12 Aralık 2016
Kut’ül Amare, birçoğumuzun hayatına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “milletimizin hafızasından silinmeye çalışılan bu zaferi” 2016’da kutlanacağını duyurmasıyla girdi. Çanakkale Zaferi’ni kutlamayı Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümünde 24 Nisan’da karar veren hükümet, bir yıl sonra bu karardan vazgeçip Çanakkale anmalarını kendi yıldönümüne gönderse de, bu tür gelenekler üretmekten vazgeçmemişti. Kut’ül Amare Zaferi de 100. yılında ilk töreni 29 Nisan’da Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda yapılarak kutlanmaya başladı. Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumların da katkılarıyla ülke çapında sempozyumlar, belgeseller ve sergilerle I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’nın kazandığı bu zafer Ekim ayına kadar anıldı.
Kuşatmanın sonu
Söz konusu zafer, Osmanlı güçlerinin 145 gün süren kuşatma sonrasında Bağdat yakınlarındaki Kut şehrini İngiliz güçlerinden almasıydı. 6 Aralık 1915’te başlamış ve 29 Nisan 1916’da sonuçlanmıştı. Osmanlı güçleri, şehri 277 İngiliz ve 204 Hindistanlı subayın yanı sıra yaklaşık 13 bin askerle birlikte ele geçirmişti. Britanya kuvvetlerinin I. Dünya Savaşı’nda aldığı en ağır yenilgilerden biri olan Kut kuşatması sırasında, şehirde bulunan orduyu kurtarmak için yardıma gelen Britanya orduları da 23 bin kayıp vermişti. Bu yenilgiyle birlikte, Britanya’nın Çanakkale’nin ardından Irak’ta da başarısızlığa uğraması savaşın seyrine ve Müslüman koloni politikalarını dair önemli kuşkulara sebep olmuştu. Nihayetinde Britanya orduları kısa sürede toparlanıp 25 Şubat 1917’de Kut’ül-Amare’yi, 11 Mart’ta Bağdat’ı ele geçirdilerse de, Irak cephesinde düşündükleri gibi kolayca zafere ulaşamamışlardı.
Osmanlı açısından bu parlak zaferin bir de karanlık yüzü var elbette. Kuşatma sırasında şehre gidebilecek her türlü yardımın kesilmesi sonucu, şehirde Nisan ayında ciddi anlamda kıtlık baş göstermiş ve Britanya birliklerine ait atların kesilip yenilmesinden başka çare bulunamamıştı. Fakat Müslüman ve Hindu Hindistanlı askerlerin inançlarından ötürü at eti yememeleri, bu gruplar arasında ciddi salgınların baş göstermesine sebep oldu. Osmanlı güçleri şehrin kontrolünü tamamen ele aldığı Mayıs ayında ise, bir Hıristiyan din adamının raporuna göre, İngilizler için sadece çeviri yapan veya İngilizlere çeşitli şekillerde yardım ettiği düşünülen şehrin Yahudi ve Arap sakinleri yargılanarak asılıyordu. Bir subay da şehirdeki tüm ağaçlarda cesetlerin asılı olduğunu ve şehir nüfusunun yarısının öldürüldüğünü iddia ediyordu.
Yaklaşık iki bin askerin karşılıklı değişiminin ardından Britanya kuvvetlerindeki askerler Bağdat’a sevk edilmişti. Esirler ise Kut’tan Bağdat’a kadar yürümeye zorlandı. Bağdat’a ulaşmalarının ardından, Enver Paşa, onları ziyaret etmek için şehre gelecek ve ‘sıkıntılarının artık son bulduğunu’ duyuracaktı. Paşa, esirlere ‘Sultan’ın özel konukları’ olduklarını söylese de, tarihçi Eugene Rogan’a göre, Sultan’ın misafirleri arasında ayrım yaptığı kısa süre sonra belli olacaktı. İngiliz ve Müslüman Hindistanlı subaylar, çok daha iyi muamele görürken, düşük rütbeli askerler ve Hindu subaylar, Suriye’ye, Ermenilerin ölüm kamplarının olduğu bölgelere doğru yola çıkarıldılar. Bu esirler, yolda katliamlardan kurtulan Ermeni çocuklara, boşaltılan Ermeni köylerine rastlayacak ve Ermenilerin kaderlerine yakından tanık olacaklardı.
