02 Ekim 2015
Bu makalede Levon Gevorgyan Ermeni soykırımın yüzüncü yılı anmalarının sadece « konserler, sergiler ve Ermenistan’a hatırı sayılır bir turist akınından » ibaret kalmasını eleştiriyor. Türkiye mahkemeleri nezdinde ve uluslararası hukuk alanında girişimler konusunda ataletin neden tehlikeli olduğunu anlatıyor. Wilson hükümlerini dile getirmenin tamamen etkisiz çünkü gerçekdışı ve uluslararası hukuk açısından temelsiz olduğunu aktarıyor. Ermenistan’ın Ermeni soykırımı taleplerine dair tüm dünyadaki Ermenileri temsil hakkını sorguluyor. Ermenilerin Ermenistan tarafından sunulan yollara alternatifler arayabileceğini belirtiyor.
Yoğun ve hiç durmayan karşıt Türk karşıtı söyleme ve hem Ermenistan Cumhuriyeti hem de Ermeni Diasporası içinde eşit oranda yaygın Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni Soykırımı`nın tanınması talebine rağmen Ermeni Soykırımı`nın yüzüncü yılı Ermenistan ve Ermenilerin, Türk devletine karşı sunması gereken uluslararası hukuk ve siyaset temelli iddialara dair ortak bir tutumun eksikliğini gözler önüne sermiştir.
Anma konserleri, sergiler ve Ermenistan Cumhuriyeti`ne kayda değer bir turist akışıyla gerçekleşen yıldönümü etkinliklerinin dışında gerçekten hiçbir somut değer ortaya konamamıştır.
Ermeni Diasporasının şimdiye kadarki girişimlerinin (en azından çoğunun) doruk noktası, Amerika Birleşik Devletleri Başkanının 24 Nisan konuşmasında soykırımın S’sinden söz etmeyip, bunun yerine “büyük felaket” şeklinde bir ifade kullanmasını kınamak olmuştur. Ermenistan Cumhuriyetinin en etkili girişimi ise, Türkiye Cumhuriyeti`nin Ermeni Soykırımını tanımadığını dünyaya bir kez daha hatırlatmakla sınırlı kalmıştır.
Sonuç olarak, Ermeni Soykırımının yüzüncü yıldönümü, amaçlarına ve bu tarihe atfedilen önemine rağmen herhangi bir 24 Nisan’dan çok farklı olmamıştır. Yine de, bunun yerine, bu yüzyıllık eylemsizlik boyunca ne yapılmalı ya da yapılmalıydı konusunu tartışmak, riskleri ve olumsuz sonuçlarıyla eylemsizliği idrak etmek ve geçmişin hatalarına rağmen şimdi ne yapılabilir diye sormak önemlidir.
Wilson hükümleri : gereksiz bir argüman
Toprak talebi, son yıllarda Ermenistan’da özellikle de Ermeni Diasporası içinde hızla çoğalan, 22 Kasım 1920 tarihli Woodrow Wilson tahkim kararının (bundan sonra “Wilson Hükmü” olarak geçecektir) uygulanmasına dayalı bir iddiadır. Talebin en aktif savunucularından biri olan eski büyükelçi Ara Papyan, kurucusu olduğu sivil toplum kuruluşu Modus Vivendi aracılığıyla, Ermenistan Cumhuriyetinin Uluslararası Adalet Divanı gibi uluslararası bir yargı kurumuna Türkiye Cumhuriyeti aleyhine başvurusunda bulunma fikrini teşvik etmekte aktif bir rol üstlenmiştir. Batı Ermenistan topraklarını kazanma fikriyle birlikte Karadeniz`e doğrudan erişim (sözü edilen Wilson Hükmü uyarınca öne sürülen) talebi şüphesiz kendini Ermeni olarak tanımlayan herkese hitap etmiş, büyük rağbet görmüştür. Yine de asıl soru, bu iddianın uluslararası hukuk açısından ne kadar gerçekçi ve esaslı olduğu ve hakikaten yaptırımı olup olmayacağıdır.
