Mahir Özkan: Hemşince göz göre göre ölüyor -
Mahir Özkan: Hemşince göz göre göre ölüyor
Geçtiğimiz günlerde Aras Yayınları’ndan çıkan Mahir Özkan imzalı Hemşin Öyküleri, ismiyle müsemma bir çalışma… Özkan ile Hemşin kültürünü, masalları ve dil meselesini konuştuk. Konu kapitalizme geldiğinde Özkan, “…kapalı bir ekonomik birim olan köylerin ve yaylaların kapitalizmle iç içe geçmesi aynı zamanda egemen dil ve kültürün yaygınlaşmasına neden oluyor.” Bu da “sınıfsal sömürünün, ulusal sömürüyü büyütmesi anlamına geliyor.” sözleriyle düşüncelerini açıklıyor.
Mahir Özkan kimdir?
1978 yılında Hopa’nın Medoğumked (Akdere) köyünde doğdum. İlkokulu köyümde bitirdikten sonra ailemle birlikte İstanbul’a göç ettik. Lise eğitimimi İstanbul’da tamamladım. Adana Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde felsefe grubu öğretmenliği eğitimi aldım. 1999 Ekim’inde Kocaeli’nde felsefe öğretmenliği görevine başladım. 2013 Eylül’ünden bu yana felsefe öğretmenliğini İstanbul’da sürdürüyorum. 19 Eylül 2014’den bu yana felsefe öğretmeni Tuğçe Meriç Özkan ile evliyim ve Lusin Sultan adlı 15 aylık bir kızımız var.
İstanbul’a göç ettikten sonra da her yıl köyümüzden ve yaylamızdan hiç kopmadım. Her yaz tatilimin belli bir dönemini köyde ve yaylada geçirdim. Köyde ve yaylada iyi birer hikâye anlatıcısı olan annem Ardeletsi Suti (Sultan Özkan) ve babam Niyazi Özkan başta olmak üzere yaşlılarımızla bol vakit geçirdim. Hemşince’ye ve Hemşin kültürüne ilişkin ilgimi ve ilk kayıtlarımı yaylaların Hemşince yaşanan atmosferine borçluyum.
‘Hemşin Öyküleri’ isimli kitabınız ismiyle müsemma bir çalışma… Kitabın edebi yanı olmakla birlikte kültürel bir tarafı da var. Anıları, masalları, öyküleri hazırlamak fikri nereden çıktı?
Köyde ve yaylada anlatılan hikâyelerde ve sohbetlerde benim bilmediğim ama ihtiyarların kullandığı birçok kelime, deyim ve anekdot olduğunu fark ettim. Bir süre sonra bunları kaydetmeye ve notlar almaya başladım. İlkin öğrenme hevesi ve meraktan kaynaklanıyordu bu çabam. 2008 yılında bir konferansta sohbet etme şansı bulduğum Agos gazetesi Ermenice sayfalar editörü Sarkis Seropyan’ın anlattığım bir hikâyeyi yazmamı ve gazetede yayınlamamı önermesiyle kayıtlarıma ve notlarıma başka bir gözle bakmaya başladım. Bu süre içerisinde hatırı sayılır bir birikim yapmış olduğumun farkına vardım. 2010 yılına kadar 24 hikâye yayınlanmış oldu böylelikle Agos gazetesinde.
Hemşin diyalektiyle yayınlanan ilk hikâyelerdi bu hikâyeler. Daha sonra Aras Yayınları’nın hikâyeleri kitaplaştırma teklifi geldi. Kitaplaştırma sürecinde hikâyeleri yeniden ele aldım. Çünkü hikâyeleri ilkin Türkçe yazmış sonradan Hemşince’ye çevirmiştim. Bundan dolayı da Hemşince’lerindeki Hemşince anlatı dilini yetersiz buluyordum. Bu nedenle kitaplaştırma sürecinde Hemşince olarak bütün hikâyeleri baştan yazdım. Daha sonra bu Hemşince metinleri Türkçeye çevirdim. Böylelikle kitapta Türkçe yazılıp Hemşince’ye çevrilmiş metinler değil, Hemşince yazılıp Türkçeye çevrilmiş metinler yer almış oldu. Dilsel olarak da “Hemşin Öyküleri” adı ancak bu şekilde karşılık bulabilirdi.
