11 Nisan 2016
Herhalde duydunuz, 30 Mart’ta Kanyon’da yapılan basın tanıtımından sonra 1 Nisan itibariyle, Yitik Kuşlar filmi vizyona girdi. Aylardır süregelen ‘olacak mı, olmayacak mı’ endişesi sona erdi. Ülkemizdeki bütün sinema filmleri gibi, kaderi artık izleyicinin ilgisine bağlı. İlk iki gün, bir-iki sinema salonunun gece seansları müthiş kalabalıktı. Ataköy’deki sinemada ilk gün, hem internetten hem gişeden çift bilet satılmış. Tabii ilgi ummadıklarından dikkat bile etmemişlerdir... Herkes gelince olay çıkmış, sinemanın müdürü gelip özür dilemiş, çift biletlerin ertesi gün gelebileceklerini söylemiş. Kimi kabul etmiş, kimi “İlle de bugün” demiş. Minderler dağıtılmış, merdivenlere oturup izlemişler, iyi mi? Eski zaman yazlık sinemaları gibi.
Ermenilerin çoğunun yaşadığı muhitlere en yakın sinema olan, Nişantaşı Cities’deki gece seansı da öyle dolmuş ki, başka bir salon daha açmışlar. Valla, anlatılanların yalancısıyım. Ben Pazar günü 19.45’te gittim. Biz giderken bir önceki seanstan çıkanlar dönüyordu, yol boyunca gözü yaşlı insanlarca durdurulmak, sağa sola selam vermek ilginç bir deneyimdi doğrusu, ünlü film yıldızları gibiydik âdeta. Sinema tıklım tıklım doluydu, çıkışta bir sonraki seansı bekleyen ciddi bir kalabalık vardı. Filmin sonunda tiyatro gibi alkış koptu, belki de oynayanlardan birkaçı orada diye olmuştur. Yine biz bize sayılırdık, dernek etkinlikleri gibi herkes birbirini tanıyor, birbirine selam veriyordu. Eh, tabii ki gidecektik; konusu ne olursa olsun, Türkiye tarihinde ilk kez, içinde Ermenice konuşmalar ve dualar olan bir film izleyecektik. Biz ki izlediğimiz her filmin jeneriğini sonuna kadar okuyup, içinde bir Ermeni ismi ararız hep. Burada öyle çok var ve her biri öyle tanıdık ki, gururlanmamak elde değil, hele de her birinin avucunda tuttuğu yüreği böylesine açık ve net görülüyorken...
Ama ilgi yine Ermenilerle sınırlı kalırsa, ki en büyük endişem o, yazık olur içerdiği güzelim mesajlara. Gidip, zaten bildiğimiz şeyler için kendi kendimize ağlamanın ne anlamı var? Ki ağlamamak mümkün değil. Biz, yaşlısını, hastasını, bebesini saymazsak, bir avucuz, topu topu üç-dört gün sürer yaptığımız kalabalık. Oysa bu film tüm ülkede hatta dünyada, yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan acıların, en masumlar, en hak etmeyenler üzerinde yarattığı travmaya, öyle bir empati yaptırıyor ki insana… Herkes bilmeli, herkes sormalı ki, hangi çıkarlar uğruna yaşandığını hiçbir tarih kitabının açıkça yazmadığı savaşlarda, olan bitenden bihaber, ansızın yapayalnız kalıveren çocuklara ne oluyor? Kendilerini o kadar akıl erdiremeyecekleri bir durumda buluyorlar ki bizim filmdeki çocuklar, bir masalın içinde yaşadıklarını sanıyorlar. Başı sonu belli değil bir masal... “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan, kaskatı ama sıcak, acı ama yumuşak, hüzünlü ama gülümseten, son derece duygusal ama hiç de masal olmayan bir masal. 1915’i yaşamış birçok insanın kişisel eşyalarının ve adlarının, hiç planlanmadan, tamamen rastlantı sonucu, kendiliğinden bir araya geldiği bu filmin çekimleri esnasında yaşanan birbirinden ilginç ve mucizevi olaylar yazılsa kitap olur. Belki, bir gün, kim bilir...
Her bir sahneyi, hem ayrı ayrı, hem bütün olarak, montajsız ve montajlı, küçük ekranda defalarca izlediğim, müziklerini, repliklerini ezberlediğim ve sonunu bildiğim bir filmi, basın tanıtımında ilk kez büyük ekranda izlediğimde, gözyaşlarımın bağımsızlıklarını ilan etmelerine şaşırmış, hatta kendime kızmıştım. Sol yanımda sevgili Anahit Variş oturuyordu, bir ara beni hafifçe dürtüp, hiç konuşmadan bir kâğıt mendil uzattı. Işıklar yandığında sağ yanımda oturan sevgili Hovsep Karagözyan “Yahu, ben ağlamadım ama gözyaşlarım nasıl öyle kendiliğinden aktı, hiç aklım ermedi” deyince, etrafıma baktım, herkes aynı durumdaydı. İzleyici gibi bilet alarak tekrar izlediğimde, artık ağlayacağım kadar ağlamıştım ya, bu kez diğer izleyicileri inceleyecektim. Ama yine aynı şey oldu, hiç de acıklı olmayan, hatta komik sahnelerde bile...
İlginç bir deneyimdi doğrusu ve paylaşılası hoşluklarla doluydu. Mesela filmin çocuk kahramanlarından biri olan Heros Agopyan’ın, ikide bir gişeye koşup, Batman ve Superman filminin bilet satışlarına bakarak “Bizimki daha çok” diye sevinmesi çok tatlıydı. Biz kafeteryada otururken salon müstahteminin garsona “Abi neymiş bu yaa, herkes bu yalnız kuşlara geliyor” demesi de epey güldürdü bizi. Adam filmin adına bile dikkat etmemiş, gidişatına şaşmış. Merak edip izler belki bir ara. Sonuç olarak, iyi başladı ama umarım ‘cürmü kadar yer yakan ateş’ olmaz. Zira ülke genelinde sulu sepken filmlere olan ilginin yanı sıra, bu sinema piyasası da resmen kurtlar sofrası. Ben ısrarla, Ermeni olmayan dostlarınıza önerin derim.
Agos