Gerekli tahkim kararı Amerika Birleşik Devletleri Başkanı tarafından 1920 Sevr Antlaşmasının 89. Maddesi uyarınca verilmiştir:
“Türkiye ve Ermenistan diğer Yüksek Akit Tarafları gibi, Amerika Birleşik Devletleri Başkanının Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis vilayetleriyle ilgili Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır sorununun çözümlenmesine dair tahkim kararını ve bununla birlikte başkanın Ermenistan’ın deniz ulaşımı ve sözü geçen sınırlara bitişik Türk topraklarının herhangi bir bölümünün askerden arındırılmasını şart koşabileceğini kabul eder.”
Ancak Sevr Antlaşması hiçbir suretle tasdik edilmemiştir. Ara Papyan, Woodrow Wilson tahkim kararının Sevr Antlaşmasının etkinliğinden bağımsız olarak, başlı başına resmi ve farklı bir geçerliğe sahip olduğunu iddia etmektedir. Ara Papyan’a göre bu geçerlik, uluslararası barışçıl çözüm için gerçekleştirilen 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmelerinde sırasıyla 46. Ve 71. maddeler uyarınca hakem heyeti tarafından verilen tahkim kararının “nihai” olması ve “sonrasından ortaya çıkacak herhangi bir tartışma konusuyla biçimlendirilemez” olmasına dayanır.
Ne yazık ki bu görüş zorlamadır. Alt yapısı mantıklı olsa da, uluslararası hukuk bir yana, herhangi bir hukuk altyapısı olmayan bir insanın görüşü kadar “gerçek uluslararası hukukla” bağlantısızdır. Basitçe ifade edersek, herhangi bir tahkim kararı ya da bir yargı yalnızca, söz konusu uyuşmazlığın tarafları mahkeme veya yargıç kürsüsü tarafından yetki kazandığı durumda geçerlidir. Lahey Sözleşmelerinin ilgili hükümleri, yetkilendirilmiş bir mahkeme tarafından verilen kararın nihai olması gerektiği gerçeğini tanımak dışında hiçbir şey yapamaz, bu tür mahkemeler söz konusu hükümler ve yargılar temelsiz olsa bile zorlayıcı etkide bulunamaz.
Başkan Woodrow Wilson’ın bu hükmü Sevr Antlaşmasının 89. Maddesine dayanıyor olmasına rağmen, anlaşma tasdiklenmediği için Wilson’a herhangi bir yargı yetkisi verilemezdi.
Bu nedenle, bu temele dayanan görüşler, sahibine memnuniyet ve popülerlik kazandırsa da, genel anlamda Ermenistan Cumhuriyeti ve Ermeniler açısından bir fayda sağlamamıştır, sağlayamaz da.
Anlamsız olan bir gelişme de Ermenistan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın 29 Ocak 2015’teki Yüzüncü Yıl Deklarasyonunda aşağıda belirtilen konuşmasında Sevr Antlaşmasını referans göstermiş olmasıdır:
“Ermeni Soykırımı Yüzüncü Yıl Etkinlikleri Koordinasyonu Devlet Komisyonu, diasporadaki bölgesel komitelerine (diğerlerinin yanı sıra) danışarak, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Barış Antlaşmasıyla ve Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’ın 22 Kasım 1920 tarihli tahkim kararıyla Ermeni Soykırımı sonuçlarının aşılmasındaki (ve diğerlerindeki) rolü ve önemini takdir ediyor. Soykırıma maruz kalan Ermenistan ve Ermeni halkının haklarının iadesi, tarihsel adaletin sağlanması, soykırımın dünya çapında tanınması ve soykırımın sonuçlarının telafisi için uluslararası mücadelesine devam etmek ve bunu sonuca kavuşturmak, tüm Ermeni cemaatinin bireysel, toplumsal hakları ve meşru çıkarlarını geri kazanmak amacıyla bir hareket noktası olarak yasal talepleri içeren bir dava açmak için bağlılığını vurguluyor.[1]”
Ermenistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Shavarsh Kocharyan’ın bu beyanı, kamu kurumlarının büyük çoğunluğu ve Ermeni toplumunun önde gelen temsilcileriyle ortak çalışmasının bir ürünü olarak yalnızca vatansever bir söylem ve olumlu niyetlerin bileşimi olarak görüldü.
