşkına barış ve anlayış?

Özür borcu
Markar Esayan’ın “Laksınburg duz pua” diyerek şov yönünü enfes tanımladığı bu görüşme, restore edilen Akhtamar Kilisesi’nin karantina kurallarını anımsatan kısıtlamalarla yılda bir kez ibadete açılması ile de allanıp pullanarak Başbakan’ın bu kez Alman Der Spiegel dergisinde aynı görüşü yineleyebilmesine vesile oldu. Durum böyle olunca Cengiz Çandar da çok haklı olarak sordu tabii: “Siyasi karar vericinin bu tür zaafları açısından bir ‘hafifletici’ sebep de yok değil. Olmayan bir sıfatı kullanarak, ‘Ermeni Cemaati Başkanı’ olarak medyaya tanıtılan Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı, geçen hafta Başbakan’la görüşmesinden sonra, 1915’i ‘aralarına nifak sokulan iki samimi arkadaşın kavgası’ olarak niteleyip kestirip atmadı mı? Başbakan ve Dışişleri Bakanı, o varken bizlere niçin inansın? Hrant Dink’in yokluğunun önemi şu sıralar her zamankinden daha fazla hissedilmiyor mu? Hrant Dink’i öldürmenin 1915’te olan-bitenler kadar ‘sonuç alıcı’ olduğu şimdi anlaşılmıyor mu? Başbakan, sürekli olarak, ‘Müslümanlıkta bir insanı öldürmek insanlığı öldürmek demektir’ diyor ya...Doğru söylüyor. Hrant Dink öyle ‘bir insan’dı!”
Duvar yazısının karşısında öylece kalakalmışken dilenen ve dilenmeyen özürler üzerime aktı. “Roman vatandaşlarımla ‘kaçak Ermeniler’ mukayese ediliyor. Bu, Romanlara saygısızlık. Özür dilenmesi gereken Roman vatandaşlarımdır. Devlet adına özür diliyorum” dedi Başbakan. “Sayın Başbakan bizim sözümüze güvenerek ‘100 bin’ kelimesini kullanmıştır. Biz Sayın Başbakanımıza çok teşekkür ediyoruz. Ve, özür diliyoruz kendisini yanılttığımız için” dedi düzenin sesi.
Bense başta Cengiz Çandar olmak üzere Hrant Dink’in öldürüldüğü Türkiye’yi yaşanması haram bir yer olmaktan çıkaran tüm sağduyulu ve iyi kalpli vatandaşlardan özür dilemek istedim. Hepinizden tüm samimiyetimle özür dilerim.





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+