Yazdığınız öykülerde sık sık dil vurgusu yapıyorsunuz. Dilin, bilimsel olarak değeri ortada fakat sizde duygusal olarak nasıl bir karşılığı var? Kaldı ki öyküler farklı dil ailesinin harf grubuyla yazılmış…
Evet, Latin harfleriyle Hemşince, Türkçe ve Ermeni harfleriyle Hemşince olarak hazırlandı. Ermeni harfleriyle Hemşince bölümünde kitabın editörlüğünü büyük bir titizlikle yapan Ardaşes Margosyan’ın parantez içi açıklamaları yer alıyor Ermenice okur için. Hemşince’ de standart Ermenice’den farklı kullanımları Ermeni okurun anlaması için böyle bir yol izlendi. Örneğin Hemşince “vaan” dediğimiz kelime standart Ermenice’de “vran” olur. İlk metinlerde yoğun ardından azaltılarak bu açıklamaların parantez içinde verilmesi Hemşince’nin Ermenice okuru tarafından da anlaşılmasını sağladı.
Dilimizin benim için ne ifade ettiğini iki örnek üzerinden anlatmak isterim. Biri “tsaved tserki” sözüdür. Hemşinli yaşlılar hapşıran kişiye Türkçe’deki “çok yaşa” yerine “acın tespih taneleri gibi saçılsın” anlamına gelen “tsaved tserki” derler. Bunu öğrendiğimde çok büyük heyecan duymuştum. Çünkü bu sözler her dilin birbirinden farklı duyuş ve düşünüş biçimi olduğunu ve bir dilin ölmesiyle bir duyuş ve düşünüş biçiminin de öldüğünü gösteriyordu. Aslında dilimizin ölmesiyle ruhları ölmüş bedenler olarak dolaşmaya başlayacağımızı fark ettim.
İkincisi ise dilin ölme sürecinin gözümüzün önünde gerçekleştiğini gösteren çarpıcı bir örnek. Sembolik olarak da çok anlamlı olduğunu düşündüğüm “kaybolmak” kelimesinin Hemşinliler’de görülen üç farklı kullanımı ile ilgili bu örnek. “Kaybolmak” kelimesinin ilk karşılığı ve genellikle yaşlıların kullandığı kelime “gorsevuş” kelimesidir. Bu kelime eki ve köküyle tamamen Hemşince’dir. İkinci kullanım daha gençlerin kullandığı ve yaygınlaşmakta olan “gayib elluş” kelimesidir. Bu kullanım “kayıp” kelimesi ile Hemşince “elluş olmak” fiilinin birleştirilmesi ile ortaya çıkan melez bir kelime.
Üçüncü kullanım ise “kaybolmak” yani artık kelimenin tamamen yitirildiği aşama. Bu kelime için yaşanan bütün bir dil için yaşanıyor gözümüzün önünde ve bu gerçekten acı verici. Bu yüzden en azından kaybolan sesleri yazıya geçirmek hikâyemi anlatma isteğinin yanı sıra benim için kaçınılmaz bir görev oldu aynı zamanda.
Kitapta, masallara da sık sık vurgu yapıyorsunuz. Masallar, bir halkın kültürel varlığı ve sürekliliği açısından çok önemli… Hemşin kültüründeki masalları edebi olarak nasıl yorumlarsınız?
Hemşin masalları dilin ve kültürün yeni kuşaklara aktarılmasında önemli işlevler gören sözlü edebiyat ürünleri… Ancak bu masallar yayla atmosferinden beslenen masallar… Çoğunlukla cadı, peri ve ayı masalları… Elektriğin olmadığı, evlerin içinde su tesisatının olmadığı ve momilerin (büyükannelerin) torunlarıyla iki-üç ay birlikte kaldıkları, insan sesinin başka seslerle boğulmadığı, ışığın her şeyi “görünmez” kılmadığı bir yerdi yaylalar. Bu atmosferde sözlü olarak yaşıyordu bu masallar. Ama artık yaylalar “tatil” yerlerine dönüştüler ve özelliklerini büyük oranda yitirdiler.
