Hrant’ın, kayıp Ermeni yetimin peşinde - Gündem
01 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Սահմի / Օր : Արեգ / Ժամ : Թաղանթեալ

Gündem :

06 Eylül 2015  

Hrant’ın, kayıp Ermeni yetimin peşinde -

Hrant’ın, kayıp Ermeni yetimin peşinde Hrant’ın, kayıp Ermeni yetimin peşinde

Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Hatun Sebilciyan adlı yetim bir Ermeni kızı olabileceği iddiaları 2004 yılında Agos gazetesinde Hrant Dink’in imzasıyla yer almış, söz konusu haber Dink’in 19 Ocak 2007’de öldürülüşüne kadar süren hedef gösterme harekatının başlangıcı olmuştu. Gazeteci Alev Er bu sırrın peşine düşerek kayda geçtiği çarpıcı ayrıntılarla Türkiye’nin yakın dönem tarihine de ışık tutuyor.

“1919 yılının 19 Mayısında Samsun’a çıktım...”

Hikâye yine böyle, “Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in kuruluşu tarihi”ni yeniden kurgulayan, önce yazılmışları can havliyle düzelttirip sonra yazılacaklara ayar veren Nutuk’un bu başlangıç cümlesiyle başlayabilirdi. Ama cümleyi Mustafa Kemal değil, Bandırma gemisindeki ikinci adam olan Miralay Refet Bey (Bele) kurmuş olur ve şöyle devam edebilirdi:

“Size bu vesileyle Mustafa Kemal Paşa’yı anlatacağım. Çünkü yola onunla, hatta onun önderliğinde çıktık. Çok eski tanışırız. Ben ondan üç yıl önce subay çıkmış olsam da aynı yaştayız, aynı yerlerde bulunduk; Selanik’te, Hareket Ordusu’nda beraberdik. Birinci Dünya Savaşı’na girilirken ikimiz de tümen komutanıydık. Ama ben kaçabilmenin bile başarı sayıldığı Kanal Cephesi’nde, o ise düşmanın durdurulabildiği Çanakkale’de görevlendirildi ve hiyerarşi tersine döndü. Savaşın üçüncü yılında ben hâlâ tümen komutanıyken, o 2. ve sonra da 7. orduların başındaydı. Derken Veliaht Vahdeddin’in fahri yaveri oldu ve son yıl, ben Suriye’de onun emrinde kolordu komutanıydım. Nablus’tan, Halep’ten birlikte çekildik; o Yıldırım Orduları Komutanlığı’na yürürken ben daha ordu komutanı bile olamamıştım.

“Mondros Mütarekesi imzalanınca jandarma genel komutanlığını üstlendim ve önce ben geldim İstanbul’a; sonra da artık ordusuz bir komutan olan Mustafa Kemal. Ama ben yine de, bir şey yapılacaksa bunu onun yapacağından emindim.

“Nitekim İngilizler özellikle Doğu Karadeniz’deki karışıklıklardan yakınıp Anadolu’ya birini göndersin diye padişaha baskı yaptığında, bu biri kim olabilir, maiyeti kimler olur, diye biz de aramızda konuşuyorduk ve 1919’un mart ayında bir gün şöyle bir şey oldu: Erenköy’de bir köşkte komutan arkadaşlarla toplanacaktık; ben biraz geç kalmıştım, vardığımda sadrazama ve padişaha Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın (Killigil) adını başa yazdıkları bir liste sunmaya karar verdiklerini söylediler. Müdahale ettim ve Nuri Paşa’yı sildirip listenin başına Mustafa Kemal’in adını ben yazdırdım.

