01 Haziran 2016
Gençlerbirliği’nin 1970-1983 arasında çile ve fedakârlık dolu yıllarının anlatıldığı ‘Döğüşenler de Var Bu Havalarda’ belgeseli, 27. Ankara Uluslararası Film Festivali 28-29 Mayıs’ta İstanbul’da izleyiciyle buluşuyor. Belgeselin matruşka misali hikayesini, yönetmenleri anlattı.
Belgesel film, Gençlerbirliği’nin 1970’te 1. ligden düşmesinin ardından kendini içinde bulduğu sahipsizlik ve maddi imkânsızlık dönemini, bu dönemin atlatılmasında emeği olan bir avuç insanın tanıklıklarına başvurarak anlatılıyor. Belgeselde tanıklıklarına başvurulan isimlerin arasında Gençlerbirliği’nin efsane başkanı Hasan Şengel ve takımın uzun yıllar kaptanlığını yapmış olan Cemalettin Sakallıoğlu’nun yanı sıra Ankaralı Rafael Demircan da bulunuyor. Zaten belgeselin kökleri de 2012’de Agos’ta yayınlanan Rafael Demircan röportajına dayanıyor.
İşin özeti şu; 2012 yılında Agos’un sayfalarında Gençlerbirliği taraftarları Rober Koptaş imzalı bir röportaj görürler. Röportajın başlığı ‘Rıfat derlerdi ama ben Rafael’dim’. Röportajın başrolündeki isim Rafael Demircan, 1948 doğumlu bir Ankaralı Ermeni. ‘Ankara delikanlısı’ olan Demircan, Cebeci’de açtığı tuhafiyede baba mesleği olan terziliğe devam ediyor. Ona babadan kalma bir başka miras da Gençlerbirliği. Öyle bir miras ki, kulüp küme düştüğü zaman alıp başını Alanya’ya gidip, kendini kaleden atmayı düşünecek kadar büyük ve tutkulu. Röportajında, “1. Lig’e çıkınca benim Ermeniliğim göze batmaya başladı” diyordu Demircan. O dönemde aldığı karar sonrasında ailecek Avustralya’ya gitmek zorunda kalıyorlar ve bir daha da dönmüyor çok sevdiği Ankara’sına. Tâ ki bu röportajı gören bir grup Gençlerbirlikli Demircan’a ulaşıp, Ankara’ya davet edene kadar. Bu tanışma ile başlayan hikâyeleri ve belgeselin hikâyesini ise film ekibi anlatıyor.
Futbolun her geçen gün endüstriyelleştiğini ve taraftar olmanın tuttuğu takımı desteklemek için yüklü miktarda para ödeme zorunluluğunu beraberinde getirdiğini göz önünde bulundurursak, o dönemi özel yapan ve sizde bu hikâyeyi duyurma isteği yaratan nedenler neler?
Mehmet Ali Çetinkaya (M.A.Ç): Gençlerbirliği, 14 Mart 1923’te kurulan, 93 yıllık bir tarihi olan bir kulüp. Ankara Atatürk Lisesi’nden, o zamanki adıyla Ankara Sultani’sinden doğan ve kuruluşundan gelen bu ‘okullu’ ve mütevazı kimliğini sürdürmeyi başarmış nev-i şahsına münhasır bir kulüp. Ülke futboluna ‘profesyonellik’ adı altında paranın tam anlamıyla girmeye başladığı dönem olan 1960’ların ortalarına kadar bu amatör ruh bir şekilde mücadele ediyor. O güne kadar ‘Alkaralar’, amatör bir ruhla transfer yapmaya, antrenörlük etmeye ve futbol oynamaya devam ediyorlar. Fakat bu ruh bir noktadan sonra paralı rakipler karşısında işe yaramamaya başlıyor ve yarım asırlık kulüp 1969-70 sezonunda, tarihinde ilk kez alt lige düşüyor. Sonraki 13 yıl ise tam bir çile ve fedakârlık dönemi. Bizim hikâyemiz de burada başlıyor. Amatör ruhla kulübü ayakta tutmaya çalışan, kapısına kilit vurulmasın diye didinen bir avuç insanın hikâyesini bizzat kendilerinden dinlediğimizde etkilenmememiz imkânsızdı. Öyle de oldu ve bu acı, hüzünlü, güzel ve samimi anıları izleyicilere ulaştırmaya karar verdik.