Bu askerlerden biri de Hintli Sisir Sarbadhikari’ydi. Bağdat’a Doğru isimli kitabında, başlarda yollarındaki köylerin neden boş olduğuna anlam veremediklerini, ancak sonrasında yetim Ermeni çocukların onlara bu köylerin sakinlerinin Ermeni olduklarını, erkeklerin öldürüldüğünü, kadınların da kovulduğunu anlattıklarını yazıyordu. Musul’dan Resulayn’a doğru giderken, kuyuların içinden bir dolu böcek çıktığını görünce birine yaklaştığını günlüğüne not edecek ve şöyle diyecekti: ‘Bu kuyulardan su içmek mantıklı değildi, birçoğunda Ermenilerin cesetleri çürüyordu.’
Esir askerler, Ermenilerin ‘sevkiyatı’nda olduğu gibi, yaşamlarını sürdürmeleri için tüm temel ihtiyaçlardan yoksun halde yaklaşık 700 kilometre yürütüldüler ve bölge aşiretlerinin ve köylülerinin saldırılarına uğradılar. Adeta yaşamaları için de hiçbir şey yapılmıyordu. Esir alınan askerden en az 4,200’ü bu sevkiyat sırasında öldü veya öldürüldü. İngiliz subayı E.A. Walker’a göre, Hintli esirlerin geriye kalanlarının yüzde 75’i de ilk sene ölecekti.
Hayatta kalan esirler, Bağdat’a ulaşması planlanan demiryolu inşaatında çalıştırıldılar. Öldürülen veya kamplara gönderilen Ermeni işçiler yerine, Hintliler çoğunlukla Resulayn’da görev alırken, İngilizler daha çok Toros ve Amanos tünellerinde çalışmaya zorlandılar. Krikor Balakyan, Bahçe Tren İstasyonu’nda bu esirlere rastlayacak ve onları ‘kamburları çıkmış, giysileri paçavraya dönmüş, kir, toz içinde ve iskelet haline gelmiş’ bulacaktı:
- Aranızda Ermeni var mı?
– Bize bir parça ekmek verin. Günlerdir bir şey yemedik.
İngilizce konuştuklarını duyduğumuzda serseme döndük. Onlar İngilizlerdi. Kaderimizi paylaşan uzaktan arkadaşlarımız, bize ekmek soruyorlardı. Ne ironi ama, gerçekten!
‘Kut fatihleri’
Cumhurbaşkanı Erdoğan, söz konusu töreni duyururken sadece zaferin Türkiye tarihi için öneminden bahsetmedi, sözlerine şu satırları da ekledi: ‘Bu büyük zaferin kahramanlarını Süleyman Askeri’yi, Ali İhsan Sabis Paşa’yı, Nurettin Paşa’yı, Halil Paşa’yı rahmetle, saygıyla, minnetle yad ediyorum.’ Cumhurbaşkanı’nın ‘rahmet, saygı ve minnetle yad ettiği’ bu ‘milli kahramanların’ sicilleri devlet adına bir hayli ‘parlak.’ Askeri, İttihat-Terakki’nin önemli komitacılarından ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından iken, Nurettin Paşa, nam-ı diğer Sakallı Nurettin ise 1921 Koçgiri İsyanı’nın ‘namlı katil’ Topal Osman’ın yardımıyla büyük bir sertlik bastıran, Pontus Soykırımı’nın bir numaralı faili, İzmir’in yeniden Türk kuvvetlerinin eline geçmesinin ardından şehrin gayrimüslim mahallelerini ateşe veren, İzmir Rum Metropoliti Hrisostomos ile Ali Kemal’i linç ettiren komutan. Diğer paşalar ise 1914’ten 1923’e uzanan soykırımlar ve katliamlar sürecinin en başta gelen faillerinden.
Halil (Kut) Paşa
Halil (Kut) Paşa ise Enver Paşa’nın kendisinden bir yaş küçük amcası. I. Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’da görev alırken, Nisan 1915’te V. Kuvvet-i Seferiye’nin başına getirildi ve İran Azerbaycanı’na yapılacak seferi yönetme görevi verildi. Fakat Dilman’da General Nazarbekov yönetimindeki VI. Bölük ile Antranik Paşa’nın gönüllü birliklerine yenilince, Başkale’ye doğru çekilmek zorunda kaldı. Bu bölgede de alınan yenilgilerle geri çekilen Halil’in emrindeki kuvvetler, Van’da Ermenilere karşı katliamlara giriştiler. Bitlis’te de aynı şiddeti devam ettiren birlikler, vilayetin 218 bin Ermeni nüfusunun neredeyse tamamını iki ay içinde yok ettiler.