“İşler hızlı yürüdü. Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’le, Sadrazam Damat Ferid Paşa ile görüşüldü, İngilizlerden izin alındı ve Bandırma gemisiyle yola çıktık…

“Ama maalesef bir eksikle… 9. Ordu Müfettişi unvanıyla Anadolu’ya atanan Mustafa Kemal Paşa yerine, onun 3. Kolordu Komutanı olan ben çıktım Samsun’a. Çünkü İtilaf Yüksek komiserleri, Ermeni yetim sakladığı gerekçesiyle Mustafa Kemal Paşa’yı tutukladı…”

Yukarıda o söylemiş gibi anlatılanların tümü doğru. Son paragraf hariç…

“Tümü doğru” çünkü Refet Bele, Mustafa Kemal’e çok ama çok küskündü sonraki yıllarda; öldüğünde bile Mustafa Kemal’den uzak durmayı isteyecek kadar küskün. Nitekim bugün İstanbul’da Zincirlikuyu mezarlığında yatıyor, Anıtkabir’deki “Mustafa Kemal’in silah arkadaşları” kabristanında Refet Bele’ye ayrılan yer ise boş bir mezar ve taşından ibaret.

Dolayısıyla, nefret ve hayranlık duygularının iç içe olduğu bir “Mustafa Kemal portresi”nin Refet Bele’nin zihnini hiç terk etmediğinden eminim. Ama bunu nerede, ne kadar açık biçimde dile getirdi, bunu bilmiyorum. Çünkü “Rıza Nur Hatıratı” muamelesi görmesi muhtemel anılarını kendine sakladı, hiçbir yerde yayımlamadı. “Bu milletin zaten her şeyi yıkılmış. Bir İstiklal Harbi ayakta. Hatıralarımı yazıp onu da ben mi yıkayım” diyerek (Münevver Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, sayfa 9)…

“Son paragraf hariç” çünkü böyle bir tutuklama olmadı. Ama Mustafa Kemal tam da bu nedenle suçlandı; “Halep’ten Ermeni yetim getirdi, evinde saklıyor…”

Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra, Ermeni Patrikhanesi 1915 tehcir ve soykırımında hayatta kalıp kaçırılan ya da kaçırıldığı için hayatta kalabilen Ermeni çocuklarının bulunması, kaçıranların, evinde yetim saklayanların bildirilmesi için İtilaf yüksek komiserliklerine, Osmanlı yönetimine başvurdu. Osmanlı hükümeti de yetimlerin bir an önce teslim edilmesi için çağrı yaptı, aksine hareket edenlerin tehcir ve katliam suçlusu muamelesi görüp cezalandırılacağını duyurdu.

Ermeni Patrikhanesi Aralık 1918’de kayıp Ermeni yetimlerle ilgili 5000 kişilik bir liste açıkladı, ama aslında gerçek sayı bunun çok üstündeydi. Müslüman yetimhanelerine alınarak isimleri değiştirilip ailelerinin izi silinen, “ana babasının mal varlığı da bu sayede senin olacak” vaadi ve her çocuk için ayda 50 kuruş ödeme teşvikiyle Müslüman ailelerce “evlatlık alınan” Ermeni yetim sayısı on binlerle ifade ediliyordu. Öyle ki, yine Münevver Ayaşlı, kolej öğrencisi olduğu 1915’lerin Beyrut ve Halep’ini anlattığı Geniş Ufuklar ve Yabancı İklimler’de Ermeni yetim barındırmanın bir tür statü haline geldiğini, ailenin itibarının evdeki Ermeni yetim sayısıyla ölçüldüğünü anlatır…

Patrikhaneye gelen ihbarlardan biri, son karargâhı Halep olan ve 13 Kasım 1918’de İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa ile ilgiliydi. Mustafa Kemal İstanbul’da ilk 15-20 gün Pera Palas otelinde, ardından Selma ve Salih Fansa’nın Beyoğlu Hava Sokak (bugün Fuat Uzkınay Sokak) 5 numaradaki Franko Paşa Konağı’nda kalmış, Aralık 1918 başında da Şişli’de Madam Hovsepyan’ın evini (bugün Atatürk Müzesi) kiralamıştı.

