Kürt-Ermeni ilişkileri ve kimi Kürt-Ermeni ilişkileri ve kimi gerçekler -
Kürt-Ermeni ilişkileri ve kimi Kürt-Ermeni ilişkileri ve kimi gerçekler
Selçuklu’nun, güç yetiremediği Babaî isyancılarını, Lübnan bölgesinden getirttiği paralı Frenk askerlerinin yardımıyla bastırması da, tarihe ilginç bir olay olarak geçecekti.
Kürtlerin ve Ermenilerin; Araplar, Persler, Asuri / Süryaniler ve Rumlarla birlikte Önasya ve Mezopotamya’nın kadim halklarından olduğu bir gerçektir. Öte yandan, bu halkların Selçuklu ve Osmanlı yönetimleriyle değil ama birbirleriyle genellikle dostane bir yaşam sürdürdükleri bilinmektedir.
Yine bilinmektedir ki, İslamiyet’in bu coğrafyaya yayılmasıyla birlikte, “kitap sahibi olmayan” Babaî, Ahlê Haq, Kızılbaş, Yaresan gibi Bâtınî inanç mensupları; “kitap sahibi” olan Hristiyan ve Musevi unsurlardan daha tehlikeli olarak görülmüş ve hemen tüm İslâmî fetva ve buyruklarda; bunların canları ve malları gibi iffetleri de İslâm gazilerine “helâl” kılınmıştır. Osmanlı döneminde, mükerrer atamalarla birlikte 130 dolayında Şeyhülislam ataması vardır ve bunların konuyla ilgili tüm fetvalarında, doğudaki rakip İran’la özdeşleştirilen “Kızılbaş”düşmanlığı egemendir. Oysa, Osmanlı karşısında tutunabilmek için 16. Yüzyılın ortalarından itibaren “Ali yandaşlığı” adına İslâmi / Şiî bir hırkaya bürünen Safevi yönetimleri de, o tarihten itibaren kendi içlerinde bulunan “Hurûfi, Kalenderî, Noktavî, Haydarî vb.” unsurlara savaş açıyorlardı. Çünkü, Osmanlı’nın tüm bâtınî kitleleri “Hanefilik” ekseninde “resmi mezhep” etrafında örgütlemeye çalışması gibi; Safeviler ve sonraki Hanedanlıklar da aynı şeyi “Şiîlik” temelinde yapmaya çalışıyorlardı.
Kürtlerin desteğiyle Anadolu’ya açılan ilk Türk hükümdarı Sultan Alpaslan’ın Veziri Nizamü’l- Mülk’ün “Siyasetnâme”sinde, bu Bâtınî – moda deyimle Kızılbaş/Alevi - düşmanlığını açıkça görmek mümkündür. Zaten, adı geçen vezirin, Hassan Sabbah gruplarınca cezalandırılması da bu yüzdendir. Selçuklu’nun, güç yetiremediği Babaî isyancılarını, Lübnan bölgesinden getirttiği paralı Frenk askerlerinin yardımıyla bastırması da, tarihe ilginç bir olay olarak geçecekti...
Düşünce Dünyamda Bir Dönemeç...
50 Yıllık yazarlık hayatımda, Ermeniler’le ilgili birçok yazı yazdım ve iki kitap yayımladım: “Alevi- Bektaşi Edebiyatından Ermeni Âşıklar” ( İnceleme- Antoloji; Özge yay. 2005 ) ve “ Manzum Halk Tarihçisi Ermeni Aşuğlar” (İnceleme- Antoloji; Özge yay. 2016).
Bu çalışmalarda da değindiğim, duygu ve düşünce dünyamda bir kırılma yaratan ve dönemeç oluşturan bir anekdotu burada yeniden aktarmak istiyorum:
- 2 -
Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT)de Muhabir olarak çalıştığım 1970’li yılların sonlarında, Ermeni militanların Türk misyonlarına ve diplomatlarına yönelik saldırıları olmuştu. O tarihlerde, TRT tekel konumunda devletin başlıca sözlü yayın organıydı. Bu nedenle, TRT’nin konuya yaklaşımı, devletin yaklaşımını yansıtıyordu.
Bu saldırılar dolayısıyla, TRT’nin yayın politikasını şekillendirmek adına, muhabir- prodüktör ve spiker gibi yayın kadrolarında görev yapanlara dönük bir hizmetiçi eğitim verilmişti. Tabii, ilgili devlet kurumlarının soruna taraf olan temsilcileri bu bilgilendirme sunumlarını yapıyorlardı. Bu çerçevede, çeşitli kurumlardan birçok kişi bu hizmetiçi eğitimde bilgilendirme ve kuşkusuz yönlendirme sunumları yapmışlardı. Diğerleri neyse, özellikle Dışişleri Bakanlığı Ermeni Masası Şefi’nin söyledikleri bugünkü gibi aklımda kaldı ve duygu/ düşünce dünyamda bir kırılma yarattı.
Çünkü orada anlatılanlar, bizim bildiklerimizden ve duyduklarımızdan çok farklıydı. Tam da işin merkezinde olan yetkili, devletin bu konudaki politikasını ve tutumunu vurguluyordu. Buna göre; politikanın birinci ayağı, böyle bir katliamı red ve inkâr etmekti; bu tutmazsa politikanın ikinci ayağı devreye girecek; “ bu tek yanlı bir katliam değil, bir mukatele yani karşılıklı öldürme, başka söyleyişle öldürüşme” idi... Aynı görüşü, İngilizler tarafından Malta’ya sürülen Ziya Gökalp gibi İttihadçı aydınlar daha önce savunmuşlardı. Ve nihayet aynı yetkili diyordu ki, “ bu politika da tutmazsa, diyeceğiz ki, katliamı Türkler değil, Kürtler yaptı!..” (Bukonudaki yazılardan biri için bkz. “Osmanlı/Alman Müşavir Subayı Nögales’in Anlatımıyla Ermeni Soykırımı- 1915; Kürt Tarihi, Sayı:19/2015).
Ermeni soykırımının baş aktörlerinden Talat Paşa’nın Berlin’de infazından birkaç yıl sonra 1926’da aynı yerde yayımlanan “Vier Jahre unter den Halbmund” (Hilal Altında Dört Sene) kitabı; İttihadçı geleneği reddederek ortaya çıkan oysa aynı hareketin devamı olan Kemalist yönetimi öylesine rahatsız etmiş ki; kitap Türkçeye çevirtilerek, kimi bölümleri askeri Kaymakam Hakkı adında biri tarafından bir cevapla birlikte, Latin alfabesine yeni geçilen bir dönemde 1931 yılında Askeri Matbaa Yayınları arasında yayımlanmıştı.
Burada; Van’daki çatışmalar başta olmak üzere çok sayıda ilginç olaya tanık oluyoruz. İttihad- Terakki’nin 2. Adamı Enver Paşa’nın eniştesi Van Valisi Cevdet Bey’in gerek Osmanlı Ordu birliklerinin, gerek Hamidiye Alayları bünyesinde yer alan Kürt, Çerkez ve Laz milislerin devreye sokulmasından tutun, yerli aşiret reislerini harekete geçirme çabalarına kadar birçok oyuna tanık oluyorsunuz.
- 3 -
Yine 1921’de Koçgiri’de büyük bir katliam gerçekleştirecek olan Laz milis taburunun korkunç faaliyetlerini ve “Topal Osman” gibi Çete Yüzbaşılığı ile maruf Çerkez Ahmet Bey’in Ermeni mebuslardan Zorab’ı, Vartakis’i ve 1914’te İstanbul’da yayımlanıp, 2018 yılında yapılan yeni yayınına benim de bir yazıyla katkıda bulunduğum “Hıristiyan Protestanlığının ve Kızılbaş İnancının Doğuşu” eserinin sahibi Dağavaryan’ı nasıl katlettiğini burada görüyorsunuz...
