İçimdeki Ses, Dışımdaki Uğultu - Haber Arşivi 2001-2011
28 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Տրե / Օր : Սիմ / Ժամ : Թաղանթեալ

Haber Arşivi 2001-2011 :

27 Aralık 2009  

İçimdeki Ses, Dışımdaki Uğultu -

İçimdeki Ses, Dışımdaki Uğultu

İçimde bir ses var. Küçük ama kıymetli bir ses. Bağırmadan, haykırmadan, ağırlıklı bir şeyler söylüyor. Yılın son günleri yaklaşırken, samimi kalabilmemi, dürüst olabilmemi dert ediyor bu ses. Yoksa, büyük, yuvarlak laflar attırmak en kolayı. Ama o, beni hep çalışılmış değil, kaynağında devşirilmiş şeyleri bulmaya zorluyor.

Ama dışında her şey uğuldarken içindeki o küçük sesi bulmak da, ne söylediğini anlamak da öyle zahmetli bir iş ki... Bu da coğrafya ve tarihin kaderi. Yaşadığın topraktan, senden önce yaşamışların ruhlarından kaçamıyorsun. Kolaycı bireyciliklere yer yok buralarda. Denesen bile mutlaka bir yaşında açık veriyorsun. Mecbur, o uğultunun içinden arıyorum içimdeki sesi ben de.

Haykırışlar var. Küçük kızın İstiklal Marşı’nı okuyuşu yayınlanıyor gece gündüz. “Rum asıllı Marina Sözde, hem ağlayarak hem de ağlatarak okuduğu İstiklal Marşı’yla izleyen herkesin yüreğini sızlattı” deniyor. Haberi haber kılan, kızın Rum asıllı olduğu vurgusu, “Rum asıllı olduğu halde” satırarası... Ama bu ancak azınlık olmanın ne olduğunu yaşayanların yüreğini sızlatacak bir ayrıntı. Ve onları, yeni kuşaklarını kimi zaman işte böyle cemicümleye nasıl da vatan sevgisi ile dolu olduğunu göstermeye, adeta kanıtlamaya iten ruh hali. Beyhude ve acıklı bir çaba, iyide de kötüde de senin o makus kökenin ille ve gıyabında vurgulanacaksa.

Ha ama sevmekse, doğrudur orada anlatılacak çok ibretlik hikâye var. Ama bunun için çağdaş eğitim açısından zaten toplu olarak gözden geçirilmesi gereken marş, ant okumalarına gelmeden nice hayat tecrübesini izlemek gerek. Bizzat küçük Marina’nın ailesinin içinde bile var. Marina ve ailesinin Gökçeada’daki evleri 10 yıl önce kundaklanmış, Marina’nın 4 yaşındaki kardeşi hayatını kaybetmiş. Aile, Fener Rum Patrikhanesi yardımıyla Dolapdere’deki evinde yaşamını sürdürüyor. Anne Marianti, “Toprak Allah'ın toprağı. Biz de bu toprakları en az sizin kadar seviyoruz. Tarih tekerrürden ibaret olmamalı. Yoksa yine yakmaya yıkmaya devam edilirse niçin affedelim...Hâlâ oğlumun öldüğüne inanamıyorum. Tedavi gördüm. Hâlâ oğlumun çıkıp Marina'nın düğününe geleceğine inanıyorum” diyor.


Aynı günlerde Fener Rum Patriği Bartholomeos ise memleketimizde bir kez daha “şikayet eden iç mihrak” konumunda sunulmaya çalışıyordu manşetlerde. Amerikan CBS kanalındaki 60 Minutes/60 Dakika programında yayınlanan röportajında söylediği “Zaman zaman çarmıha gerildiğimi hissediyorum. İkinci sınıf vatandaş muamelesi görüyoruz” sözlerine türlü çeşit karşılık bulma çabası eksik olmadı. Oysa Patrik’in cümlesinin sonundaki fiil, “hissediyorum”. Kimse gidip “Niye öyle hissediyorsunuz?” diye soramadı.


Programda, burada sorulmayan o sorunun ipuçları vardı oysa. Bir zamanlar milyonlarla ifade edilen bir Rum nüfusunun mübadele, Varlık Vergisi, Kıbrıs olayları, 6-7 Eylül kırılmalarıyla 1.500 kişiye düştüğü ve bizzat Patrik Bartholoemos’un mezun olduğu Heybeliada Ruhban Okulu’nun bir öcü gibi gösterilip yıllardır kapalı tutulduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Koskoca Ortodoks dünyasının lideri konumundaki Patrik’in “ekümenik” unvanının tanınmadığı ama onun tam da bu tanınmayan unvandan hareketle ülkesi Türkiye'nin AB süreci için özel faaliyet yürüttüğü bir ortamdan da sözediyoruz. Programda neden gitmediği sorulduğunda bugün artık unutturulmuş bir tarihi sürekliliğe vurgu yapıyor Patrik Barholomeos: “Çünkü ülkemizi seviyoruz. Burada doğduk. Burada ölmek istiyoruz. 17. yüzyıldan beri olduğu gibi bizim misyonumuzun burası olduğunu düşünüyoruz. Ülkemizin yetkililerinin neden bu tarihe saygı duymadığını merak ediyorum.”