İlk, dolayısıyla en beklenmedik baskın bu eve yapıldı; Aralık 1918 başlarında Ermeni tercüman eşliğinde gelen bir İtalyan müfrezesi “Halep’ten getirilip saklanan Ermeni yetim” için evi aramak istedi. Mustafa Kemal aramayı engellemek için yakındaki Surenyan Apartmanı’na, Erkân-ı Harbiye İkinci Reisi Diyarbakırlı Kâzım Paşa’nın (İnanç) evine koştu. Çünkü çevredeki tek telefon, askeri bürokrasideki görevi dolayısıyla Kâzım Paşa’nın evindeydi. Mustafa Kemal oradan İtalyan komutanını (bu komutan Şişli’deki evin karşısındaki Edhem Paşa Konağı’nı karargâh edinen Albay Roletto olmalı) arayıp kendisini tanıttı ve müfrezesini geri çekmesini rica etti. Rica sonuç verdi; o arama yapılamadığı gibi, arama ve arama girişimleri devam etse de, “Mustafa Kemal Halep’ten getirdiği Ermeni yetimi evinde saklıyor” ihbarını doğrulayacak ve onu Samsun yerine Malta’ya sürgüne götürecek bir delil elde edilemedi.

Ama bu ihbar uluslararası belgelere geçti; İtalyan Yüksek Komiseri Kont Sforza 17 Aralık 1918’de Roma’ya gönderdiği ve “Mustafa Kemal’le bir arkadaşını (Fethi Okyar) kazanmakta olduğunu” ileri sürdüğü raporda, evinin “Ermeni yetim saklıyor” gerekçesiyle aranmasını önledikleri için Mustafa Kemal’in kendilerine teşekkür ettiğini yazdı.

Bu aktardıklarımın tümü kitapçı, kütüphane raflarında durup duran ve çoğunu okuduğumuz kitaplarda; İsmet İnönü’nün Sabahattin Selek’e anlattıklarında, Şevket Süreyya Aydemir’in bir dönemin en popüler Mustafa Kemal biyografisi Tek Adam’da, Şişli aramasına bizzat şahit olduğunu anlatan Rauf Orbay’ın Cehennem Değirmeni başlıklı anılarında, İtalyan tarihçi Fabio Grassi’nin Atatürk, Türk-İtalyan İlişkilerinde Az Bilinenler ve Türk-İtalyan Sorunu 1919/1923 Kamuoyu ve Dış Politika adlı kitaplarında, Hamit Kaya’nın kitap da olan akademik tezinde yer alan bilgiler.

Bir bölümünü Mustafa Kemal 1926’da Falih Rıfkı’ya (Atay) ve Mahmut Siirt’e (Siirt mebusu gazeteci Mahmut Soydan) bizzat kendisi anlatmıştır. Çoğumuz Mütareke döneminde İtilaf askerlerinin Mustafa Kemal’in evini aramak istediğini, onun izin vermediğini hatırlarız mesela, ama arama nedenini bilmeyiz, çünkü bundan söz etmemiştir. Bu eksiği öteki anılar tamamlar…

Yaklaşık iki yıl önce, benim ve birçok kişinin önünden geçip giden işte bu anı parçacıklarıyla çıktım yola; “Sabiha Gökçen’in Ermeniliği”nin izini sürmek için.

Epey yol aldım sanıyorum. On yaş genç olsam menzile ulaşıncaya kadar sabreder, sonra toptan, bir defada konuşurdum belki. Ama yola geç çıktım, zaman daraldı; ararken bulduklarımı artık heybeden tek tek çıkarmak istiyorum. İlk çıkan, bu…

Hatun-Sabiha’yı ararken Abdürrahim’i bulmak

17 Temmuz 1915. Talat Paşa’nın başlattığı Ermeni Tehciri’nde sıra Antep’te. Cibin köylü Sebilciyan ailesi yaklaşık 1500 kişilik kafileyle Halep’e doğru yola çıkar. İlk durak Antep’e vardıklarında anne Maryam, “Dört çocukla yola dayanamazsın, kızları burada bırak” uyarısıyla altı yaşındaki Diruhi ile iki yaşındaki Hatun’u Amerikan Merkezi Türkiye Koleji Yetimhanesi’ne teslim eder. Cibin kilisesi papazı Der Nerses Babayan’ın öncülüğünde, Suriye’nin güneyine doğru devam ederler. Gittikleri pek çok yerden sürülürler, ama şanslıdırlar; çünkü kafilenin önemli bir bölümü hayatta kalmayı başarır.