Askeri Yayın Şecaat Arzederken “Kendi Gerçeği”ni İtiraf Ediyor...
İttihad’ın ve Kemalizm’in sesi Kaymakam Hakkı, 1915 Ermeni Soykırımı’na ilişkin hükmü de kendisi veriyor. “Ermeni tehcirine ve binnetice birçok Ermeni’nin mahvına sebep olan yine Ermeniler’dir:
Ermeniler 3. Kafkas Ordusu’nun inhizamını (yenilgisini MB) mucip olacak ve ana vatanı tehlikeye koyacak ihtilâllere teşebbüs eylemişlerdir.
Vatani vazifelerden kaçmışlardır.
Düşmanlara casusluk yapmışlardı.
Perakende olarat tesadüf eyledikleri İslamlar’ı imha eylemişlerdir.
Askere ve jandarmaya karşı silah kullanmışlardır.
Hükûmetin davetine icabet etmemişlerdir.
Muhtariyet idaresi peşinde koşmuşlardır.
Etrafa dağılan çetelerle Ordunun gerisinde asayişi ihlal, birçok İslam köylerine tecavüz ve İslam muhacir kafilelerine taarruzlarda bulunmuşlardır.” ( Age, s. 76)
İttihadçı- Kemalist Askeri Kaymakam Hakkı, son hükmü de kendisi veriyor: “Hükûmet, dahil ve hariçte cereyan eden bu muamelelere karşı Eyubane bir sabır ile aylarca tahammül etmiş, ancak bir sene sonra tehcir işine girişmiştir...”
1912 Selanik Kongesi’nden sonra tümüyle Balkanlı ve Kafkaslı unsurların eline geçen İttihad- Terakki Hareketi’nin, 1913 Babıâli baskınıyla yönetimi ele geçirmesinden sonra; Mehmed Akif dahil İslam ulemasından kadroları eğitim için Almanya’ya gönderdikten sonra, “Etno- dinsel temizlik/ Tek- tipleştirme/ Türk- İslamlaştırma” ekseninde hazırlıklara giriştiğini ve Alman militarizminin yanında girdiği bu emperyalist savaşı “Harb-ı Mukaddes” (Kutsal Din Savaşı) olarak ilan ettiğini bilmesek, tüm bunlara inanacağız!..
“Türk ve Müslüman” olmayan halklara karşı başlatılan bu kıyımda ortaya çıkarılan Hz. Muhammed’in “Sancak-ı Şerif“i , daha sonra Kemalistlerce 1920’de Ankara’daki Meclis’in kapısına asılacak ve 1922’de Ege’de kullanılacaktır...
- 4 -
Taner Akçam’ın Kapı Açtığı Polemik Yada “Mağdur ve Mağrur, Mazlum ve Kahraman” İki Halk...
Her şeyden önce, Taner Akçam’ın kapı açtığı “ilk gece” polemiğinde bilimsel bir kaygu ve iyiniyet görmediğimi belirtmeliyim. Bu polemik, onlarca yazı ve makalenin ortaya çıkmasına vesile oldu. Biz de, Artı Gerçek adına yapılan bir röportajda bu konuya kısaca değindik. Tüm bu cevapları tekrarlamanın yeri burası değil. Bu nedenle, kitaplarımda dağınık biçimde yer verdiğim kimi tanıklıklarımı kısa da olsa paylaşmanın yeterli olacağını düşünüyorum.
Ermeniler’e ilişkin 2. kitabımda yer verdiğim bir bölümün başlığını “Kürt ve Ermeniler’in Acılı Tarihi Bir İroni Mi?” koymuş ve 19. Yüzyılın başlarına kadar yanyana ve içiçe yaşayan Kürt ve Ermeni halklarının; Kürt mîrlerinin Osmanlı’ya başkaldırılarından sonra nasıl bir kırılma yaşadığını Aşuğ Destanları’ndan örneklerle anlatıyordum.
Bu polemiğe katılan Kürt aydınlarından Hüseyin Turhallı, yazısını şöyle noktalıyordu: “ 1828’lere kadar ortak bir yaşam içinde birbirleriyle uyumlu yaşayan Ermeniler’le Kürtler, ne oldu da birdenbire birbirlerine düşman kesildiler? İnkâr edilemez bir gerçeğimiz var. Osmanlı- Rus egemenlik çekişmesinin bir sonucu olarak Ermeniler ve Kürdler birbirlerine kırdırılmıştır. (Kim çok öldü, kim çok öldürdü) tartışması iki mazlum halka da hizmet etmez. Kürdler ve Ermeniler, uğradıkları zulümden sonuç çıkarmak istiyorlarsa, o dönemde Osmanlı- Rus oyunlarına nasıl geldiklerini açık yüreklilikle tartışmalı ve egemen güçlerin oyununa gelen atalarının aptallıklarından ders çıkarmalıdırlar. Hakikat, raporlarda değil; iki halkın yaşadığı trajedidedir...”
Gerçekten de, Yılmaz Güney için kullandığım “mağdur ve mağrur, mazlum ve kahraman” sıfatları, kadim coğrafyanın bu iki acılı halkına çok uyuyor, diye düşünüyorum...
Taner Akçam’ın, köklerini çok eski mitolojilerden ve topluluklardan alan iddiası, yakın dönem Kürt ve Ermeni toplumları için geçerli olsa; Osmanlı tarihlerinden, siyasetnâmelerinden, seyahatnâmelerinden ve Batılı araştırmalardan başlayarak çok sayıda esere konu olacaktı. Kızılbaşların ve diğer bâtıni toplulukların canları ve malları gibi iffetini İslam gazilerine helal kılan anlayış; 1908 2. Meşrutiyeti’ne kadar Saray’ın göbeğinde “Harem ve Acemoğlanları” gibi kurumlaşmaları yaşatırken; başka halk ve inançları suçlamaktan geri durmuyordu. Bunun tipik örneklerinden birini, Cumhuriyet döneminin en büyük “Alevi- Kürt Soykırımı”nı Dersim’de gerçekleştiren Türk resmi belgelerinde bile görebiliyoruz.
- 5 -
1930’lu yılların başlarında Jandarma Umum Kumandanlığınca 100 adet basılarak, “gizli ve zata mahsus” kaydıyla hizmete sunulan “Dersim” konulu raporda şöyle deniyor: “ Oynaş ve gündüzlü tutmak, haftanın bir gününü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadınının hakkıdır; işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmağa mezundur, gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasınca ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz...” (Age, s. 40)
Yıllarca Soykırım hazırlığı yapıldıktan sonra, bir Türk subayının, Dersim’de bir kadını taciz etmesinden sonra kadının kocası tarafından öldürülmesi ve yakalanmamak için Pağ (Pax) köprüsünü yakması, 1937-38 Soykırımı’nın bahanesi olarak gösterilir. Bu sözde klavuz- kitap gibi; evlerin ve ormanların nasıl yakılacağına ilişkin bir klavuz- kitap da Elaziz’de basılarak “askerin istifadesi”ne sunulur...
Amaç, “acıları yarıştırmak” değil; gelinen oyunlardan ve yaşanan acılardan ders çıkarmaktır...
Ermeni Âşuğ Destanlarının Sunduğu Acılı Gerçekler...