Ocak 1916’da Irak’taki VI. Ordu’ya kumandan atanmadan önce, bölgedeki Ermeni katliamlarını düzenlemek için güneye inen Halil Paşa, Temmuz 1915’te Urfa’daydı. İsviçreli Peder Jacob Künzler’in raporuna göre, bölgeye çeteci Çerkes Ahmet’le gelen Paşa, şehrin ‘yumuşak’ yönetimini tersine çevirmiş, tutuklu bulunan Ermeni ileri gelenlerin bağlı ve yaya olarak Diyarbekir’e gönderilmesini sağlamıştı. Sonrasında Halil Paşa, şehrin boşaltılmaması ve Diyarbekir’e gönderilenlerin sağ salim varması vaadiyle, Ermenilerden 1300 lira almış ve bu sır açığa çıkacak olursa Urfa’nın bütün Ermenilerini sürmekle tehdit etmişti. Fakat elbette ki bu sözleri yerine getirmedi. Ayrıca Künzler’e göre, Halep’ten sözde Diyarbekir`deki mahkemeye gitmek üzere yola çıkarılan iki Ermeni mebusu Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan’ı da Çerkes Ahmet’e Halil Paşa öldürtmüştü. Musul’a doğru yol alırken, katliamlarını sürdürecek ve Cizre civarında Erzurumlu 200 Ermeni amele-asker gözlerinin önünde öldürülecekti. Kasım 1915’te ulaştığı Musul’dan bu kez Alman Konsolos Yardımcısı Holstein şunları bildirmişti:
‘[Halil Paşa’nın] Kurmaylarından bir albay biraz önce bana Musul’da da Ermenilerin başının ezilmesi gerektiğini ve bunu kendisinin yapmak istediğini söyledi; benim engel olmama da izin vermeyecekmiş; Almanlar Türklerin dostluğuna ihanet ediyormuş, çünkü Ermenileri kurşuna dizmelerine engel olmak istiyormuşuz.’
Holstein’ın uyarılarına rağmen, Musul’da da Halil Paşa’nın emrettiği bir Ermeni katliamının önüne geçilemedi. Nihayetinde, savaş sonrasında Divan-ı Harbi Örfi`de yargılanmak üzere diğer önde gelen İttihatçılarla beraber tutulduğu Bekirağa Bölüğü’nde kendisini ziyaret eden Britanyalı bir bahriye zabitine, kurbanlarının sayısının ‘Aşağı yukarı 300 bin Ermeni. Saymadım... 50-60 bin Arap... 13 Yahudi...” olduğunu söylediği iddia edilecekti.
Bekirağa Bölüğü’nden kaçırılarak Anadolu’ya geçirilen Halil Paşa, Milli Mücadele’ye destek için Sovyetler Birliği’yle görüşmeleri yürüttü. Ardından Cumhuriyet döneminde önemli bir görev almayan Kut, ‘Kut’ül Amare Zaferi kahramanı’ olarak bazen gazetelerde boy gösterdi. Bu söyleşilerden birinde, II. Dünya Savaşı sırasında da Sovyetler Birliği’nin muhakkak yenilmesini istediğini ve bunun olmaması durumunda ‘dünyanın büyük bir müşkülle karşı karşıya kalacağını’ düşündüğünü dile getirmişti. Hatta bu hususta, Hitler’e bir telgraf ulaştırmayı ve İngiltere’yle ittifak yapması gerektiğini tavsiye etmeyi ihmal etmemişti.
Ali İhsan (Sabis) Paşa
Ali İhsan Paşa, Kuvvet-i Seferiye’de Halil Paşa’ya birlikte görev alırken, Kut’a kadar onunla benzer güzergahı izledi. Bu güzergah üzerindeki Hıristiyanları katlederek yoluna devam eden İhsan Paşa’nın hedefinde tehcir edilen Ermeniler de vardı. Temmuz 1915’te Erzurum’dan gelen 7 bin Ermeni’nin katledilmesini emretmiş ve ölüleri Dara’daki Bizans sarnıçlarına attırmıştı. Ardından Ağustos ayında, Nusaybin’deki Ermeni ve Süryani erkeklerini tutuklatmış ve aynı gün Hıristiyan kadın ve çocukların ölüm emrini vermişti. Daha sonra, Halil Paşa’yla birlikte geldikleri Musul’da yaşanan amele-asker ve sivil katliamlarının baş sorumlusu olmuştu. Kendisiyle Musul’da görüşen Alman Sefareti askeri papazı Teğmen von Lüttichau’nun aktardığına göre, kendisi yetki alanındaki bölgede tek bir Ermeni’yi bile sağ kalmasına izin vermeyeceğini açıkça belirtmişti.
