12 Şubat 2010
İki seçim anketi var, yakın zamanda yapılmış. Birinin sonuçları kamuoyuna açıklanmış vaziyette, diğerinin sonuçlarını Başbakan’ın bildiğini ve o ankete güvendiğini biliyorum. Her ikisinde de iki muhalefet partisinin oylarının toplamı Ak Parti’nin oylarını bulmuyor.
Bu iki seçim anketinden birinde MHP, diğerinde CHP ikinci parti. Tarafsızlarda dağıtılarak birinde
Ak Parti yüzde 35, diğerinde yüzde 41-43 oranında.
MHP ise ikinci gözüktüğünde yüzde 18, üçüncü gözüktüğünde yüzde 16; CHP ise ikinci gözüktüğünde yüzde 19, üçüncü gözüktüğünde yüzde 15.
Seçim zamanında yani 2011’de yapılırsa -ki Başbakan öyle olmasında kararlı görünüyor- bu oranlar değişebilir mi?
Bir yıldan fazla vakit var ve hafiften seçim sathımailine girmeye başladık. Yine de uzun süre var; o vakte kala kim öle kim kala. Elbette değişebilir söz konusu oranlar.
Gerçi özellikle CHP, Ak Parti’nin oyunda erimeden söz ediyor ama şu ara asıl gerileyen muhtemelen CHP oyları. Yine de Ak Parti, ‘siyasi cesaret yoksunluğu’ ve ‘kendi ayağına sıkabilme yeteneği’ sayesinde pekâlâ oy yitirebilir. Üstelik, tek başına hükümet kurma gücünü tehlikeye sokabilecek ölçüde.
Önümüzdeki seçim ‘yeni-sivil-demokratik anayasa’ platformu üzerinde cereyan edecek bir seçim olacağı ve yeni seçilecek parlamento, ‘yeni anayasa yapma’ yetkisini üsteleneceği için seçim sonrasının TBMM kompozisyonu, çok daha önemli hale geliyor.
İktidar partisi, kendi başlattığı en önemli iç ve en önemli dış politika hamlelerinin ikisinde de teklemiş vaziyette.
İç politikada teklediği hamle, ‘Açılım’ konusu.
Hem Türkiye’de iç barış umutları kırılmasın diye ve hem de doğrusu öyle olduğundan ötürü ‘80 küsur yıllık sorun, birkaç ay içinde çözülecek değil ya; inişler-çıkışlar, sağa sola savrulmalar, tıkanmalar olabilir’ diyoruz ama işin gerçeği şu ki: Söz konusu ‘Açılım’ bu kafa yapısı ve yöntemle uzun yol alamaz.
Tıkanmış olduğu tamam.
Ancak hükümetteki mevcut bakış açısı ve yaklaşımla bu tıkanıklığın aşılması pek zor. İmkânsız demek istemiyorum ama pek zor.
Aslında ‘Kürt Açılımı’nın adı hızla ‘Demokratik Açılım’a dönüştüğünde kuşkulanmıştım. ‘Alevi Açılımı’ ya da ‘Roman Açılımı’ dendiğinde ‘isim değişikliği’ yapmayı gerektiren bir sıkıntı yok. ‘Kürt Açılımı’ der demez, adından ‘Kürt’ sözcüğünü düşürme ihtiyacını duyuyorsanız, ‘Kürt sorunu’ bir bakıma da budur zaten. Ya da ‘Kürt sorununun çözümsüzlüğü’ tam da böyle bir şeydir, isimleri yerli yerinde kullanamama hali.
‘Demokratik Açılım’ bile kesmeyip, ‘Süreç’in adı ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ halini alınca, içimden ‘geçmiş olsun’ duygusu geçti. ‘Milli birlik ve kardeşlik’ öyle olamama halinin üzerine örtülen bir örtüdür genellikle bizde.
Bizim Doğu ve Güneydoğu’daki ‘kardeşlerimiz’in 15 yaşının altında 4 bin kadarı yargılanıyor, 500’e yakını tutuklu birkaç aydır. Yani ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ sırasında.
Bir ‘Demokratik Açılım’ veya ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ni güvenlik bürokrasisi yürütmez. Dış boyutu MİT’te, iç boyutunun eşgüdümü İçişleri Bakanlığı’nda bir ‘siyasi-psikolojik proje’ yürütülemez. Bu kuruluşların yararlı katkıları olabilir ama bunların baş sorumluluğuyla Kürt sorununu gibi ülkenin en karmaşık, çetin, çok boyutlu sorununu çözmekmümkün değildir.
Tıpkı TSK ve sadece askeri yöntemle çözmenin mümkün olamayacağının artık anlaşıldığı gibi.
Tayyip Erdoğan’ın iyi niyetinden kuşkum yok ama ‘sil baştan’ yapmak zorunda kalacağa benziyor ‘Sil baştan’ ama Habur’dan sonra kendisinin kullandığı anlamda değil. Yeniden ve sağlam bir siyasi iradeyi koyarak, yeni bir siyasi vizyonla ve bugüne dek olduğu gibi titrek adımlarla değil siyasi cesaretle yürüyeceği şekilde ‘sil baştan’ yapmasında yarar var.
Yani ‘Kürt Açılımı’nda.
Aksi halde, kurallarını, ritmini, söylemini CHP ve MHP’nin belirleyeceği bir oyuna kendisini terk ederse, ne Ali’ye ne Veli’ye yaranamadan seçimlere dek yıpranacak.