Bu yüzden hızla masallarımızın yazıya geçirilmesine ihtiyaç var. Benim öykülerimde masalların yer tutması da bundan. Kitapta yayınlananlar dışında tamamen kurgu olan ancak Hemşin halk anlatılarına dayanan üç masal da kaleme aldım. Masal hem geleneksel sözlü anlatı geleneğine dayanma imkânı verdiği için hem de hayal gücünü tetiklediği için benim çok sevdiğim ve yazmaya devam etmek istediğim bir tür. Masalı önemli kılan başka bir şeyde benim için Hemşinlilerin ne kadar iyi Hemşince konuşuyor olurlarsa olsunlar yazı dilinin çocukluk aşamasında olmalarıdır.
Kitaptaki bir diğer önemli nokta da kültürel olarak yaklaştığınız emek- sermaye meselesi… Kitap, buna dair de bir izlek sunuyor. Kapitalizm, Hemşin coğrafyası ne denli girdi? Bölgede çalışan işçiler nereden geliyor?
Emek-sermaye çelişkisi benim için mümkün bütün hikâyelere içkindir. Bireysel hikâyelerimizin içinde de izlenebilir. Elbette tersi de doğrudur. Emek- sermaye çelişkisinin kendini apaçık ortaya koyduğu bir hikâye bile çok başka bir yerden okunabilir/yazılabilir. Bu okurun ve yazarın varoluşu anlama/anlamlandırma biçimi ile ilgilidir. Benim Hemşinlilerin yaşamında gördüğüm, çay üretiminin yaygınlaşması ve Türkiye kapitalizminin gelişmesine paralel olarak kapitalist ilişki biçimlerinin Hemşin toplumuna da kaçınılmaz olarak girmesi, emek-sermaye, kır-kent çelişkilerinin toplumun yaşamında kendi özgün biçimlerinde ortaya çıkması olgusudur.
Kendi tarlasında çalışan emekçilerden, işçi çalıştıran (Gürcistanlı işçiler) “patron”lar haline gelmeleri, bu sürecin bir yönü. Diğer yönü ise eğitimli insan sayısının artması ile büyük şehirlere göç eden ve buralarda işçileşen bir kitlenin ortaya çıkması. Bu sürecin asimilasyonun etkilerini arttırması kaçınılmaz. Çünkü kapalı bir ekonomik birim olan köylerin ve yaylaların kapitalizmle iç içe geçmesi aynı zamanda egemen dil ve kültürün yaygınlaşmasına neden oluyor. Yani bir bakıma kapitalizmin Hemşin toplumunda yaygınlaşması ekonomik ilişkilerle birlikte dil ve kültürle olan bağları da değiştiriyor. Sınıfsal sömürünün ulusal sömürüyü büyütmesi anlamına geliyor. Ancak her toplumsal gelişmenin karşıtını ortaya çıkarması gibi kentleşme ve kapitalistleşmenin dil ve kimliğin korunması konusundaki çabaların “modern” biçimlerinin gelişmesine yol açtığını da söylemek gerekir.
‘Bir Direkle Çeper Olmaz’ isimli öyküde çocuklarından gizlenerek Hemşince konuşan bir anneyi konu alıyorsunuz. Gerekçesi ise, çocuklarının Türkçe’sini bozmamak… Azınlıkların, çoğunluğa karışarak erime ve yok olma isteğinin sebebi ne sizce?
İnsanları çocuklarına Hemşince öğretmekten uzaklaştıran farklı nedenler olabiliyor. Biri ülkedeki genel “modernleşme” ideolojisinin etkisi. İnsanlar kendi dillerini köylülüğe ait, eskiye ait bir yük gibi görüyorlar. Hemşince köylülük, Türkçe kentlilik; Hemşince gerilik, Türkçe ilerilik gibi algılanıyor bu ideoloji nedeniyle. Son yıllarda etkisi azalmış olsa bile hala bu düşünüş kendini solda tanımlayan, özgürlükçü olarak gören insanlar üzerinde bile etkili. İkinci bir neden dilin işaret ettiği kimliğin getireceği yükün ağırlığı.
