09 Haziran 2016
Aksi şaşırtıcı olurdu. Milliyetçi travmayla yatıp kalkan bir memlekette Türk/Sünnî/Erkek olmayan her farklıya gösterilen şiddetin Ermeni meselesine bulaşmaması mümkün değildi. Esasen ilk salvo Nisan başında “iki devlet bir millet” soydaşımız Azerbaycan’ın Karabağ saldırısı sonrasındaki açık tarafgir beyanla geldi. Ankara bütün diplomatik teamüllerin aksine Ermenistan’a ayar verdi, Bakü dışında kimsenin dikkate almadığı ama bir kenara not ettiği beyanlarda bulundu. Rusya’nın, Fransa’nın ve ABD’nin aksine Güney Kafkasya’da günün birinde bir çözüm gerçekleşirse Türkiye’nin bu çözümde asla tuzu olamayacağını bir kez daha kanıtladı. Ankara Bakü’nün (ve Katar ile Suud’un) petrolü tükenene kadar onlara bağımlı olarak yaşayacak, başka kimsesi olmadığından. Ermenistan politikası da bu bağımlılık ve elbet Ermeni düşmanlığıyla belirlenecek.
Oysa nerelerdeydik. 2003’te rahmetli Rafik Hariri’nin önayak olduğu Lübnan Ermenileriyle istişare, 2008’de Abdullah Gül ile SerjSerkisyan’ın başını çektiği futbol diplomasisi, 2009’da Ermenistan ile İsviçre’nin liderliğinde AB, ABD, Fransa, Rusya’nın himayesinde kotarılan – artık çökmüş olan – Zürih ön anlaşma protokolleri, 2001-2004 reformlarıyla kudretlenen sivil toplumun başını çektiği bir kuşku, merak, öğrenme süreci sonunda bozulmaya yüz tutan ezberler, devletin bu hafıza çalışmalarını engellememesi, hatta kimi zaman şov için dahî olsa kamu kaynaklarıyla ibadet mekânları restorasyonlarını başlatması, her ne kadar dostlar alışverişte görsün amacını taşısa da Erdoğan’ın 2015’te acı paylaşması, Davutoğlu’nun ortak acılardan söz etmesi…
Bugün ve özellikle Bundestag kararı sonrası gelinen nokta ise trajik. Bütün bu kazanımların reddiyesi anlamına geldiği gibi, Ermeniler ve soykırımın ötesinde korkunç bir Öteki, Batı, Hıristiyanlık korkusunu ve dolayısıyla düşmanlığını da taşıyor beraberinde. Lumpenlik, seviyesizlik, cehalet, rezillik de cabası. Karar Osmanlı İmparatorluğu ve yüzleşmekten kaçınan Türkiye’yi muhatap aldığı kadar o zamanlar ittifak hâlinde olan Alman İmparatorluğu ve bugüne kadar bu suç ortaklığıyla yüzleşmekten kaçınmış olan Federal Almanya’yı da bağlıyor. Türkiye’deki yüz kızartıcı koronun küfür ve hakaret ettiği Alman kanun koyucu kendi iç sorununa cevap arıyor aynı zamanda. Ama burada hiç bir şey okumadıklarından farkında bile değiller. Almanlar 2005’te Yahudi Soykırımı ile kendi yüzleşmelerine atfen Ermenistan ve Türkiye’ye çağrıda bulunmuş ama buradan hiçbir cevap alamamışlardı. Geçen yıl yüzüncü yıl münasebetiyle partilerüstü bir konsensüsle tasarıyı oylamaya çalıştılar ama hükümetin âlî çıkarları, yani mültecilerin Türkiye’de zapt edilmesi keyfiyeti dolayısıyla ertelediler. Ama artık bıçak kemiğe dayanmıştı.
Kürdlere ayar vermekle meşgul olan, onlara karşı kenetlenen ve Kürd nefreti her geçen gün soykırım aşamasına bir adım daha yaklaşan “Türkiye Türklerindir cephesi” Alman meclisinin Ermeni Soykırımı ile ilgili kararına “burada soykırım yapılmaz” diyecek kadar saçmaladı. Olabilecek en seviyesiz tepkileri vermekte girdiği yarışın ayrıntılarına hiç girmiyorum.