Aynı tekleme hali, dış politikada Ermenistan ile normalleşme sürecine ilişkin. Bir başka deyimle, Zürih’te imzalanan ‘Protokoller’in uygulamaya geçirilmesine. Bu da Meclis’ten çıkarılması demek. TBMM’den çıkar çıkmaz, Ermenistan Parlamentosu’ndan da çıkacak ve böylece Avrupa’nın ‘tek kapalı kara sınırı’ açılacak, bir anlamda ‘Soğuk Savaş’ gerçekten sona ermiş sayılacak ve Türkiye-Ermenistan diplomatik ilişkileri kurulacak.
Buna engel ne?
Engel, Ak Parti hükümetinin ayağına kurşun sıktığı için topallaması ve dolayısıyla teklemesi. ‘Protokoller’de yer almadığı ve suret-i katiyede bir ‘ön şart’ olmadığı halde, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ sorunu, Türkiye-Ermenistan arasındaki normalleşmeye endekslendi. Bir ‘de facto’ ön şart haline getirildi.
Hükümet bu suretle güzel güzel ‘koşarken’, kendi ayağına kurşunu sıkınca, ‘Protokoller’i TBMM’de
oya da sunamıyor. Çoğunluk kendisinde ama 1 Mart Tezkeresi’ni hatırlatarak çekiniyor.
Bu yolla:
1. Karabağ’da ilerleme için baskı yapmış oluyor;
2. Aynı zamanda da kendisini hareketsizliğe mahkûm etmiş oluyor.
Kısa süre içinde Karabağ’da ilerleme olmazsa ne olacak?
O durumda, hükümet, kendi grubuna bile güvenemez bir acz sergilemiş olmayacak mı? Ya da attığı adımlara kendisi inanmıyordu.
Hükümetin Ermenistan politikasında teklemesi, her yıl
olduğu gibi, nisana doğru Kongre’ye ‘Soykırım Yasa Tasarısı’nı geçirtmek ve Başkan’ı 24 Nisan’da ‘Soykırım’ı telaffuz ettirmek isteyenleri bu yıl da hareketlendirdi.
Şimdi kalkmış Dışişleri (Bakan Ahmet Davutoğlu) şu üç gelişmenin rastlantı olmadığını vurguluyor ve bizim de inanmamızı istiyor:
1. 12 Ocak’ta Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin ‘Protokoller’e onay verirken, soykırıma atıf yapmasının kabul edilmezliği;
2. 25 Ocak’ta Soçi’de Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev’in ev sahipliğinde Soçi’de yapılan Azerbaycan-Ermenistan görüşmelerinde Ermenistan’ın Karabağ konusundaki katı tutumu;
3. Geçen cuma günü ‘soykırım tasarısı’nın ABD Temsilciler Meclisi’nin ilgili Komitesi’nde oylanacağının açıklanması.
Bunlar rastlantı değilmiş.
Bildik ‘komplo teorisi’ kafa yapısı, yapılan hatalara kılıf bulmak amacıyla Dışişleri’ne de bulaştı.
Birincisiyle başlayalım. Gerek ABD, gerekse Türkiye-Ermenistan arasında iki yıldan fazla süren görüşmelerde sağdıç ve arabuluculuk rolü oynayan İsviçre, Türkiye’nin Ermenistan Anayasa Mahkemesi kararına ilişkin tutumunu ‘abartmalı’ buluyor ve pek oralı olmuyorlar. İki ülke arasındaki ‘Normalleşme’ yatarsa,
bu durumda, ‘fatura’nın Türkiye’ye çıkacağını hissettiriyorlar.
Çünkü, netice itibarıyla Ermenistan Anayasa Mahkemesi, ‘Protokoller’in içeriğini -bizim iddia ettiğimiz gibi- değiştirmiş filan değildir ve üstelik hukuken kabul de etmiştir.
Biz, şu anda kendi ‘tekleme’ halimizi gözden kaçırmak, TBMM’de hareketsiz kalmanın günahından kurtulmak için ‘mızıkçılık’ yapıyoruz. Buna da kimse ikna olmuyor, ne yazık ki.
Davutoğlu’nun işaret ettiği ikinci gerekçe de geçersiz. Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov’un Soçi toplantısı yorumu tam ters yönde. Münih Güvenlik Konferansı’nda iki gün önce yaptığı açıklamada, Karabağ’dan ‘Apaçık ki çok zor bir mesele ama ilerleniyor’ diye söz etti. Serj Sarkisyan ile İlham Aliyev’in Soçi’de Karabağ’da çözüm için temel ilkelerin başlangıç bölümünde anlaştıklarını haber verdi.
İlham Aliyev bile bugüne dek olmadığı kadar ‘iyimser’ demeçler veriyor Soçi sonrası. “Daha önce anlaştığımız ve 2010’da anlaşmayı planladığımız hususların çatışmaya son vermesini ve Kafkasya’ya barış getirmesini umuyorum” dedi.
Yine önceki gün Azerbaycan Dışişleri Sözcüsü İlhan Polukhov, “Azerbaycan (Ermenistan’la) görüşmelerde ufuk görmektedir” diye konuştu.
Tüm gelişmeler, Ak Parti’nin siyaset ve hesap yanlışlarına işaret ediyor. İçte ‘tıkanıklık’, dışta ‘tıkanıklık’.
Açamazsanız, aşamazsanız seçimleri kaybedebilirsiniz. Şu anda oy oranınız yüzde 35-40 küsur bandında olsa bile...
Cengiz Çandar’ın bu yazısı aynı anda Referans gazetesi ve www.hurriyet.com.tr web sitesinde de yayımlanmaktadır.