‘Kaybedecek zaman yok’
Beni en çok etkileyen ayrıntı ise Heybeliada Ruhban Okulu ile ilgili programda yapılan yorumlar. Bir dönem 100 öğrencinin bulunduğu okulun koridorlarınının şimdi ısssız olduğu, kütüphanenin değerli el yazması koleksiyonuna el sürülmediği belirtilerek, “Sınıflar sanki öğrenciler henüz şimdi evlerine gitmiş gibi duruyor; 38 yıl önce değil” denilmiş. Bundan 10 yıl önce o okulu gördükten sonra yazdığım yazının tüm satırlarını duyurdu işte bana sesim, tüm uğultular içinde. Kendi gençliğime ve o değişmeyen her şeye baktım bulduğum yazıda:

“Dimdik bir politikayla varılıyor ümit tepesine. Aynı zamanda ünlü bir manastır olan bina, yıllardır eğitim kurumu olma vasfını yerine getiremezken bile o tepenin adına layık olarak ümidinden hiçbir şey yitirmemiş.

Bir okul düşünün, 30 yıldır açılmayı bekliyor ve o 30 yılın hiçbir aşındırıcı izine rastlamıyorsunuz içerde. Sanki her an akın akın öğrenciler koşturacak koridorlarda. O derin sessizlik ayak seslerinin beklentisiyle dolu. En çok utandıran da belki bu yüzden yerlerin temizliği. Cam cila , pırıl pırıl.

Topu topu 4 kişiler bu koca okulda ve bütün bu işleri başarabilmeleri için hiç uyumuyor olmalılar. Elbet bunu ‘Su uyur, düşman uyumaz’ zihniyetiyle açıklamaya kalkışanlar olacaktır. Ama o tepede bir avuç insan ısrarla kendi kalma mücadelesi veriyor. Korumak, gelecek kuşaklara aktarmak ve paylaşmak istedikleri bir dünyaları var. ‘Gerekli izinin gelmesinin bekliyoruz’ diyor Papaz 30 yıldır kemikleşmiş bir sıkıntıdan değil de çok yeni bir gelişmeden bahseder gibi. ‘İzin geldiği anda eğitime her şeyimizle hazır olmalıyız. Kaybedecek daha fazla zamanımız yok.’

Aslında hiçbirimizin kaybedecek zamanı yok. ‘30 bin Ermenistanlıyı hemen atalım’larla, ‘Kızılderili Vietnamlılar için anıt dikelim’lerle kaybedecek zaman yok. Konuşmak, birbirini anlamak ve birbirine güvenmek için her geçen an yeterince geç kalıyoruz. Ermeni ve Rum isimleri, ‘mesele’ olarak adlandırılmak ve gerek zengin mutfaklarının meze çeşitleriyle, gerekse bizzat kendi varlıklarıyla meze olmak dışında vasıflara haiz. Salt insan olduklarını ve küçük yaşamlarını etkileyen kocaman ve anlaşılmaz gıyabi oyunlarla kahrolduklarını hatırlamak bile yeterince iyi bir başlangıç.”

Ergenekon soruşturması kapsamında yakalama emri kendisine tebliğ edildikten birkaç dakika sonra intihar eden Yarbay Ali Tatar’ın cenazesine, Tatar’ın suikast yapmaya hazırlandığı öne sürülen Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğuryiğit’in de katıldığı ve Başbakan Yarımcısı Bülent Arınç’ın evinin önünde özel kuvvetlere mensup iki askerin yakalandığı bir noktada neye başlanacağı her zamankinden de hayati bir soru. “Emniyette subaylardan biri bir şişe su istemiş. Pet şişenin kapağını açmış, sonra elini cebine sokup bir kâğıt çıkarmış. Emniyet yetkilileri bunu görünce atlayıp kâğıdı ağzından çıkarmış. Üzerinde evimin bulunduğu yerin adresi yazılıymış. Bana verilen bilgiye göre, Merkez Komutanlığı’ndan gelen bir yetkili ikisini teslim alıp götürmüş. Evlerinde ancak 4-5 saat sonra arama yapılabilmiş. Bilgisayarları ve başka bazı eşyaları alınmış. Bunlar inceleniyormuş. Tabii ne bulunabilirse” diyen bir Başbakan Yardımcısı’nın sözleri uğulduyor.

Aramaya cesaret edip bulduklarımız, umudumuzdur. Son damlasına kadar hakkımız olan umudumuz. O yüzden içimdeki ses hep en son söz olarak umudumuz diyor. Sürekli umudumuz... Dışımdaki uğultu susuyor bir anlığına





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+