Hemşinlileri çoğunluğu bu dilin Ermenice ile ilişkisini bir şekilde ya bilir ya da bu tartışmalardan haberdardır. Müslümanlaşmış bir toplum olarak Ermeni kimliği ile ilişkilendirilmek açıklaması ve savununması zor bir pozisyonu ifade ediyor. Tabi sayılabilecek başka nedenleri de besleyen asıl neden ülkedeki tekçi kuruluş felsefesi ve buna göre şekillenmiş siyasal yapılanmadır. Çözüm de bu nedenle asıl olarak buradadır. Dilimizin ve kültürümüzün yaşaması mücadelesini ülkemizdeki genel demokratikleşme sürecinden bağımsız düşünmek neredeyse imkânsızdır.
Günümüzde edebiyatta ve sinemada Karadeniz’den bahsedildiğinde ister istemez bölgenin muhteşem doğası da odak noktalarından birisi haline dönüşüyor. Ancak siz, “Çoruh’un Sesi” isimli öykünüzde “Yaylalar, özgürlüktür.” cümlesiyle tarif ediyorsunuz bölgeyi. Hemşinliler için yaylaları bu denli özgür kılan şey nedir?
Yaylalar özgürlüktür. Çünkü yıllarca bu ülkede sınırlar sadece yatay olmadı. Aynı zamanda dikey sınırları vardı bu ülkenin. Yani devletin etkisinin sınırlandığı yüksekliklerde dil ve kültür adalarının yaşaması mümkün oluyordu. Bilbilan yaylaları, 2500 metre civarı yüksekliklerde Hemşince’nin elektriksiz, okulsuz, gazetesiz olmanın avantajıyla egemen olduğu vahalardı aynı zamanda. Bugün bu dikey sınırların yerini belki sosyal medyanın kontrol edilemez yatay yeni mekânları tutuyor belki de. Hatta ülke dışı Hemşinlilerle bile ortak mekânlar yaratarak yeni bir deneyim sunuyor.
Yeni bir çalışma var mı?
Farklı alanlarda yürüyen birkaç çalışamam var. Batı Ermenice ile karşılaştırmalı olarak bir ‘Kendi Kendine Hemşince Öğrenme Kitabı’ hazırlıyorum. Daha önce yayınlanmış ve yayınlanmamış Hemşince masallarımdan oluşan bir masal kitabı projem var. Hemşinceye çevirdiğim ve Aras Yayınları’ndan yayınlanan ‘Küçük Prens’ (Bidzig Prens) çevirisi gibi Samed Behrengi’ nin ‘Küçük Kara Balık’ masalının çevirisini bitirdim. Umarım yakın zamanda yayınlanacak. Dünya masallarından bir derleme çevirisi hazırlıyorum. Hemşince maniler, ninniler, atasözleri, deyimler gibi birçok sözlü materyali altı ayda bir Hemşince / Türkçe olarak hazırlanan ‘Gor’ dergisinde yayınladık. ‘Gor’ ekibinin ortak çabasıyla bunların bir kitap halinde yayınlanmasını sağlamak istiyoruz.Soner Sert kimdir?Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - TV bölümünden mezun oldu. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı bölümünde yüksek lisans yapıyor. "Köprü", "Baba" ve "Ses" gibi ödüllü kısa filmlerin yazarlığını ve yönetmenliğini yaptı. İnsan hakları, ezilenlerin sinemadaki yeri, işçi sınıfının sinemadaki temsili konuları üzerine makaleler kaleme alıyor. Sinemacılığın ve gazeteciliğin ortak noktasının "hakikate ulaşmak" olduğunu düşünüyor ve yanılmamak için elinden geleni yapıyor.
Bu haber gazeteduvar kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (gazeteduvar) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(gazeteduvar). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com