Dışardan dikte edilen resmi tarih ve dış gözlemlerden çok, “halkın manzum tarihi” niteliğindeki anlatı - şiirlerine yani destanlara başvurmak gerekiyor. Sözgelimi, yazar Nesimi Aday, üstte anılan çalışmamızdan giderek, bu aşuğları “dönemsel tarihin belleği” olarak nitelendiriyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mehmet Bayrak, Ermeni aşuğların bir kısmının Alevi ve Kürt katliamları yapıldığı yıllarda Padişahlara övgü dizdiğini örnekleriyle açıklıyor. Örneğin 1847 tarihinde Kürdistan Eyaletinde cereyan eden Bedirhan Paşa ayaklanması için Ermeni Aşuğ Lisanî’nin şu dizeleri, Osmanlıcı tavrın kanıtı gibidir:
Söyleyim sizlere dinleyin beni/ Kürdler’in cenginden edem beyanı/ Kim ki Padişah’dan çekmez hazeri (korkuyu)/ Bulur belasını yoktur imkânı.
Osmanlı askeri, Rewandızlı Mir Muhammed İsyanı’nı kanlı bir şekilde bastırırken ve yine binlerce Êzidi ve Alevi’yi katlederken de Padişah’a medhiyeler dizilir. Ermeni Aşuğ Levhi, Mir Muhammed Han’a karşı, Sultan Mahmud ve Çerkez Hafız Paşa’yı öven dörtlükler kaleme alır:
Vallahüâlem Gazi Mahmud Han/ Gelmemiş cihana, misli yok hâşâ/ Tahtında ber-karar eylesin Sübhan/ Geçirsin hükmünü dağ ile taşa// Emr-i ferman ile eyledi himmet/ Merd Hafız Paşa’ya verildi ruhsat/ Serasker olup da eyledi gayret/ Şecaatla memur oldu bu işe...
- 6 -
II. Abdülhamid döneminde yazılan “Reâya Destanı” da, bazı Ermeni aşuğların, iktidarla olan muhabbetini (İncil övgüsü, iktidardan dinsel baskı görmediğini imliyor) ve Kızılbaş hamasetini gözönüne serer:
Şu meramı bildirmeye yüz sürerek gideriz/ Başımıza hasır yakar, Hünkâr’a arz ederiz/ İncil-i Şerif’in doğru gayretini güderiz/ Eski kanun üzerine, hâşâ ki bir âsiyiz/ Cedd-i ceddimiz reâya, Ermeni’nin hasıyız.
Üstteki mısralardan da anlaşılacağı üzere aşuğ, Ermeniler’in başına gelebilecek olası bir mezâlime karşın, Aleviler gibi âsi olmadığını, Hünkâr’ın has kulları olduklarını söylüyor. Alttaki dizeler ise net olarak Alevileri (Kızılbaşları) hedef alıyor:
Her fesadlık Kızılbaş’tan, neçe doğmuş her yüzden/.../ Ya Kızılbaşyağcıların etdiği düzenleri/ Yudalım mı şu ateşsiz kaynayan kazanları.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet otoritesi altında yaşayan birçok halk gibi kimi Ermeniler’in, mazlumun yanında olmadığı zamanlar olmuş, tıpkı Ermeniler’e karşı Osmanlı saflarında yer alan Hamidiye Alayları gibi. Kimin ne zaman mazlum, ne zaman zâlim olacağı belli olmuyor. Bu coğrafyada da böyle trajik hikâyeler mevcut... “ (Bkz. M. Bayrak: Alevilik- Kürdoloji- Türkoloji Yazıları- II; Özge yay. Ank. 2018, s.428).
Fransız Gezgin Poujoula (Pujula) ve Ermeni Tarihçi Agasshi’nin Anlatımıyla Osmanlı’nın Prototip Politikası...
Osmanlı’nın Kürt ve Ermenileri karşılıklı kullanmasına ve Ermenilerin düştüğü tuzağa ilişkin bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak, bunları biryana bırakıp 19. Yüzyıl ortalarına ilişkin bir Batılı gezgin seyahatnâmesine ve bir Ermeni tarihçinin anlatımıyla, İçtoroslar’da Kızılbaş Kürtlerin karşılaştığı bir trajik olguya yer vermek istiyorum.
Araştırmacı- yazar Namık Kemal Dinç’in, 2016’da yayımladığı “Ermeni Soykırımı ve Kürtler” konulu kitabında, söyleşi yapılan on Kürt aydınından biri de bendim. Benimle “Alevi Kürtler” ekseninde yapılan söyleşi, “Bölgede Alevi Kürtler’in tutumu genel olarak Ermeniler’i korumaya dönüktü” başlığıyla verilmişti. Burada; Anadolu’da ve Kürdistan’da Alevi Kürt yoğunluklu iki havzayı, Dersim merkezli Fırat havzası ile Maraş merkezli İçtoroslar havzasını esas alıyor ve gizli belgelerin de ortaya koyduğu üzere, bu iki etnik topluluğun birbirlerine son derece sıcak baktıklarını; 1895 ve 1915 yıllarında Malatya/ Arga (Akçadağ)
- 7 -
bölgesinde Ermeniler’in yanısıra çok sayıda Kızılbaş Kürd’ün de katledildiğini belgelerle anlatmış ve 1915’teki Ermeni Soykırımı sürecinde 25.000 dolayında Ermeni’nin Dersimliler tarafından korunarak Rusya’ya geçirildiğini, İngiliz Bnb. Noel’in 1920 tarihli “Kürdistan- 1919” konulu günlüklerinden giderek, 1919 tarihli Ermeni gazetesi Jamanak’ın bildirdiğini söylemiştim.
Esasen, 2006’da yayımlanan “İçtoroslar’da Alevi- Kürt Aşiretler” konulu inceleme- antoloji çalışmamda; Fransız gezgin Poujoula’nın 19. Yüzyıl ortalarına tarihlenen Seyahatnâmesi’nden (Paris, 1840-1841) ve Osmanlı Tarihi’nden (Leipzig-1853) başlayarak, Bnb. Noel’in Günlükleri’ne ( Musul-1920) kadar birçok Batılı eserin tanıklığına başvurmuştum.
Poujola’nın Seyahatnamesi, kritik ve acılı bir dönemi doğrudan gözlemlere dayanarak anlatan son derece çarpıcı bir eserdi. 1837 yılı Ocak ayında, birçok kötülüğe imza atan Osmanlı Ordusu Başkomutanı Raşid Paşa, Diyarbekir’de koleradan ölmüş ve yerine Çerkez kökenli Kürt düşmanı, softa Hafız Paşa getirilmiştir. Daha önce Sincar bölgesinde Êzidi Kürtlere katliam uygulayan Hafız Paşa, bu defa İçtoroslar bölgesindeki Alevi Kürtlere karşı harekete geçirilmiştir.