Konuşma Sevr Antlaşması ve Woodrow Wilson Tahkim Kararıyla ilgili anlamsız bir referans içermesine rağmen tarihte ilk defa, Türkiye Cumhuriyeti ile olan anlaşmazlıklar ve uyuşmazlıkların çözümü amacıyla uluslararası hukuka müracaat için dolambaçsız ve açık bir beyan içeriyordu. Ve ne yazık, zaman gösterdi ki, bunlar yüzeysel tehditlerdi.
Serge Sarkisyan tarafından yok edilen umut
Serj Sarkisyan bundan sadece üç ay sonra, 24 Nisan 2015’te Hürriyet Gazetesine verdiği röportajda, Ermenistan Cumhuriyeti’nin Türkiye’den herhangi bir toprak talebi olup olmadığı yönündeki soruyu şöyle yanıtladı:
“Ermenistan Cumhuriyeti bağımsızlığımızın ilanından bu yana ne Türkiye’ye ne de başka bir ülkeye toprak talebinde bulunmamıştır. Bu konu, ülkemizin dış politika gündeminde hiç olmamıştır ve bugün de yoktur. Bu kesin bir duruştur. Biz, uluslararası cemiyetin tam yetkili ve sorumlu bir üyesiyiz. Birleşmiş Milletlerin bir üyesi olarak uluslararası meselelerdeki rolümüzün farkındayız, uluslararası hukukun esaslarına riayet ediyoruz ve batıdaki komşumuzla aynı beklentiye sahibiz.[2]”
Cumhurbaşkanının 27 Nisan 2015’te Rus gazeteci Vladimir Pozner’e verdiği röportajda da neredeyse aynı ifadeler yinelendi. Pozner, daha önceki ifadesine ilaveten Sarkisyan’a yüzüncü yıl anma törenlerinin “hatırlıyorum ve talep ediyorum” sloganının manasını sordu. Sarkisyan’ın “biz yalnızca soykırımın tanınmasını talep ediyoruz” yanıtı, Ermenistan Cumhuriyetinin nihayet tüm dünyadaki Ermenilerin isteklerinin arkasında durabileceği ve uluslararası cemiyetin makul bir parçası gibi hareket edebileceğine dair tüm umutları yerle bir etti.
İlaveten, bu birkaç cümle mevcut Ermeni hükümetinin, Ermenilerin çıkarlarının uluslararası alanda temsili konusundaki acizliğini de gösterdi. Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın dava açmayı reddeden karmaşık üslubu, Ermenistan’ın uluslararası topluluğun sorumlu bir üyesi olduğu ifadesiyle mazeret gösteren bir beyana dönüştü. Ayrıca bu durum, Cumhurbaşkanının (konuşmalarını yazanlarla, danışmanlarıyla vs. birlikte ) devletlerarası davalara katılmayı küçültücü bulduğu ve uluslararası cemiyetin gerçek bir üyesine yakışır bir durum olarak görmediği izlenimini de yarattı.
Dahası, bu ifadeler, Cumhurbaşkanı Sarkisyan ve yönetimine uzlaşma konusundaki apaçık yetersizliklerinin yüküyle gelecek nesillerin nezdinde muazzam bir tarihsel sorumluluk kattı. Yüksek rütbeli kamu görevlilerinin taleplerin varlığını kendi taraflarınca reddetme ya da diğer devletlerin haklarını tanıma türünden ifadelerinin, sonrasındaki dava başvurularında uluslararası mahkemeler tarafından ikinci grubun lehinde yorumlanması gibi sayısız örnek vardır.
