14 Kasım 2016
Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği ‘Van ve Yöresi 1850-1930’ başlıklı konferansa katılmak için Türkiye’ye gelen, Ermeni tarih yazımının önemli temsilcilerinden Richard Hovhanissian ile yeni yayımlanan kitabı ve soykırım çalışmaları hakkında konuştuk.
Yayınladığınız memleket kitapları serisi bir anlamda Ermeni geleneğinin devamı niteliğinde, bir anlamda da Ermeni çalışmalarına çok önemli bir katkı sunuyor. Siz kitaplarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ömrümün önemli bir kısmını 1918-20 arasında varlık gösteren Ermenistan Cumhuriyeti’ni incelemeye adadım. Bilindiği gibi bu cumhuriyet, ardından gelen Sovyet Ermenistanı tarafından çok ağır eleştirilere muhatap oldu. Ben ise o dönemi farklı bir bakış açısıyla incelemekteydim. Birinci cumhuriyetin, tüm eksiklerine, yeterisizliklerine rağmen Ermeni halkı için yaşamsal bir niteliği vardı. Yaklaşık 10 ülkenin arşivlerinde ve Ermenice kaynaklarda incelemelerde bulunarak Ermenistan’ın ilk cumhuriyetine dair dört kitap yayımladım. Son yıllarda bu kitaplar Doğu Ermenicesine çevrilerek genç araştırmacıların ve tarih meraklılarının dikkatine sunuldu.
Bunun dışında önemli çalışmalarımdan biri de 1997’de benim de ders verdiğim Kaliforniya Üniversitesi (UCLA) bünyesesinde gerçekleştirdiğim konferanslar dizisi oldu. Gözlemlerime göre yeni nesil, soykırımdan kurtulan ilk kuşaklardan farklı olarak atalarının şehirleriyle ilgili değiller. Sınıfta öğrencilere nereli olduklarını sorduğumda Halep, Kahire vs. gibi soykırım sonrası savruldukları şehirlerin isimlerini sayıyorlardı. Biraz daha ısrarcı olup atalarının memleketini sorduğumdaysa sıklıkla “Türkiye” cevabını alıyordum. İyi de Türkiye’nin hangi şehri? Öğrencilerin önemli bir kısmı bu soruya cevap veremiyordu. Aralarında bilenler de vardı ama çoğunluk, atalarının topraklarına karşı duyarsızlaşmıştı. Konferanslar serisinde her yıl iki konferans düzenlemeye çalıştım ve her birinde farklı bir şehrin Ermeni tarihi ve kültürü açısından önemini işledim. Doğal olarak ilk işlediğim kent, Van ve çevresiydi zira Ermeni halkının tarih sahnesinde şekillendiği yer orası. Akabinde Muş, Bitlis, Harput, Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Urfa, Kilikya bölgesi, Karadeniz havzası şeklinde bu konferanslar devam etti. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ermeniler, ülkenin her yerine yayılmışlardı. Sondan bir önceki cilt, Anadolu’daki Ermeni kolonilerini konu ediniyor.
İstanbul’un 200 kilometre kadar uzağına yayılmış 100’den çok Ermeni köyü vardı. İzmit veya Bursa bölgeleri çoğunluk için nispeten bilinen yerlerdir. Ancak Bandırma, Bardizag (Bahçecik), Armaş, Geyve, Adapazarı gibi yerler çok önemli kültürel merkezler oldular aynı zamanda. Tüm bunların içerisinde şüphesiz ki en önemlisi, İstanbul Ermeni toplumuydu. İstanbul bir yandan en kalabalık cemaat yaşamına sahipti, diğer yandan da tarihî Ermenistan’ın bir parçası olmamakla birlikte kültürel anlamda Ermeni tarihinin en önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Bu yüzden de İstanbul tek başına bir ciltte incelendi. Ayrıca İzmir felaketi, 1922’deki büyük yangın, halkın denize dökülmesi ilgimi çeken konular arasındaydı. Bir konferans konusuysa Kars ve Ani kenti oldu. Gerçi Kars ve Ani, bir yanıyla Batı Ermenistanı, bir yanıyla da Doğu Ermenistanı’na ait.
Geçen ay yayınlanan son cilt ise, Musa Dağı ve yöresini, Dörtyol’u ve bugün Suriye sınırlarında olan Kesab kasabasını inceliyor. Bu kapsamda 14 cilt yayınladım ve bu kitapla da serinin sonuna gelmem gerektiğini düşünüyorum.