Olayların doğrudan tanıklığını yapan Fransız gezgin Poujola, İçtoroslar’da yer alan Malatya ve çevresindeki trajik olaylar konusunda son derece ilginç gözlemler ve anekdotlar sunar bize. İşte, bunlardan yalnızca bir örnek:
“Arga’dan (Akçadağ MB) elli adım ötedeki Laca dağının eteğinde 4000 kişilik bir Kürt kabilesi ve çeşitli yaşlarda Kürt kadınları vardı. Çadır yapacak bir karış kumaşları yoktu ve yakıcı güneşin altındaydılar. Güneşin yakıcılığından yüzlerini tozla gizliyorlardı. Çoğunluğu kadın ve çocuk olan bu insanlar, çıplak ve çullar içindeydiler. Yüzlerinde acı bir umutsuzluk vardı, göğüslerinden ağır iniltiler çıkıyordu; kadınların ağlamaları ve ağıtları, çocukların çığlıkları yürek parçalayıcıydı. Bu 4000 Kürt, acı durumlarıyla bana cehennem azablarını hatırlatıyordu. Bu insanlar burada altı gün kaldılar, sadece çok az olan siyah ekmekten yediler ve yakındaki bir çaydan su içtiler. İlk üç gün içinde 20 süt çocuğu öldü. Bazı annelerin sütü bile yoktu. Üzgün analar çocuklarını bırakmadılar. Öldüklerine inanmayarak, hissiz elleriyle çocuklarını kucakladılar. (...) Esir Kürtler, Hafız Paşa’nın kendilerinin Malatya veya İmparatorluğun diğer bölgelerine gönderilmesiyle ilgili emrini bekliyorlardı. Kürtler’in bir bölümü onun Paşalık bölgesine yerleştirilmişti. Pekçok Kürt yolda açlıktan ve yorgunluktan öldü, geriye kalanları da köle yaşamı bekliyordu. Heryerde yıkılmış ve dağılmış köyler görülüyordu. Ovalar, kendilerini koruyamamış Kürt ölüleriyle doluydu...”
- 8 -
Poujoula,Kürtlerin ve onların yöneticilerinin bütün işkencelere kahramanca karşı koyduklarını ve karşı tarafta savaşan hâin Kürt önderlerine nefretle yaklaştıklarını vurguladıktan sonra, bir Kürd’ün kahramanlığını şöyle anlatır:
“Hafız Paşa, esir Kürt önderlerini Osmanlı İmparatorluğu’na hizmet ettirmek ve Kürtler’e karşı harekâtlarda Türk ordusuna yardım etmelerini sağlamak için bütün şartları düşünmüştür. Genç ve yakışıklı bir Kürt önderini esir alan Hafız Paşa; başlangıçta onu onore etmiş ve ona albay rütbesi vereceğini vaadederek, herhangi bir itirafta bulunmasına çalışmıştır. Fakat gururlu Kürt önderinin cevabı şu olmuştur:
Hiç bir zaman diğer insanların olmadım, eğer senin alaylarından birinin başında olsaydım, sana gene de ihanet etmezdim. Bu nedenle beklediğin itirafları hiç bir zaman benden duyamayacaksın. Kader beni senin eline attı, ne istiyorsan yap!”
Bu cesur cevap, Hafız Paşa’yı adeta kudurtur. Beşyüz kırbaç darbesi bile bu yiğit Kürt önderini konuşturamamıştır. Poujoula, anekdotu şöyle sürdürür:
“Kürt, karın kasları yırtıldığında bir sigara istemiş, isteği yerine getirilmiş, sessizce başını kaldırıp sigara içmeye başlamıştır. Cellatlar, ona vurmayı birkaç kez durdurmuşlar, ona sorular sormuşlar, fakat gururlu Kürt susmuştur. Hafız Paşa ona, ( Benim sözlerimi duymadığından mı cevap vermiyorsun?) diye sormuş. Başını kaldıran Kürt, nefretle düşmanına bakmış ve sakince şöyle demiştir:
(Tanrıya şükür kulaklarım sağır değil, ama dilim dilsiz). Osmanlı kadılarından biri Hafız Paşa’ya; (Bu adamı konuşturmak için en ağır hangi işkenceyi yapabiliriz?) diye sormuştur. Bu sözler üzerine esir Kürt önderi, gururla başınıp kaldırmış, karşısında duran bir Kürd’ü parmağıyla gösterip bağırarak şöyle demiştir:
(Hiç bir ceza, kardeşlerini terketmiş ve onlara düşmanlarımızı salmış alçak bir Kürd’ün gözlerimin önünde durmasından daha ağır olamaz!). Kendisine bu sözler sarfedilen Kürt, belinden tabancasını çıkartmış ve esire ateş etmiştir.” (Bkz. Age, s. 130- 131 ve Kürtler’in ve Kürdistan’ın Görsel Tarihi; Özge yay. Ank. 2019, s.271- 272).
Şimdi gelelim, Ahmet Güven arkadaşımızın Ermeni tarihçi “ Garabed Agasshi”, bu polemiğe katılan Aso Zagrosi’nin “Garabed Toursarkisian”adına verdiği “Zeytun Tarihi”nde; Zeytun Ermenileri’nin Alevi Akçadağ Kürtlerine karşı Osmanlı saflarında katıldıkları bu katliamla ilgili trajik anlatıma:
- 9 -
“1849 yılında Arga/Akçadağ Kürtleri, çevre bölgeleri işgal edip yağmalamaya başladı ve Sivas eyaletini tehdit ettiler. Osmanlı bunlara boyun eğdirmek istiyordu. Bunun için Başvezir İstanbul’dan 50 bin askerden oluşan orduyla bölgeye geldi. Osmanlı ordusu Akçadağ’ı her taraftan kuşatıp vargücüyle saldırmaya başladı. Dağları ve geçitleri tutan Kürtler, onları birkaç kez geri püskürttü.
Savaştan yenilmiş ve yorgun düşmüş Osmanlı ordusu varlık gösteremiyordu. Ancak Kürtler’i mağlup etmekten vazgeçmiyordu. Çünkü onların zaferi Osmanlı’dan bağımsızlıklarını ilan etmek için isyan halinde bekleyen tüm aşiretleri cesaretlendirecekti.
Kürt isyancıları mağlup etmek için Osmanlı, Zeytunlu Ermeniler’e başvurmak zorunda kaldı ve onlara ayrıcalıkla vaadlerde bulunarak yardım istedi. Zeytunlular, kendi askeri birliklerinin Osmanlı ordusuna katılmadan, bağımsız kendi prensleri komutasında savaşmak şartıyla Osmanlı’nın önerisini kabul ettiler. Başvezir (Hafız Paşa) bu şartı kabul etti ve savaş, Kürtler'le Ermeniler arasında başlamış oldu.
Deli Keşiş, o sırada Bağdat’tan yeni dönmüş, yılların tecrübesine ve birikimine sahip bir Ermeni prensti. Zeytun prensleri 400 savaşçıdan oluşan bir birlik kurdular ve Deli Keşiş’in emrine verdiler. Zeytunlularönce Akçadağ kalesine yönelip, kaleyi elegeçirdiler. Kürtleri katledip, bütün mallarına elkoydular.
Osmanlı birlikleri diğer cephelerde Kürtler karşısında yenilgi alıyordu. Zeytunlular kaleyi ele geçirdikten sonra Kürtlere arkadan saldırdı ve ağır kayıplara yolaçtı. Kürtler arasında panik başladı ve kaçmaya başladılar. Ancak o zaman Osmanlı birlikleri Akçadağ dağlarına girebildi; evleri yakarak, kaçanları öldürerek intikam aldı.
Zeytunlular'ın cesaretine ve yeteneklerine hayran kalan Başvezir, diğer isyancı aşiretlere boyun eğdirmek için Zeytunlular'dan bir öncü birlik oluşturmak istiyordu. Başvezirin niyetini öğrenen Deli Keşiş, birliğine ganimetleri almalarını emrederek, o gece Osmanlı ordusunu aşıpZeytun’a geri döndüler.” (Aghassi, 1879, s. 103-105’ten aktarılarak; A. Güven: Kürt Aleviler/ Kurmanclar; Vivo yay. İst. 2020, s. 17,20).
Fransız gezgin Poujoula’nın ve Ermeni tarihçinin anlatımları karşısında, sanırım iki halkın acılı tarihini daha iyi kavrayabiliyoruz!