İki husus: Almanların yanında farklı partilerden Türkiye kökenli 11 milletvekiline edilen tehdit ve hakaret, diğer taraftan Almanların 10 yıl önce özür diledikleri Namibya’da 20 yüzyıl başındaki Herrero soykırımı ile ilgili TBMM’ye yasa teklifi seviyesizliğe tüy diktiler.
Ne var ki Almanya ile ilişkiler tıpkı 6 yıl önce Mavi Marmara sonrasında İsrail ile olduğu cereyan edecek. Korkunç bir retorik yanında artarak süren ekonomik ilişkiler. Bunun başka türlü olması mümkün değil. Ama geriye tehdit, hakaret ve Ermeni politikasına verilen ciddî zarar kalacak. Tıpkı İsrail’le süren ticaretin yanında artarak süren Yahudi düşmanlığı gibi… Makam aracı Mercedes’in yıldızını gizleyip arabaya binmeye devam edenlerin tavrında özetlenen ikiyüzlülüğün bedeli yok gibi dursa da sonuçta bugün Türkiye dünyada çok daha yalnız!
Bu yazıyı yazmaya çalışırken bir yandan da İstanbul’dan gelen deprem, kaza, bombalı saldırı haberlerini izliyorum. Hesabı verilmemiş ve bu gidişle hiç verilmeyecek olan o devasa soykırım suçunu hatırlamamak mümkün değil. Cezasız kalmış, unutturulmuş, tahrif edilmiş, yalanla bezenmiş, adaleti yüzyıldır iğfal etmiş, ama o ölçüde de lânetinden kaçış olmayan o devasa soykırım suçunu…
Yılın ilk günü Haberdar’da “1915 yeniden başlarken” başlıklı yazıda şunları yazdım: “2014 sonu 30 Aralık’ta “1915’e girerken” başlıklı bir yazı kaleme almış ve soykırıma başlanan yılın yüzüncü yıl dönümünün nasıl cereyan edeceğini ve böylece, yüz yıldır olduğu gibi yüzleşememenin lânetinin süreceğini öngörmüştüm. Şu bağlantıda http://www.taraf.com.tr/1915e-girerken/ okuyabileceğiniz o yazıyı, 2015’in herşeye rağmen inkârı bitirmek, ezberi bozmak, ötekini duymak, anlamak ve böylece toplu tedaviye başlamak için bir vesile olmasını temenni ederek bitirmiştim. Olmadı! Aksine 1915’in lâneti memleketin üzerine çöktükçe çöktü. Türkiye topyekûn bir cinnet hâlini yaşıyor bugün.
Lânetten kastım parapsikolojik bir gözlem değildi. Kaldı ki acı çeken ruhlar âlemini küçümsememek lâzım. Kastım şuydu: Soykırım gibi devasa bir cürümle yüzleşmedikçe, kurbanların torunlarına azamî adalet sağlanmadıkça bunun arkası gelir, bedeli artçı kötülüklerle ödenir. Bu derin bir ahlâk sorunsalıdır. Zira soykırım, bugün işlenen kamusal, bireysel veya ortak suçlardan, nitelikleri ne olursa olsun, kıyas kaldırmayacak kadar büyük bir suçtur. Soykırımı “sindirebilen” bir bünye için bugünkü suçlar haydi haydi sindirilebilir. Ve böylece kötülükle yatıp kötülükle kalkmaya devam ederiz.
1915, biten 2015 boyunca çekilen zulmün yoğunluğundanve toplumdaki yaygın bilgi eksikliğinden – ki bunların yüz yıllık adaletsizlik ve cezasızlık kültürüyle yakın ilişkisi var – ötürü gündeme lâyıkıyla oturmadı. Basit bir misal vermek gerekirse, Kürdlerin şu aralar başına gelenleri açıklamak için sık kullanılan ifadelerden biri cumhuriyetin kuruluşundan itibaren onlara reva görülen zulmün cezasız kalması, şiddetin sonuçlarıyla yüzleşilmemiş olmasıdır. Kimsenin aklına Ermeniler ve diğer Gayrimüslim unsurlara reva görülen ve özellikle Ermenilere Kürdlerce reva görülen zulmün cezasızlığı gelmez. İşte yüzyıldır çürüyen Türkiye yüzyıllık ama dapdar bir alana sıkışmış vaziyette debeleniyor 21. yüzyılın başında… Faşizme doğru…”
Topyekûn, külliyen içindeyiz… Kenarında, ucunda, kıyısında değil
Haberdar