Kutay Yeşilöz (K.Y): En başında tek ve basit bir amacımız vardı. Gençlerbirliği’nin önemli dönemlerinden biri olan 1970’leri görsel bir arşiv çalışmasıyla kalıcılaştırmak, anlatılmamış hikâyelerin kaybolup gitmesini engellemekti. Ama bu güzel insanların o günleri anlatırken gözlerindeki ışık ve aralarındaki müthiş elektrik, belgeselin akacağı yatağı da belirlemiş oldu. Baştaki arşivcilik hedefinin yanına, tozlu raflarda kalmış güzel bir hikâyeyi ve bu hikâyenin kahramanı güzel insanları anlatmak eklendi.
Belgeselin bir spor klubü ile ilgili olduğunu duyanlar bu filmi bir takımın şanlı tarihini anlatan, sadece başarı hikâyelerinin sunulduğu bir film olduğunu düşünebilirler. Oysa belgesel Gençlerbirliği’ni anlatırken, Gençlerbirliği’ne gönül verenlerin mücadelesini de anlatıyor. Başlangıçta bu tür hikâyelerin çıkacağını düşünmüş müydünüz?
M.A.Ç: Dediğiniz gibi futbol belgeselleri çoğunlukla belirli bir takımın başarı öykülerine odaklanıyor. Oysa biz belgesel sürecinde ‘düşüş yıllarına’ ait hikâyelerini dinlemeye başladığımızda bu anıların sadece Gençlerbirliği’nin değil, ‘düşüş’ yaşamış ya da kötü bir dönem geçiren tüm takımlarının ortak hikâyeleri olduğunu düşündük. Çünkü işin içinde amatör bir ruhla sergilenen bir emek ve futbol romantizmi vardı.
Erdem Ceydilek: Dönemi tam bir başarısızlık dönemi olarak nitelemek aslında yanlış olur. Neticede olaya kronolojik yaklaşırsak, 1923’te kurulmuş ve 70’lerde dibi görmüş bir kulübün o dipten kurtulup 1983’te tekrar 1. lige çıkışını anlatıyoruz. Şimdi izleyenler diyebilir ki filmin mutfağındakiler olarak sonundaki zafer sahnelerini bilerek kısa tutmuşsunuz. Evet bir bakıma böyle bir tercihimiz oldu, düşüşe odaklanmanın birinci sebebi buydu. Gençlerbirliği’nin şimdiki başkanı İlhan Cavcav önemli bir figür ve dipten kurtuluşta ve kulübün şu anda geldiği noktada büyük emekleri var. Ama filmin sonunu klasik bir şekilde İlhan Cavcav’ın gelişiyle ortaya çıkan bir mucize olarak anlatsaydık, Cavcav tıpkı bir bölüm sonu canavarı gibi kendinden önceki her şeyi yutup yok edecekti. Öte yandan, belgesel için konuştuğumuz her kim varsa, ‘yokluk ve çile yılları’ dönemini anlatırkenki ruh ve coşkusu, Cavcav’la gelen ‘yükseliş dönemini’ anlatışında asla yoktu. Rafi abi örneğin… Takımı Sivasspor’la oynanacak olan kupa maçına deplasmana götürmek için arkadaşının kuyumcu dükkânının kasasını patlatıp bir günlük ciroyu alıyor ve takımı deplasmana götürüyor o parayla. Belgesele koyamadığımız birçok hikâyeden biri de bu. Ama görsen nasıl yaşayarak anlatıyor. Neredeyse, arkadaşının dükkânında çalışan çırakların isimlerini sayacak. Ama 2. Lig şampiyonluğunun geldiği sezonu hepsi daha rutin ve düz şekilde anlatıyorlar. İşte bu da düşüşe odaklanışın ikinci sebebi. Çünkü hikâye o yükseliş döneminde değil. İsteyen o ‘güzel ve başarılı’ yılların hikâyesini dönemin gazetelerindeki maç raporlarından da takip edebilir. Bir belgesele ihtiyaç yok o zamanlar için.
Her filmin aslında bir de kon(a)mayan kısımları vardır. Sizlerin belgesele koymadığı ama paylaşmak istediğiniz hikâyeler var mı?
E.C: Kesinlikle lakaplar! Zapo Asım, Tavukçu Hüseyin, Kartal Cemalettin, Köfteci Harun, Köylü Selçuk, Zıpzıp Asım… Hepsinin ayrı ayrı hikâyeleri var. Ama koyamadığımız ama bende heyecan uyandıran bir hikâye de şu: Hasan Şengel, Konya’daki bir maç dönüşü takıma 500’er lira prim veriyor. Dönemin yırtıcı golcüsü Zapo Asım da aldığı bu primle Ulus’ta Anafartalar Caddesi’ne gidip kendine bir cümbüş alıyor. Gidilen çoğu deplasmana ve kampa yanında götürüyor bu cümbüşü. Tek başına bu hikâye o kadar değerli ki! Fakat kurgudaki zorunluluklar bizleri bu ve benzeri birçok hikâyeyi dışarıda bırakmaya mecbur bıraktı.