Selçuklu’nun, güç yetiremediği Babaî isyancılarını, Lübnan bölgesinden getirttiği paralı Frenk askerlerinin yardımıyla bastırması da, tarihe ilginç bir olay olarak geçecekti...17.05.2021 - 17:52 Güncelleme: 17.05.2021 - 17:52
[Kürt-Ermeni ilişkileri ve kimi gerçekler]
FacebookTwitterWhatsappEpostaPrintGoogle NewsMehmet BAYRAK
Giriş
Kürtlerin ve Ermenilerin; Araplar, Persler, Asuri / Süryaniler ve Rumlarla birlikte Önasya ve Mezopotamya’nın kadim halklarından olduğu bir gerçektir. Öte yandan, bu halkların Selçuklu ve Osmanlı yönetimleriyle değil ama birbirleriyle genellikle dostane bir yaşam sürdürdükleri bilinmektedir.
Yine bilinmektedir ki, İslamiyet’in bu coğrafyaya yayılmasıyla birlikte, “kitap sahibi olmayan” Babaî, Ahlê Haq, Kızılbaş, Yaresan gibi Bâtınî inanç mensupları; “kitap sahibi” olan Hristiyan ve Musevi unsurlardan daha tehlikeli olarak görülmüş ve hemen tüm İslâmî fetva ve buyruklarda; bunların canları ve malları gibi iffetleri de İslâm gazilerine “helâl” kılınmıştır. Osmanlı döneminde, mükerrer atamalarla birlikte 130 dolayında Şeyhülislam ataması vardır ve bunların konuyla ilgili tüm fetvalarında, doğudaki rakip İran’la özdeşleştirilen “Kızılbaş”düşmanlığı egemendir. Oysa, Osmanlı karşısında tutunabilmek için 16. Yüzyılın ortalarından itibaren “Ali yandaşlığı” adına İslâmi / Şiî bir hırkaya bürünen Safevi yönetimleri de, o tarihten itibaren kendi içlerinde bulunan “Hurûfi, Kalenderî, Noktavî, Haydarî vb.” unsurlara savaş açıyorlardı. Çünkü, Osmanlı’nın tüm bâtınî kitleleri “Hanefilik” ekseninde “resmi mezhep” etrafında örgütlemeye çalışması gibi; Safeviler ve sonraki Hanedanlıklar da aynı şeyi “Şiîlik” temelinde yapmaya çalışıyorlardı.
Kürtlerin desteğiyle Anadolu’ya açılan ilk Türk hükümdarı Sultan Alpaslan’ın Veziri Nizamü’l- Mülk’ün “Siyasetnâme”sinde, bu Bâtınî – moda deyimle Kızılbaş/Alevi - düşmanlığını açıkça görmek mümkündür. Zaten, adı geçen vezirin, Hassan Sabbah gruplarınca cezalandırılması da bu yüzdendir. Selçuklu’nun, güç yetiremediği Babaî isyancılarını, Lübnan bölgesinden getirttiği paralı Frenk askerlerinin yardımıyla bastırması da, tarihe ilginç bir olay olarak geçecekti...
Düşünce Dünyamda Bir Dönemeç...
50 Yıllık yazarlık hayatımda, Ermeniler’le ilgili birçok yazı yazdım ve iki kitap yayımladım: “Alevi- Bektaşi Edebiyatından Ermeni Âşıklar” ( İnceleme- Antoloji; Özge yay. 2005 ) ve “ Manzum Halk Tarihçisi Ermeni Aşuğlar” (İnceleme- Antoloji; Özge yay. 2016).
Bu çalışmalarda da değindiğim, duygu ve düşünce dünyamda bir kırılma yaratan ve dönemeç oluşturan bir anekdotu burada yeniden aktarmak istiyorum:
- 2 -
Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT)de Muhabir olarak çalıştığım 1970’li yılların sonlarında, Ermeni militanların Türk misyonlarına ve diplomatlarına yönelik saldırıları olmuştu. O tarihlerde, TRT tekel konumunda devletin başlıca sözlü yayın organıydı. Bu nedenle, TRT’nin konuya yaklaşımı, devletin yaklaşımını yansıtıyordu.
Bu saldırılar dolayısıyla, TRT’nin yayın politikasını şekillendirmek adına, muhabir- prodüktör ve spiker gibi yayın kadrolarında görev yapanlara dönük bir hizmetiçi eğitim verilmişti. Tabii, ilgili devlet kurumlarının soruna taraf olan temsilcileri bu bilgilendirme sunumlarını yapıyorlardı. Bu çerçevede, çeşitli kurumlardan birçok kişi bu hizmetiçi eğitimde bilgilendirme ve kuşkusuz yönlendirme sunumları yapmışlardı. Diğerleri neyse, özellikle Dışişleri Bakanlığı Ermeni Masası Şefi’nin söyledikleri bugünkü gibi aklımda kaldı ve duygu/ düşünce dünyamda bir kırılma yarattı.
Çünkü orada anlatılanlar, bizim bildiklerimizden ve duyduklarımızdan çok farklıydı. Tam da işin merkezinde olan yetkili, devletin bu konudaki politikasını ve tutumunu vurguluyordu. Buna göre; politikanın birinci ayağı, böyle bir katliamı red ve inkâr etmekti; bu tutmazsa politikanın ikinci ayağı devreye girecek; “ bu tek yanlı bir katliam değil, bir mukatele yani karşılıklı öldürme, başka söyleyişle öldürüşme” idi... Aynı görüşü, İngilizler tarafından Malta’ya sürülen Ziya Gökalp gibi İttihadçı aydınlar daha önce savunmuşlardı. Ve nihayet aynı yetkili diyordu ki, “ bu politika da tutmazsa, diyeceğiz ki, katliamı Türkler değil, Kürtler yaptı!..” (Bukonudaki yazılardan biri için bkz. “Osmanlı/Alman Müşavir Subayı Nögales’in Anlatımıyla Ermeni Soykırımı- 1915; Kürt Tarihi, Sayı:19/2015).
Ermeni soykırımının baş aktörlerinden Talat Paşa’nın Berlin’de infazından birkaç yıl sonra 1926’da aynı yerde yayımlanan “Vier Jahre unter den Halbmund” (Hilal Altında Dört Sene) kitabı; İttihadçı geleneği reddederek ortaya çıkan oysa aynı hareketin devamı olan Kemalist yönetimi öylesine rahatsız etmiş ki; kitap Türkçeye çevirtilerek, kimi bölümleri askeri Kaymakam Hakkı adında biri tarafından bir cevapla birlikte, Latin alfabesine yeni geçilen bir dönemde 1931 yılında Askeri Matbaa Yayınları arasında yayımlanmıştı.
Burada; Van’daki çatışmalar başta olmak üzere çok sayıda ilginç olaya tanık oluyoruz. İttihad- Terakki’nin 2. Adamı Enver Paşa’nın eniştesi Van Valisi Cevdet Bey’in gerek Osmanlı Ordu birliklerinin, gerek Hamidiye Alayları bünyesinde yer alan Kürt, Çerkez ve Laz milislerin devreye sokulmasından tutun, yerli aşiret reislerini harekete geçirme çabalarına kadar birçok oyuna tanık oluyorsunuz.
- 3 -
Yine 1921’de Koçgiri’de büyük bir katliam gerçekleştirecek olan Laz milis taburunun korkunç faaliyetlerini ve “Topal Osman” gibi Çete Yüzbaşılığı ile maruf Çerkez Ahmet Bey’in Ermeni mebuslardan Zorab’ı, Vartakis’i ve 1914’te İstanbul’da yayımlanıp, 2018 yılında yapılan yeni yayınına benim de bir yazıyla katkıda bulunduğum “Hıristiyan Protestanlığının ve Kızılbaş İnancının Doğuşu” eserinin sahibi Dağavaryan’ı nasıl katlettiğini burada görüyorsunuz...