1917’de Bolşevik Devrimi’yle tüm cephelerden hızla çekilen Rusya’nın yarattığı boşluk, Pantürkizm’in ateşini yeniden alevlendirince, Ali İhsan Paşa Kuzey İran’a konuşlanan kolordunun başına atanacaktı. Bu kolorduyla ele geçirdiği Van’da bulunan Ermeniler ve Gürcülerin ‘temizlenmesi’ emrini vermiş ve Dilman, Urmia, Salmast ve Khoy’da Ermeni, Süryani ve Nasturilerin katledilmesinde hiçbir beis görmemişti. 11 Ağustos 1918’de Tebriz’e girdiğinde kendisini karşılamaya gelen Ermeni heyete yaptıklarını tüm açıklığıyla anlatacaktı: ‘Urmia, Salmast ve Khoy Ermenilerinin Müslümanlara ne kadar acı çektirdiklerini biliyorsunuz. Biz de bunun karşılığını Khoy’daki Ermenileri öldürdük ve Maku Ermenilerinin katledilmesi için emir verdim.’
Kuzey İran ve Azerbaycan işgali, bölgenin yüzlerce yıllık Ermeni mirasına çok ciddi bir darbe indirmişti. Bölge Ermenileri ya katledilmiş ya da bölgeden kaçmak zorunda bırakılmıştı. Tebriz Ermeni Başepiskoposu Tangian, Ali İhsan Paşa’yla bu konuda görüşmeye gittiğinde, Paşa’nın ağzından büyük bir soğukkanlılıkla şu cümleler dökülecekti: ‘Yarım milyon dindaşınızı katlettirdim. Eğer arzu ederseniz size bir bardak çay ikram edebilirim.’ Paşa’nın tehdit ettiği sadece Ermeniler değildi, bölgede Ermenilere sığınak sağlayan hanları bundan nasibini alacaktı. Bu hanlardan kendisine biat etmeyenlere saldırarak, en az 500 kişiyi öldürtmüştü.
Azerbaycan seferi dönüşünde Ali İhsan Paşa, Musul’a sığınmıştı. Burada da bir köyde yaptığı katliam, İngiliz güçlerinin şehre el koymasına giden sürecin başlangıcı olmuştu. Sonrasında İngiliz güçleri tarafından savaş suçlusu olarak tutuklanıp Malta’ya gönderilecekti. Paşa için hazırlanan dosyada ona yöneltilen suçlar, Van, Musul ve Urmia’da Hıristiyan katliamlarını bilfiil yönetmek ve Kut`ül Ammare Kuşatması sonrası ele geçirilen İngiliz savaş esirlerini öldürtmekti. Ayrıca, Ali İhsan Paşa 1915 Nisanı’nda Dilman’da Osmanlı ordusunun yenilmesinin ardından Van’daki Ermenilerin öldürülmesi, Haziran’da Hakkâri’de 3.300 Nasturi ile 700 Ermeni’nin topluca katledilmesi, Temmuz’da Urmia’da Fransız misyonuna sığınan 620 köylünün öldürülmesi ve Eylül 1915’te Musul’da 270 sivil Ermeni`nin öldürülmesi olaylarının faili olarak görülüyordu. Fakat Malta’da devam eden yargılama sürecinin ‘boşluklar’ından faydalanarak Haziran 1921’de adadan kaçmayı başaracaktı.
Türkiye’ye döndüğünde Milli Mücadele’de aktif olarak görev aldı, fakat Batı Cephesi komutanlığına kendisinin kıdem olarak altında yer alan İsmet (İnönü) Paşa’nın atanmasıyla birlikte ordu içinde ciddi sorunlar yarattı. Bunun üzerine, Meclis kararıyla askerlikten emekli edildi. Paşa’nın bir kez daha gündeme gelişi II. Dünya Savaşı’yla birlikte olacaktı. Bu dönemde çeşitli gazetelerde askerlik konusunda yazılar yazmış ve Nazilerin ilerleyişini coşkuyla selamlamıştı. Türkiye’nin Hitler Almanyası’na savaş ilan etmesiyle, İhsan Paşa, Cumhurbaşkanı İnönü’ye suçlayıcı imzasız mektuplar göndermeye başlamıştı. Bundan dolayı tutuklanacak ve 15 ay ağır hapis cezasına çarptırılacaktı. 1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldikten sonra çıkartılan af kanunu ile siyasi haklarına kavuşmuştu ve nihayetinde 1954’te DP Afyonkarahisar milletvekili olarak TBMM’deki yerini alacaktı.
Agos