Bu kitap serisinin Bitlis cildinden sonra Van cildi de Türkçede yayımlanıyor. Bu kitapların Türkçeye çevrilmeleri ve Türkiye’de yayımlanmaları size ne hissettiriyor?
Kitaplarımın Türkiye’de Türkçe yayınlanması benim için büyük bir mutluluk kaynağı. Bir yandan Türkçe okuyabilen Ermeni gençliği, diğer yandan da Türk toplumunun duyarlı insanları bu kitaplar vasıtasıyla meseleyi daha kolay algılayacaklar, Ermenilerin bu ülkede nasıl bir rol oynadığına dair daha somut fikir sahibi olacaklar.
Memleket kitapları çerçevesinde Ermeniler için ‘vatan’ kavramını nereye koyuyorsunuz? Örneğin, dedesi Vanlı olan ABD’li Ermeniler için memleket ABD mi, Van mı, yoksa Yerevan mı?
Geçenlerde Hrant Dink Vakfı tarafından kimlik meselesinin işlendiği bir konferans düzenlendi. Aslında kimlik meselesi çok önemli. Tabii bu önem, kişiden kişiye değişebilir. Ben önemli sayanlardanım. Şimdilerde kimi insanlar kökenlerini araştırıyorlar. Geçmişte yaklaşık 700-800 kadar soykırımdan kurtulan insanla sözlü tarih görüşmesi yaptım. Bu çalışmaların çoğu 1970-80 arasına ait. Bugün, 2016’da adı da yabancılaşmış biri, anneannesinin kayıtlarının izini sürerek hikâyesini tamamlamaya çalışıyor. Aynen Fethiye Çetin’in yaptığı gibi. Şimdilerde o ses kayıtlarını yavaş yavaş, biraz daha ulaşılabilirliğini sağlamak için İngilizceye çeviriyorlar. Dedelerinin veya nenelerinin yaşadıkları çileleri duymak, onlarda büyük bir üzüntüye yol açıyor. Üstelik bu insanlar çoğunlukla da konuşmamayı tercih etmişlerdi. Örneğin geçenlerde dedesi Zaralı olan biri bu kayıtları dinlemek için başvurdu. Zara’da değirmencilik yaparlarmış. Dede Zara’yı, evlerini, değirmeni, değirmenin çarkını çeviren dereyi, inanılmaz bir görsellikle anlatıyordu. Ardından da yaşadığı zulümleri. Koskoca bir aileden tek başına kalmıştı.
İnkâr sizce Ermeni kimliğini nasıl etkiliyor?
İnkârın kimlik üzerindeki etkisi çok büyük. Üçüncü veya dördüncü nesilden pek çok Ermeni, Ermenice bilmese de, Ermeni kültüründen bihaber olsa da, soykırım gerçeğinin farkında. Bu gerçeğin inkârı, onu öfkelendiriyor, kızdırıyor. Diğer yandan kimliğini de pekiştiriyor. Bana öyle geliyor ki inkârcılığı benimseyen akıl, yanlış bir stratejinin peşinden gidiyor. İnkârcılık karşısında kimlik, sanki daha da bileniyor. Yukarıda da değindiğim gibi birçoğu için Ermenilik sadece Ermeni mutfağıyla ve halk danslarıyla sınırlı bir alan. Nitekim Amerika’ya göç eden Ermenilerin önemli bir kısmı da kırsal kesimden gelmiş insanlardı ve belli ki Ermeni dans ritimleri daha birkaç nesil boyunca onların iç benliklerinde varlığını sürdürecek.
Ermeni çalışmalarında soykırımın merkezliğini nasıl görüyorsunuz?