Nerses Babayan, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra, kalan Ermeni aileleriyle geri döner. Sebilciyan ailesi de dönenlerdendir ve Maryam Sebilciyan kızlarını almak için Amerikan Yetimhanesi’ne gittiğinde şoka uğrar: Yetimhane yetkilileri küçük Hatun’un kaçırıldığını, her yere, İstanbul’daki patrikhaneye bile başvurdukları halde sonuç alamadıklarını, nihayet kızcağızın Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olduğunu öğrendiklerini söyler. Kemal Paşa kuvvetleri, depo alay karargâhı yaptıkları Merkezi Türkiye Koleji’ni İngilizler gelmeden terk etmiştir…

Antep Ermenileri Fransızlarla yapılan ve Antep’i Ankara Hükümeti’ne terk eden Aralık 1921 Antlaşması’ndan sonra yeniden Suriye yolunu tutar. Küçük Hatun’un ortadan kaybolmasıyla bir ferdi eksilen Sebilciyan ailesi Halep’e, bugün adı Eşrefiye olan Davudiye mahallesine yerleşir. Baba Nerses beş yıl sonra ölür; anne Maryam, tehcirdeki kafile yoldaşı üç çocuklu Kara Karayan’la ikinci evliliğini yapar, bir oğlu olur. Ve Hatun’un adını sayıklaya sayıklaya, 1947’de hayata gözlerini yumar.

Antep’teki yetimhanede bulduğu kızı Diruhi ise 1946’da Sahak Der Gazaryan’la evlenip Ermenistan’a göçer. Aynı yıl doğan ilk kızına Hripsime, 1948 doğumlu olana ise kardeşinin adını verir. İki de erkek çocuğu olur.

Anne Maryam’ın Halep’teki yeğeni Abraham Garabedyan, 1955’te, araya sora izini bulduğu Hatun’la temas kurar, gelir Türkiye’de bulur, görüşür, birlikte fotoğraf bile çektirir. Hatun ona yüklü bir para verir; parayla ve “sır”rıyla Halep’e dönen Abraham iki biçerdöver satın alıp çiftçiliğe başlar. Ama sır kısa süre sonra açığa çıkar: Abraham’ın gelip bulduğu kuzeni Hatun, Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’dir.

Biz bunları 50 yıl sonra, kaçak işçi olarak geldiği Türkiye’de hastabakıcılık yapan Diruhi’nin kızı Hıripsime’nin “Sabiha Gökçen teyzemdi, adı da Hatun Sebilciyan’dı” açıklamasıyla, açıklamanın 6 Şubat 2004’te Agos gazetesinde Hrant Dink ve Diran Lokmagözyan imzasıyla yayımlanan ve Hürriyet gazetesinde tekrarlanan bir habere dönüşmesiyle öğrendik ama ailenin Halep, Beyrut, Erivan, Los Angeles ve Fresno’da yaşayan pek çok ferdi hikâyeyi çok uzun süredir yakından biliyor.

Maryam’ın kızkardeşi Tşkuyn’un Los Angeles’te yaşayan ve Gazaryanlara hâlâ düzenli olarak para gönderen torunları Vartan ve Hagop Ayntablıyan meselâ.

Yola böyle çıktım: “Sabiha Gökçen Ermeni miydi?” sorusunun cevabını tanıklığın ötesine taşımanın derdindeydim.