Askeri Yayın Şecaat Arzederken “Kendi Gerçeği”ni İtiraf Ediyor...
İttihad’ın ve Kemalizm’in sesi Kaymakam Hakkı, 1915 Ermeni Soykırımı’na ilişkin hükmü de kendisi veriyor. “Ermeni tehcirine ve binnetice birçok Ermeni’nin mahvına sebep olan yine Ermeniler’dir:
Ermeniler 3. Kafkas Ordusu’nun inhizamını (yenilgisini MB) mucip olacak ve ana vatanı tehlikeye koyacak ihtilâllere teşebbüs eylemişlerdir.
Vatani vazifelerden kaçmışlardır.
Düşmanlara casusluk yapmışlardı.
Perakende olarat tesadüf eyledikleri İslamlar’ı imha eylemişlerdir.
Askere ve jandarmaya karşı silah kullanmışlardır.
Hükûmetin davetine icabet etmemişlerdir.
Muhtariyet idaresi peşinde koşmuşlardır.
Etrafa dağılan çetelerle Ordunun gerisinde asayişi ihlal, birçok İslam köylerine tecavüz ve İslam muhacir kafilelerine taarruzlarda bulunmuşlardır.” ( Age, s. 76)
İttihadçı- Kemalist Askeri Kaymakam Hakkı, son hükmü de kendisi veriyor: “Hükûmet, dahil ve hariçte cereyan eden bu muamelelere karşı Eyubane bir sabır ile aylarca tahammül etmiş, ancak bir sene sonra tehcir işine girişmiştir...”
1912 Selanik Kongesi’nden sonra tümüyle Balkanlı ve Kafkaslı unsurların eline geçen İttihad- Terakki Hareketi’nin, 1913 Babıâli baskınıyla yönetimi ele geçirmesinden sonra; Mehmed Akif dahil İslam ulemasından kadroları eğitim için Almanya’ya gönderdikten sonra, “Etno- dinsel temizlik/ Tek- tipleştirme/ Türk- İslamlaştırma” ekseninde hazırlıklara giriştiğini ve Alman militarizminin yanında girdiği bu emperyalist savaşı “Harb-ı Mukaddes” (Kutsal Din Savaşı) olarak ilan ettiğini bilmesek, tüm bunlara inanacağız!..
“Türk ve Müslüman” olmayan halklara karşı başlatılan bu kıyımda ortaya çıkarılan Hz. Muhammed’in “Sancak-ı Şerif“i , daha sonra Kemalistlerce 1920’de Ankara’daki Meclis’in kapısına asılacak ve 1922’de Ege’de kullanılacaktır...
- 4 -
Taner Akçam’ın Kapı Açtığı Polemik Yada “Mağdur ve Mağrur, Mazlum ve Kahraman” İki Halk...
Her şeyden önce, Taner Akçam’ın kapı açtığı “ilk gece” polemiğinde bilimsel bir kaygu ve iyiniyet görmediğimi belirtmeliyim. Bu polemik, onlarca yazı ve makalenin ortaya çıkmasına vesile oldu. Biz de, Artı Gerçek adına yapılan bir röportajda bu konuya kısaca değindik. Tüm bu cevapları tekrarlamanın yeri burası değil. Bu nedenle, kitaplarımda dağınık biçimde yer verdiğim kimi tanıklıklarımı kısa da olsa paylaşmanın yeterli olacağını düşünüyorum.
Ermeniler’e ilişkin 2. kitabımda yer verdiğim bir bölümün başlığını “Kürt ve Ermeniler’in Acılı Tarihi Bir İroni Mi?” koymuş ve 19. Yüzyılın başlarına kadar yanyana ve içiçe yaşayan Kürt ve Ermeni halklarının; Kürt mîrlerinin Osmanlı’ya başkaldırılarından sonra nasıl bir kırılma yaşadığını Aşuğ Destanları’ndan örneklerle anlatıyordum.
Bu polemiğe katılan Kürt aydınlarından Hüseyin Turhallı, yazısını şöyle noktalıyordu: “ 1828’lere kadar ortak bir yaşam içinde birbirleriyle uyumlu yaşayan Ermeniler’le Kürtler, ne oldu da birdenbire birbirlerine düşman kesildiler? İnkâr edilemez bir gerçeğimiz var. Osmanlı- Rus egemenlik çekişmesinin bir sonucu olarak Ermeniler ve Kürdler birbirlerine kırdırılmıştır. (Kim çok öldü, kim çok öldürdü) tartışması iki mazlum halka da hizmet etmez. Kürdler ve Ermeniler, uğradıkları zulümden sonuç çıkarmak istiyorlarsa, o dönemde Osmanlı- Rus oyunlarına nasıl geldiklerini açık yüreklilikle tartışmalı ve egemen güçlerin oyununa gelen atalarının aptallıklarından ders çıkarmalıdırlar. Hakikat, raporlarda değil; iki halkın yaşadığı trajedidedir...”
Gerçekten de, Yılmaz Güney için kullandığım “mağdur ve mağrur, mazlum ve kahraman” sıfatları, kadim coğrafyanın bu iki acılı halkına çok uyuyor, diye düşünüyorum...
Taner Akçam’ın, köklerini çok eski mitolojilerden ve topluluklardan alan iddiası, yakın dönem Kürt ve Ermeni toplumları için geçerli olsa; Osmanlı tarihlerinden, siyasetnâmelerinden, seyahatnâmelerinden ve Batılı araştırmalardan başlayarak çok sayıda esere konu olacaktı. Kızılbaşların ve diğer bâtıni toplulukların canları ve malları gibi iffetini İslam gazilerine helal kılan anlayış; 1908 2. Meşrutiyeti’ne kadar Saray’ın göbeğinde “Harem ve Acemoğlanları” gibi kurumlaşmaları yaşatırken; başka halk ve inançları suçlamaktan geri durmuyordu. Bunun tipik örneklerinden birini, Cumhuriyet döneminin en büyük “Alevi- Kürt Soykırımı”nı Dersim’de gerçekleştiren Türk resmi belgelerinde bile görebiliyoruz.
- 5 -
1930’lu yılların başlarında Jandarma Umum Kumandanlığınca 100 adet basılarak, “gizli ve zata mahsus” kaydıyla hizmete sunulan “Dersim” konulu raporda şöyle deniyor: “ Oynaş ve gündüzlü tutmak, haftanın bir gününü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadınının hakkıdır; işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmağa mezundur, gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasınca ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz...” (Age, s. 40)
Yıllarca Soykırım hazırlığı yapıldıktan sonra, bir Türk subayının, Dersim’de bir kadını taciz etmesinden sonra kadının kocası tarafından öldürülmesi ve yakalanmamak için Pağ (Pax) köprüsünü yakması, 1937-38 Soykırımı’nın bahanesi olarak gösterilir. Bu sözde klavuz- kitap gibi; evlerin ve ormanların nasıl yakılacağına ilişkin bir klavuz- kitap da Elaziz’de basılarak “askerin istifadesi”ne sunulur...
Amaç, “acıları yarıştırmak” değil; gelinen oyunlardan ve yaşanan acılardan ders çıkarmaktır...
Ermeni Âşuğ Destanlarının Sunduğu Acılı Gerçekler...