Soykırımın Emreni kimliği üzerinde çok önemli bir yeri olduğu şüphesiz. Bu konuya girmeden önce benim esas ilgi alanım Ermenistan’ın birinci cumhuriyetiydi. İnkâr beni bu konuya yöneltti. Eğer inkâr söz konusu olmasaydı, adaleti tesis etmek için belirli tazminatlar olabilseydi muhtemelen ben bu konuya asla girmezdim. Dedemin Harput’ta doğduğunu, ailesinden herkesi yitirdiğini, kendisinin tesadüflerle hayatta kaldığını, Kürtlerin çalıştırmak için kendisini alıkoyduklarını biliyorum. Urfa’ya ve Der Zor’a gitti. Tüm bunları bildiğim halde bu gerçeklerin inkârı, beni öfkelendiriyor. Ben bu konuyu çalışmaya başladığımda bu alanda çalışanlar sadece Ermenilerdi. Daha sonralar, Ermeni olmayanların da özellikle kıyaslamalı soykırım çalışmaları yaptığını gördüm. Ermeni Soykırımı’nı diğer soykırımlarla kıyaslıyorlar ve genel olarak da bu pratiğin 20. yüzyıldaki diğer soykırımlar için bir prototip olduğu noktasında fikir birliğine varıyorlar. Bugün bu konuda çok ciddi bir literatür var. Bu literatürde birkaç Ermeni adı sayabiliyorsak, onlardan çok daha fazla Ermeni olmayan isimlere rastlıyoruz. Sanırım böylesi daha da hayırlı zira eğer Ermeni tarihi sadece Ermenilerle sınırlı kalırsa, fazla bir önemi olmayacak. Şimdi tarihimizi evrenselleştirmek, tüm insanlığa mal etmek durumundayız. Sadece Ermeni Soykırımı’na odaklanmak doğru bir şey değil zira Ermeni tarihi, bir bütün olarak soykırım meselesinden çok daha geniş ve derinlikli. Hatta soykırım konusu kimilerine bıkkınlık bile veriyor, “Başka bir hikâye yok mu” diyerek söyleniyorlar. Oysa anlatacak çok şeyimiz olduğunu biliyoruz. Ermeni halkının üç bin yıldan daha eskiye giden bir tarihi var. O süreç içerisinde çok büyük bir kültür oluşturuldu. Aslolan, soykırımı unutmamakla birlikte bu büyük birikimi vurgulamak.
Uzun akademik kariyerinizde sizce Ermeni çalışmaları nereden nereye ilerledi? Bu alanın nereye evrileceğini öngörüyorsunuz?
Başlarda soykırım konularını işlerken sanki muhataplarımızı bunun bir gerçeklik olduğuna inandırmaya çalışır kanıtların peşinden giderdik. Yayınladığım ilk cilt, ‘Ermeni Soykırımı’na Bir Bakış’ adını taşıyordu ve içeriği olayları betimlemekle doluydu. Neler olmuş, nerede olmuş, nasıl olmuş sorularını irdeliyordu. Oysa son ciltlerin içeriği oldukça farklı. Şimdi artık bir cinayet işlendiğini herkes biliyor. Bu aşamada amacımız, meselenin çözümlemesini yapmak. Niye oldu, kimler yaptı, kurbanların günahları nelerdi, günahları var mıydı veya kurbanlar daha sonra neler yaşadılar, çözümlemenin bir bölümünde Jöntürk hareketi ve genel olarak İttihat Terakki Fırkası, 1908’de özgürlükçü söylemlerle, Fransız burjuva devriminin sloganlarıyla iktidara gelirken, yedi yıl sonra nasıl bir dönüşüm yaşandı, ya da gerçekten bir dönüşüm yaşandı mı, yoksa bu eski bir plandı, sadece uygulanabilmesi için I. Dünya Savaşı gibi uygun bir fırsat mı kollanmıştı?
Çözümleme ve kıyaslama yöntemleri çok önemli. Kimileri bu kıyaslamayla kendi soykırımlarının değersizleşmesinden kaygı duyuyorlar. Hiç katılmadığım bir görüşbu. Kıyaslayarak benzerlikleri ve farklılıkları tespit edebiliriz. Örneğin, her soykırımın değişmez bir kuralı vardır: Soykırımın mağduru ve faili arasında müthiş bir servet transferi yaşanır. Bu olgunun izini sürerek Ermeni mülklerinin akıbeti birçok şey açıklar. Siz, Türkiye’de ne kadar çok sayıda zenginin servetinin esas kaynağının Ermeni mülkleri olduğunu benden çok daha somut bilirsiniz. Kıyaslamalar önemlidir ve yapılmalıdır. Büyük bir gelişme olduğu yadsınamaz ama diğer yandan ülkelerin, kendi ulusal çıkarları var ve Ermeni sorunu, bu çıkarların kurbanı oluyor. Sonuçta biz büyük bir ulus değiliz, siyaseti etkileyecek büyük bir gücümüz yok, dolayısıyla büyük devletlerin bize bu konuda bir desteği de olamaz. İnanmalıyız ki Ermeni halkının soykırımdan ötürü uğradığı adaletsizlik, bir insanlık sorunudur ve tüm insanlığı ilgilendirir.
Agos