Eritre/Etiyopya Sınır Komisyonu tarafından, Daimi Hakemlik Mahkemesi[3] himayesinde Eritre Devleti ve Federal Demokratik Etiyopya Cumhuriyeti arasındaki sınırın belirlenmesi, Uluslararası Adalet Divanı kararıyla Preah Vihear Tapınağı[4] çevresindeki arazinin Kamboçya’ya verilmesi ve Kamerun ile Nijerya arasındaki[5] kara ve deniz sınırlarının belirlenmesi kararları buna örnek gösterilebilir. Evvelce yapılan bir işin veya verilen bir ifadenin sonradan ileri sürülen bir iddiayı savunmaya engel olması prensibinin uluslararası bir mahkemece güçlü bir şekilde tanımlanması, "kendi tutarsızlığından menfaat"[6] durumunu engeller. Ve Ermenistan Cumhuriyeti tutarsızlaştırılır.
Bunlar uluslararası hukukun esaslarıdır. Elbette Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan ya da diğer devlet başkanlarından uluslararası hukuk düzeninin tüm inceliklerini bilmesi beklenmez, ama bu Cumhurbaşkanlığı aygıtlarının (danışmanları, konuşma yazarları, vs.) ve Dışişleri Bakanlığının konusudur. Bu etmenlerin hesaba katılmasındaki başarısızlık ve büyük etkiler yaratabilecek ifadeler, gelecek nesillerin Türkiye Cumhuriyeti’nden karşı uluslararası mahkemeler nezdinde talepte bulunmalarını engelleyerek kolayca alınamayacak tarihsel bir mesuliyetin altında bırakır. Bu konuyu bilgi eksikliği ya da profesyonel danışmanların yetersizliği sebebiyle idrak edememiş olmak, durumu hafifletmeyecektir.
Ancak, bu yeni bir şey değil, yapılan birçok hatadan sadece biri. Türkiye`nin kapalı sınırlar meselesini gündeme getirmesi ve denize erişimi bloke etme hatası, hem Türkiye’den hem de Azerbaycan’dan yöneltilen Ermeni kültürel mirasının yıkımı, Ermeni karşıtı propagandalar ve nefret söyleminden (ki bu 1969, Irksal ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi`nin bariz ihlâlidir) şikâyetçi olmama hatası, Azerbaycan tarafından çok kereler uygulanan ateşkes ihlallerine karşı harekete geçmeme hatası ve davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde kaybı, Ermenistan Cumhuriyeti’nin Dağlık-Karabağ[7] üzerindeki yargı yetkisinin tanınması ve böylece diğerinin kendi kaderini tayin çabaları ve devlet olma talepleri mevcut Ermeni yönetiminin uluslararası "başarılarından" bazılarıdır.
Tabii bu durum, ülke yönetimin uluslararası hukuka bağlı herhangi bir gündemi olup olmadığı sorusunu akla getiriyor. Burada daha önemli bir nokta var, dünyadaki tüm Ermenilerin Ermenistan Cumhuriyeti`ne Ermeni Soykırımı davasını temsil hakkını vermek için güvenmesi ya da farklı bir yol seçip Ermeni Soykırımının yüzüncü yılına adanmış konferans ve konserler düzenlemek ile soykırım kelimesi için siyasi müzakerelerde bulunmak yerine, tarihsel adalet için Türk mahkemeleri ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne mülkiyet ve bilgi hakkına dair başvurmak gibi yasal eylemlerde bulunmak için yollar aramasının gerekip gerekmediğidir. Zaman uçup gidiyor ve eğer bu şansı kaçırırsak eylemsizliğin yükü hepimizin omuzlarında olacaktır.
Repairfuture