Dışardan dikte edilen resmi tarih ve dış gözlemlerden çok, “halkın manzum tarihi” niteliğindeki anlatı - şiirlerine yani destanlara başvurmak gerekiyor. Sözgelimi, yazar Nesimi Aday, üstte anılan çalışmamızdan giderek, bu aşuğları “dönemsel tarihin belleği” olarak nitelendiriyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mehmet Bayrak, Ermeni aşuğların bir kısmının Alevi ve Kürt katliamları yapıldığı yıllarda Padişahlara övgü dizdiğini örnekleriyle açıklıyor. Örneğin 1847 tarihinde Kürdistan Eyaletinde cereyan eden Bedirhan Paşa ayaklanması için Ermeni Aşuğ Lisanî’nin şu dizeleri, Osmanlıcı tavrın kanıtı gibidir:
Söyleyim sizlere dinleyin beni/ Kürdler’in cenginden edem beyanı/ Kim ki Padişah’dan çekmez hazeri (korkuyu)/ Bulur belasını yoktur imkânı.
Osmanlı askeri, Rewandızlı Mir Muhammed İsyanı’nı kanlı bir şekilde bastırırken ve yine binlerce Êzidi ve Alevi’yi katlederken de Padişah’a medhiyeler dizilir. Ermeni Aşuğ Levhi, Mir Muhammed Han’a karşı, Sultan Mahmud ve Çerkez Hafız Paşa’yı öven dörtlükler kaleme alır:
Vallahüâlem Gazi Mahmud Han/ Gelmemiş cihana, misli yok hâşâ/ Tahtında ber-karar eylesin Sübhan/ Geçirsin hükmünü dağ ile taşa// Emr-i ferman ile eyledi himmet/ Merd Hafız Paşa’ya verildi ruhsat/ Serasker olup da eyledi gayret/ Şecaatla memur oldu bu işe...
- 6 -
II. Abdülhamid döneminde yazılan “Reâya Destanı” da, bazı Ermeni aşuğların, iktidarla olan muhabbetini (İncil övgüsü, iktidardan dinsel baskı görmediğini imliyor) ve Kızılbaş hamasetini gözönüne serer:
Şu meramı bildirmeye yüz sürerek gideriz/ Başımıza hasır yakar, Hünkâr’a arz ederiz/ İncil-i Şerif’in doğru gayretini güderiz/ Eski kanun üzerine, hâşâ ki bir âsiyiz/ Cedd-i ceddimiz reâya, Ermeni’nin hasıyız.
Üstteki mısralardan da anlaşılacağı üzere aşuğ, Ermeniler’in başına gelebilecek olası bir mezâlime karşın, Aleviler gibi âsi olmadığını, Hünkâr’ın has kulları olduklarını söylüyor. Alttaki dizeler ise net olarak Alevileri (Kızılbaşları) hedef alıyor:
Her fesadlık Kızılbaş’tan, neçe doğmuş her yüzden/.../ Ya Kızılbaşyağcıların etdiği düzenleri/ Yudalım mı şu ateşsiz kaynayan kazanları.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet otoritesi altında yaşayan birçok halk gibi kimi Ermeniler’in, mazlumun yanında olmadığı zamanlar olmuş, tıpkı Ermeniler’e karşı Osmanlı saflarında yer alan Hamidiye Alayları gibi. Kimin ne zaman mazlum, ne zaman zâlim olacağı belli olmuyor. Bu coğrafyada da böyle trajik hikâyeler mevcut... “ (Bkz. M. Bayrak: Alevilik- Kürdoloji- Türkoloji Yazıları- II; Özge yay. Ank. 2018, s.428).
Fransız Gezgin Poujoula (Pujula) ve Ermeni Tarihçi Agasshi’nin Anlatımıyla Osmanlı’nın Prototip Politikası...
Osmanlı’nın Kürt ve Ermenileri karşılıklı kullanmasına ve Ermenilerin düştüğü tuzağa ilişkin bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak, bunları biryana bırakıp 19. Yüzyıl ortalarına ilişkin bir Batılı gezgin seyahatnâmesine ve bir Ermeni tarihçinin anlatımıyla, İçtoroslar’da Kızılbaş Kürtlerin karşılaştığı bir trajik olguya yer vermek istiyorum.
Araştırmacı- yazar Namık Kemal Dinç’in, 2016’da yayımladığı “Ermeni Soykırımı ve Kürtler” konulu kitabında, söyleşi yapılan on Kürt aydınından biri de bendim. Benimle “Alevi Kürtler” ekseninde yapılan söyleşi, “Bölgede Alevi Kürtler’in tutumu genel olarak Ermeniler’i korumaya dönüktü” başlığıyla verilmişti. Burada; Anadolu’da ve Kürdistan’da Alevi Kürt yoğunluklu iki havzayı, Dersim merkezli Fırat havzası ile Maraş merkezli İçtoroslar havzasını esas alıyor ve gizli belgelerin de ortaya koyduğu üzere, bu iki etnik topluluğun birbirlerine son derece sıcak baktıklarını; 1895 ve 1915 yıllarında Malatya/ Arga (Akçadağ)
- 7 -
bölgesinde Ermeniler’in yanısıra çok sayıda Kızılbaş Kürd’ün de katledildiğini belgelerle anlatmış ve 1915’teki Ermeni Soykırımı sürecinde 25.000 dolayında Ermeni’nin Dersimliler tarafından korunarak Rusya’ya geçirildiğini, İngiliz Bnb. Noel’in 1920 tarihli “Kürdistan- 1919” konulu günlüklerinden giderek, 1919 tarihli Ermeni gazetesi Jamanak’ın bildirdiğini söylemiştim.
Esasen, 2006’da yayımlanan “İçtoroslar’da Alevi- Kürt Aşiretler” konulu inceleme- antoloji çalışmamda; Fransız gezgin Poujoula’nın 19. Yüzyıl ortalarına tarihlenen Seyahatnâmesi’nden (Paris, 1840-1841) ve Osmanlı Tarihi’nden (Leipzig-1853) başlayarak, Bnb. Noel’in Günlükleri’ne ( Musul-1920) kadar birçok Batılı eserin tanıklığına başvurmuştum.
Poujola’nın Seyahatnamesi, kritik ve acılı bir dönemi doğrudan gözlemlere dayanarak anlatan son derece çarpıcı bir eserdi. 1837 yılı Ocak ayında, birçok kötülüğe imza atan Osmanlı Ordusu Başkomutanı Raşid Paşa, Diyarbekir’de koleradan ölmüş ve yerine Çerkez kökenli Kürt düşmanı, softa Hafız Paşa getirilmiştir. Daha önce Sincar bölgesinde Êzidi Kürtlere katliam uygulayan Hafız Paşa, bu defa İçtoroslar bölgesindeki Alevi Kürtlere karşı harekete geçirilmiştir.
