18 Kasım 2016
Ohannes Kılıçdağı 16.11.2016
Avrupa ile gerek devletler düzeyinde, gerek AB düzeyinde ilişkiler gerildikçe geriliyor ve bunun sonunun ülke için hayırlı olmayacağı aşikâr. Ama artık muktedir(ler), bütün akıl ve mantık melekelerini bir kenara koydukları için endişelenmek de bize düşüyor. Haksızlığa uğrayanın, kendi kişiliklerinde Türkiye olduğu görüşündeler. Devamlı olarak, “Avrupa/Amerika bize PKK terörü karşısında yeterli desteği vermiyor”, “Bir terör örgütüne karşı (IŞİD) başka bir terör örgütünü (PKK/PYD) destekliyorlar”, mealinde sözler söylüyorlar. Batı’nın PYD/PKK’nın kimi eylemleri karşısında, kendi normlarından sapılmasına veya standartların aşağı çekilmesine göz yumduğunu kabul etsek bile, hemen arkasından “Neden?” diye sormak gerekiyor. Kimileri için bu sorunun tek cevabı var: Çünkü Batı, Türkiye’nin güçlenmesini istemiyor ve PKK’yı da bunun aracı olarak kullanıyor. Halbuki, bu sorunun tek bir kategorik cevabı yok, ve evet, tabii ki, güncel reelpolitikle ilgili amaçlar bu nedenlerin önemli bir kısmını oluşturuyor. Dolayısıyla, Avrupalı devletler, PKK’yı Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak isterler. Benzer şekilde, özellikle Suriye’de PYD’nın Batı’nın sahadaki en önemli müttefiki haline gelmesi de, Batı’nın toleransı üzerinde etkilidir.
Bu tip nedenleri hiçbir şekilde yadsımamakla birlikte, geçmişe doğru daha uzun vadeli, yapısal bir duruma dikkat çekmek istiyorum. O da, Türkiye ve Kürtler söz konusu olduğunda Batılı aktörlerin birçoğunun kafasında olan ‘büyük resim’dir. (Bu arada, geçerken malumun altını çizmek gerekirse, Batı veya Avrupa, homojen olmayan, çok aktörlü bir yapıdır. Bu yazıda atıfta bulunulanlar da sadece Avrupalı devletler veya siyasi yapılar değil, onların yanı sıra Avrupalı sivil toplum, sanat, akademi çevreleridir; bunların da politika oluşturulmasına doğrudan veya dolaylı katkıları, etkileri vardır.) En kısa haliyle söyleyecek olursak, o resimde Türkiye devleti, iktidarda hangi parti olursa olsun, Kürtleri doksan küsur yıldır baskı altında tutan bir aktördür. Belli bir paradigmanın tepesinde oturmaktadır. Başka bir deyişle, Türkiye burada ‘paradigmatik zalim’ konumundadır. Meselenin genelinde haksızdır onlara göre, tekil olaylar bunu değiştirmez. Dolayısıyla, paradigma değişmediği sürece Türkiye’nin Batılıların gözündeki bu konumu da değişmeyecektir. Görünen o ki, bu paradigmanın değişmesini sağlayacak olan da herhangi bir örgüt değil, Türkiye devletidir, onun tercihleridir. İçinde bulunduğumuz kanlı süreçte, devletin tercihleri, bırakın paradigmayı değiştirmeyi, bilakis pekiştiriyor. Tabii, ‘Kürtlerin durumu’ Türkiye’yle sınırlı da değil. Bütün bunlara, Kürtlerin Ortadoğu’daki durumunun tuhaflığını, bunun doğurduğu haksızlığı da eklemek gerekir. Herhalde Batılı aktörler de görüyor ki, Kürt varlığına Ortadoğu’da bir çerçeve çizilmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, bu halka bir plan, bir vizyon sunulmalı. Bu vizyon da, bölge devletleri veya diğer örgütler tarafından öldürülmekten ibaret olamaz. Bu vizyonu sunamayanlar, kendilerini Kürtlere borçlu hissediyor olabilirler mi? (Günün moda tabiriyle söyleyecek olursak, ‘sadece soruyorum’.) Bu arada, Batılı aktörlere, özellikle de siyasi olanlarına karşı bir romantizm besliyor değilim. Az çok tarih bilen bir Ermeni, bunu en son yapacak kişidir herhalde. Çıkarlar ağır basarsa, kimse borcu falan dinlemez.
Bu konuyla ilgisi yok ama, bir de Ahmet Altan’ın yanlış bir teşhisine değinmek istiyorum. Kendilerinin tutuklu değil, esir olduğunu söylemiş. Bence yanılıyor. Kavramları tahrif etmenin kimseye bir faydası yok, kendisini kınıyorum. Kendileri esir değil rehinedir, çünkü esirliğin de bir hukuku vardır. Uyan olur, uymayan olur ama hukuk gereği kimse esirlere canının istediğini yapamaz. Halbuki, rehine kendisini rehin alanın, keyfine, inisiyatifine kalmıştır. Ben buradan bakınca, hapishanelerdekilerde esirlik bir durum göremiyorum. Sağ olsun, AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık, devlet büyüklerine olası bir suikast durumunda “halkın” hapishaneleri basarak, “tüm” PKK’lıları ve FETÖ’cüleri asacağını söyleyerek, bunu en veciz biçimde ifade etmiş. Bize ekleyecek fazla bir şey kalmıyor.
Son itirazım da Can Dündar’a. Alman ZDF kanalında konuk sunucu olarak katıldığı programda, bugün Türkiye’de yaşanan baskıyı eleştirirken, 1930’ların Türkiye’sini, Nazizm’den kaçan Yahudi akademisyenlere kucak açtığı için olumlu bir örnek olarak zikretmiş. Cumhuriyet gazetesine ve Can Dündar’a yapılanların haksızlık ve zulüm olduğunu düşünüyorum, söylüyorum da, ama 1930’lar Türkiye’sine özgürlükler, insan hakları veya demokrasi bağlamında atıfta bulunmak, kasıtlı bir manipülasyon değilse, gaflettir, dalalettir. Daha evvel de çok söyledim: Günümüzün özgürlük mücadelesi Atatürk ve Atatürkçülük üzerine kurulamaz, o gömlek dar gelir.
Agos