08 Mart 2010
ABD Temsilciler Meclisi altkomitesinde kabul edilen kararın en vahim sonucu sanıldığı veya temenni edildiği gibi Türk-Amerikan ilişkileri değil. Kararla birlikte, can çekişmekte olan protokollerin tabutuna son çivi çakıldı, en iyi ihtimalle bu anlaşmalar derin dondurucuya kalktı. Bu, başta Ermenistan ve Türkiye olmak üzere Kafkasya’daki tüm ülkeler, ilâveten ABD’nin de kaybettiği bir sonuçtur.
Hâlbuki geçen sonbaharda Zürih’te Ermenistan ve Türkiye Dışişleri Bakanları tarafından imzalanan protokoller, taraflar ve hazır bulunan sağdıç ülkeler açısından fevkalade önemliydi. Metinler sorunlara ad koymayan, önkoşul getirmeyen birer diplomatik üslûp harikasıydı. Ama siyaset hızla girişime el attı. Pek vakıf olmadığı dış politikada tıpkı içerdeki gibi konuşmaktan çekinmeyen Başbakan’ın, protokollerin onayını Karabağ’ın Azerbaycan’a iadesine bağlayıveren ifadesiyle süreç tıkanmaya başladı. Öyle ki ABD’deki karar öncesinde protokollerin TBMM’de onayının mümkün olamayacağı belliydi ki bu da oylamayı etkiledi. Oylama öncesinde politikacılar devreye tamamen girdi. İnkârcı ve konuya vakıf olmayan heyetler aşırı özgüven ve Türkiye’nin dünyanın merkezi olduğu kanaatiyle Vaşington seferine çıktılar. Oylama büyütüldü, kamuoyu yanlış yönlendirildi, öyle ki karar sonrasında bugün insanlar ‘ABD soykırımı kabul etti’ zannediyor. Hâlbuki önceki benzer kararlar gibi bu karar da genel kurula inmeyecek. Ama oluşan menfi hava, süren iç hesaplaşmalar, muhalefetin fırsatçılığı protokollerin onayını ABD’deki karardan ayrı tutmaya yetmez.
Afra tafradan, onur-gurur patlamasından ve protokollerin rafa kalkmasından geriye ne kalacak?
Bundan sonra...
Bugün Türkiye, ABD’nin Demokrat idaresinin indinde görüşünü kabul ettirmek için tüm bağımlılar misali şantaj dozunu her defasında artırmak zorunda olan, sonuçta güvenilmez bir ülke imajı veriyor.
İkincisi, daha geniş bir açıdan bakıldığında son dönemde ayyuka çıkmış olan ‘Türkiye doğuya, Müslüman dünyaya mı dönüyor?’ sorusuna verilen cevabın ana unsuru Ermenistan’a açılımdı. Bu ortadan kalktığında geriye Ömer El-Beşir, Hamas ve Ahmedinejad açılımları görüntüsü kalıyor.
Üçüncüsü, dünya âlemi barıştırmaya heveskâr Türkiye’nin kendi iç ve dış bağlantılı meselelerini (Ermeni, Kürt, Rum) çözmedeki başarısızlığı sırıtmaya devam ediyor.
Dördüncüsü, doksan küsur yıldan sonra ilk kez, Ermenilerin başına gelen, aynı zamanda Anadolu’yu da perperişan eden Büyük Felâket’i inkâr üzerine kurulmuş ve dünyada hiçbir kabul görmeyen devlet politikasından farklı bir yol izlenmeye çalışıldı. 1915’in yüzüncü yıldönümü ile gittikçe bunalan Türkiye’nin bu çıkar yol arayışı sonuç vermediği gibi, bildik sert, inkârcı ve savunmacı pozisyonlara anında dönüldü.
Sonuçta akıllarda kalacak olan Türkiye’nin kendi sorunlarıyla ilgili inisiyatiflerinin ne denli şark kurnazı, vizyonsuz, muhafazakâr ve taviz alır ama vermez olduğudur. Ama buna rağmen, konumu itibariyle önem arzeden bir ülke olması, adı edilen olumsuzlukların müttefikleri tarafından dengeleneceği anlamını taşıyor. Yani inisiyatif, Dışişleri Bakanı’nın temennisinin aksine hâlâ Türkiye’de değil. Kanıtı, protokol fiyaskosudur.
Ancak bu fiyasko yeniden birlikte yaşamanın devletler değil esas toplumlar tarafından gerçekleştirilebileceğinin de kanıtı. Protokoller ortada yokken Ermenilerle Türkler arasında sayısız ilişki kuruldu. Protokollerin en somut sonucu olacak sınırın açılması bu alışverişleri kolaylaştırabilecek mahiyette idi. Açılmayacak olması ilişkilerin devamını zedelemez. Devletlere sormadan yol alan sivil diplomasi günün birinde arkasından koşan resmî diplomasiyi de etkiler. Belirleyici ve kalıcı olan bireysel ve toplumsal vicdandır. Ermeni-Türk ilişkisi ise politikacılara ve meclislere bırakılmayacak kadar ciddî bir vicdan meselesidir.