K.Y: Bir de belgeselde konu edindiğimiz dönem öncesine dair anlatılanlar var tabii. Hazır yakalamışken o dönemleri de anlattırdık, başta Hasan Şengel’e ve Rafael Demircan’a. Raffi Abi’nin 1950’lerdeki Ankaralı Ermenilerin hayatını anlattığı, ‘Ermeniler Gençlerliydi’ diye bahsettiği dönem, babasının galibiyetlerden sonra soyunma odasına dalması mesela.
Raffi Abi yıllar sonra Ankara’ya yeniden gelince yaşadıklarınız anlatır mısınız?
M.A.Ç: Raffi Abi’yi Agos’ta yayınlanan röportajından tanıdım ve Avustralya’da yaşadığı için hemen bir e-posta yazıp, kulübün var olması için yaptıklarından ötürü kendisine teşekkür ettim. İki saat sonra Raffi Abi’den arkadaşlarına, Gençlerbirliği’ne, Ankara’ya ve Anadolu’ya duyduğu özlemi dile getiren duygu yüklü ve çok samimi bir cevap geldi. Ardından seri bir şekilde mailleşmeye başladık. Raffi Abi daha önce hiç duymadığım ya da ayrıntılarını bilmediğim kulübün ‘düşüş yılları’na ait anılardan, Ankara’da yaşayan Ermenilerden bahsediyordu. Birkaç gün sonra Tanıl Bora, Akif Kurtuluş, Raffi Abi’nin zamanında top oynayan Cemalettin Sakallıoğlu gibi birçok futbolcu ve Gençlerli arkadaşlarım Raffi Abi’yle yazışmaya başladı ve ondan sonrası çığ gibi büyüdü. Tanıl Bora’nın öncülüğünde Raffi Abi’yi Ankara’ya davet ettik ve onun unutulmaz anılarını dinlemeye başladık.
Raffi Abi’yle birçok anım var ama benim aklıma gelen ilk anı; Gaziosmanpaşa’daki Papazın Bağı’nda muhabbet ederken kız arkadaşıma doğru kafamı eğip kısık bir sesle, Raffi Abi’nin heyecanlı anlatımını ve kestiği raconları Ali Amcama benzettiğimi fısıldadım. Raffi Abi kafasını bana çevirip ne fısıldadığımı sorunca olanları anlattım. Amcamın nereli olduğunu sordu. “Ankaralı” dedim, “E, normal. Ankara bebesiymiş sonuçta!” dedi ve kahkahayı patlattı.
Raffi Abi’nin Ural, Zeynep ve beni Zir Vadisi’ne götürdüğü ve büyüklerinden duyduğu geçmişe ait anıları, yoğun bir duygu haliyle anlattığı günü de hiç unutamam. O gün Ankara’da yaşayan Ermeniler hakkında aslında hiçbir şey bilmediğimizi öğrenmiş ve izlerinin nasıl yok edildiğine tanıklık edip üzüntü ve utanç duymuştuk.
E.C: E-postalara cevap aldıkça birbirimizle paylaşmamızdaki heyecanımı unutamıyorum. Bir de Raffi Abi’nin Ankara’da kaldığı Seğmen Otel’in bahçesinde ilk karşılaşmamızı. Sanki öz amcama sarılıyormuşum hissiyle, rahatlığıyla sarılmıştım Raffi Abi’ye. Raffi Abi, Ankara’dayken bir yandan o kavuşmanın heyecanı doluydu içimde, ama bir yandan da onsuz geçen yılların geri gelmeyecek ihtimallerinin pişmanlığı. Neler yapardık Raffi Abi’yle kim bilir! Hangi deplasmanlara giderdik, hangi maç sonlarında kederden rakı içerdik, hangilerinde keyiften doldururduk kadehleri, o rakı masalarında bize neler anlatırdı kim bilir! Kendime sık sık sorduğum bir soru var: “Ermeniler, Rumlar ve bu memleketin diğer halkları bu topraklardan sürülmemiş olsalardı neler yaşardık kim bilir?” Bu sorunun vücut bulmuş haliydi Raffi Abi’yle tanışmamız ve sonrası. Belki Mehmet Ali’nin anlattığı hikâyede Zir’e harabe haline gelmiş evleri görmeye değil de, Raffi Abi’nin teyze oğlunun yaptığı yemekleri yemeye giderdik. Rüya gibi bir yazdı 2012 yazı bizim için. Keşke rüya değil de memleketin gerçekliği olsaydı tüm bunlar.
Agos