Olayların doğrudan tanıklığını yapan Fransız gezgin Poujola, İçtoroslar’da yer alan Malatya ve çevresindeki trajik olaylar konusunda son derece ilginç gözlemler ve anekdotlar sunar bize. İşte, bunlardan yalnızca bir örnek:
“Arga’dan (Akçadağ MB) elli adım ötedeki Laca dağının eteğinde 4000 kişilik bir Kürt kabilesi ve çeşitli yaşlarda Kürt kadınları vardı. Çadır yapacak bir karış kumaşları yoktu ve yakıcı güneşin altındaydılar. Güneşin yakıcılığından yüzlerini tozla gizliyorlardı. Çoğunluğu kadın ve çocuk olan bu insanlar, çıplak ve çullar içindeydiler. Yüzlerinde acı bir umutsuzluk vardı, göğüslerinden ağır iniltiler çıkıyordu; kadınların ağlamaları ve ağıtları, çocukların çığlıkları yürek parçalayıcıydı. Bu 4000 Kürt, acı durumlarıyla bana cehennem azablarını hatırlatıyordu. Bu insanlar burada altı gün kaldılar, sadece çok az olan siyah ekmekten yediler ve yakındaki bir çaydan su içtiler. İlk üç gün içinde 20 süt çocuğu öldü. Bazı annelerin sütü bile yoktu. Üzgün analar çocuklarını bırakmadılar. Öldüklerine inanmayarak, hissiz elleriyle çocuklarını kucakladılar. (...) Esir Kürtler, Hafız Paşa’nın kendilerinin Malatya veya İmparatorluğun diğer bölgelerine gönderilmesiyle ilgili emrini bekliyorlardı. Kürtler’in bir bölümü onun Paşalık bölgesine yerleştirilmişti. Pekçok Kürt yolda açlıktan ve yorgunluktan öldü, geriye kalanları da köle yaşamı bekliyordu. Heryerde yıkılmış ve dağılmış köyler görülüyordu. Ovalar, kendilerini koruyamamış Kürt ölüleriyle doluydu...”
- 8 -
Poujoula,Kürtlerin ve onların yöneticilerinin bütün işkencelere kahramanca karşı koyduklarını ve karşı tarafta savaşan hâin Kürt önderlerine nefretle yaklaştıklarını vurguladıktan sonra, bir Kürd’ün kahramanlığını şöyle anlatır:
“Hafız Paşa, esir Kürt önderlerini Osmanlı İmparatorluğu’na hizmet ettirmek ve Kürtler’e karşı harekâtlarda Türk ordusuna yardım etmelerini sağlamak için bütün şartları düşünmüştür. Genç ve yakışıklı bir Kürt önderini esir alan Hafız Paşa; başlangıçta onu onore etmiş ve ona albay rütbesi vereceğini vaadederek, herhangi bir itirafta bulunmasına çalışmıştır. Fakat gururlu Kürt önderinin cevabı şu olmuştur:
Hiç bir zaman diğer insanların olmadım, eğer senin alaylarından birinin başında olsaydım, sana gene de ihanet etmezdim. Bu nedenle beklediğin itirafları hiç bir zaman benden duyamayacaksın. Kader beni senin eline attı, ne istiyorsan yap!”
Bu cesur cevap, Hafız Paşa’yı adeta kudurtur. Beşyüz kırbaç darbesi bile bu yiğit Kürt önderini konuşturamamıştır. Poujoula, anekdotu şöyle sürdürür:
“Kürt, karın kasları yırtıldığında bir sigara istemiş, isteği yerine getirilmiş, sessizce başını kaldırıp sigara içmeye başlamıştır. Cellatlar, ona vurmayı birkaç kez durdurmuşlar, ona sorular sormuşlar, fakat gururlu Kürt susmuştur. Hafız Paşa ona, ( Benim sözlerimi duymadığından mı cevap vermiyorsun?) diye sormuş. Başını kaldıran Kürt, nefretle düşmanına bakmış ve sakince şöyle demiştir:
(Tanrıya şükür kulaklarım sağır değil, ama dilim dilsiz). Osmanlı kadılarından biri Hafız Paşa’ya; (Bu adamı konuşturmak için en ağır hangi işkenceyi yapabiliriz?) diye sormuştur. Bu sözler üzerine esir Kürt önderi, gururla başınıp kaldırmış, karşısında duran bir Kürd’ü parmağıyla gösterip bağırarak şöyle demiştir:
(Hiç bir ceza, kardeşlerini terketmiş ve onlara düşmanlarımızı salmış alçak bir Kürd’ün gözlerimin önünde durmasından daha ağır olamaz!). Kendisine bu sözler sarfedilen Kürt, belinden tabancasını çıkartmış ve esire ateş etmiştir.” (Bkz. Age, s. 130- 131 ve Kürtler’in ve Kürdistan’ın Görsel Tarihi; Özge yay. Ank. 2019, s.271- 272).
Şimdi gelelim, Ahmet Güven arkadaşımızın Ermeni tarihçi “ Garabed Agasshi”, bu polemiğe katılan Aso Zagrosi’nin “Garabed Toursarkisian”adına verdiği “Zeytun Tarihi”nde; Zeytun Ermenileri’nin Alevi Akçadağ Kürtlerine karşı Osmanlı saflarında katıldıkları bu katliamla ilgili trajik anlatıma:
- 9 -
“1849 yılında Arga/Akçadağ Kürtleri, çevre bölgeleri işgal edip yağmalamaya başladı ve Sivas eyaletini tehdit ettiler. Osmanlı bunlara boyun eğdirmek istiyordu. Bunun için Başvezir İstanbul’dan 50 bin askerden oluşan orduyla bölgeye geldi. Osmanlı ordusu Akçadağ’ı her taraftan kuşatıp vargücüyle saldırmaya başladı. Dağları ve geçitleri tutan Kürtler, onları birkaç kez geri püskürttü.
Savaştan yenilmiş ve yorgun düşmüş Osmanlı ordusu varlık gösteremiyordu. Ancak Kürtler’i mağlup etmekten vazgeçmiyordu. Çünkü onların zaferi Osmanlı’dan bağımsızlıklarını ilan etmek için isyan halinde bekleyen tüm aşiretleri cesaretlendirecekti.
Kürt isyancıları mağlup etmek için Osmanlı, Zeytunlu Ermeniler’e başvurmak zorunda kaldı ve onlara ayrıcalıkla vaadlerde bulunarak yardım istedi. Zeytunlular, kendi askeri birliklerinin Osmanlı ordusuna katılmadan, bağımsız kendi prensleri komutasında savaşmak şartıyla Osmanlı’nın önerisini kabul ettiler. Başvezir (Hafız Paşa) bu şartı kabul etti ve savaş, Kürtler'le Ermeniler arasında başlamış oldu.
Deli Keşiş, o sırada Bağdat’tan yeni dönmüş, yılların tecrübesine ve birikimine sahip bir Ermeni prensti. Zeytun prensleri 400 savaşçıdan oluşan bir birlik kurdular ve Deli Keşiş’in emrine verdiler. Zeytunlularönce Akçadağ kalesine yönelip, kaleyi elegeçirdiler. Kürtleri katledip, bütün mallarına elkoydular.
Osmanlı birlikleri diğer cephelerde Kürtler karşısında yenilgi alıyordu. Zeytunlular kaleyi ele geçirdikten sonra Kürtlere arkadan saldırdı ve ağır kayıplara yolaçtı. Kürtler arasında panik başladı ve kaçmaya başladılar. Ancak o zaman Osmanlı birlikleri Akçadağ dağlarına girebildi; evleri yakarak, kaçanları öldürerek intikam aldı.
Zeytunlular'ın cesaretine ve yeteneklerine hayran kalan Başvezir, diğer isyancı aşiretlere boyun eğdirmek için Zeytunlular'dan bir öncü birlik oluşturmak istiyordu. Başvezirin niyetini öğrenen Deli Keşiş, birliğine ganimetleri almalarını emrederek, o gece Osmanlı ordusunu aşıpZeytun’a geri döndüler.” (Aghassi, 1879, s. 103-105’ten aktarılarak; A. Güven: Kürt Aleviler/ Kurmanclar; Vivo yay. İst. 2020, s. 17,20).
Fransız gezgin Poujoula’nın ve Ermeni tarihçinin anlatımları karşısında, sanırım iki halkın acılı tarihini daha iyi kavrayabiliyoruz!
Bu haber artigercek kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (artigercek) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(artigercek). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com