Rica etmiştim, gazeteci Aris Nalcı 1972’de Lübnan’da Ermenice yayımlanan “Dağ ve Alınyazısı”nda (Ler Yev Çagadagir) olayı ilk anlatan Simon Simonyan’ın yazdıklarını Türkçe’ye çevirmiş, hikâyeyi kendisi de kaleme alan Ayşe Hür aracılığıyla tanıdığım ve bilip öğrendiklerini bugün de aktarmaya devam eden Los Angeles’taki dostum Kevork’tan yukarıdaki ayrıntıları da öğrenmiştim, ama belge gerekiyordu.

O belge binlerce Ermeni’yi eğitip hayata ve insanlığa kazandıran Antep Merkezi Türkiye Koleji arşivinde olmalıydı ve arşivin bir kopyası Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’ndeydi.

Oradan edindiğim, çoğu okunabilir durumda yaklaşık iki bin sayfa tutan 1915-1920 belgelerini okumaya giriştim. Kolejin Boston merkezine gönderdiği yıllık raporları, 1916 sonrasında merkezle yazışmayı üstlenen ve İsviçre, Mısır, Adana’dan neredeyse haftada iki kez mektup yazıp olan biteni ayrıntısıyla aktaran William Nesbitt Chambers, Isabel Blake ve başkalarının yazdıklarını…

Bulmayı umduğum, kaçırılma olayını, bununla ilgili başvuruları içeren bir kayıt yoktu belgelerde. Hatun Sebilciyan’dan da söz edilmiyordu ama, onun Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olduğu iddiasının izinin sürülebileceği şunu buldum: Bir raporun ekinde Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu’ya bağlı 10. Depo Alayı’nın 10 Ekim 1917’de koleje el koyduğu, yetimlerin bu yüzden sağa sola gönderildiği, ordu müfettişi “Kemal Bey”in de koleji ziyaret ettiği anlatılıyordu.

Dosyayı öylece açık tutup, ağzımdaki kekre tadı unutup yola devam ettim.

Mustafa Kemal, Mütareke İstanbulu anılarında evinin İngiliz ve İtalyan askerlerince aranmak istendiğini anlatır, bunu bilirim, hepimiz biliriz. Ama hep gözümün önünde duran bir kitabı, İzmir suikastine katılmakla suçlanıncaya kadar “Kurtuluş Savaşı’nı başlatan dört kişiden biri” sayılan Rauf Orbay’ın “Cehennem Değirmeni” adlı anılarını yeniden elime aldığımda, 288. sayfada o aramanın gerekçesini de gördüm: “Mustafa Kemal Paşa Halep’ten getirdiği bir Ermeni yetimi saklamakla” suçlanmıştı. İtalyan askerleri Şişli’deki evi bu yüzden aramak istemiş, Rauf Orbay buna bizzat tanık olmuştu.

Sonra, benzer bir konuda çalışan İpek Çalışlar uyardı: “İnönü’nün anılarına da bak.”

Baktım: “ Atatürk İstanbul’da bulunduğu zaman evine İtilaf Devletlerinin polisleri girmiş ve bir defasında kaybolmuş bir Ermeni’nin o evde olduğu ithamı ile onu aramaya gelmiş olduklarını söylemişlerdir” (İnönü, Hatıralar, s. 170).

Aramanın nasıl sonuçlandığı, daha doğrusu sonuçlanmadığı bilgisi ise bir zamanlar Galata’da komşum olan İtalyan tarihçi Fabio Grassi’nin kitaplarından geldi: Mustafa Kemal ilgili İtalyan komutana telefon etmiş, aramayı durdurmuştu. Ama Aralık 1918’in 10 ya da 11’indeki bu olay, yine de, dönemin İtalyan Yüksek Komiseri Kont Sforza’nın bir hafta sonra Roma’ya yazdığı rapora girmişti. Sforza raporunda Mustafa Kemal Paşa’nın evinde Ermeni yetim aranmasına engel olduğu için kendisine teşekkür ettiğini yazmıştı.

Antep Koleji arşivinde duyduğum heyecanın benzerini yakalamıştım: “Aranan o Ermeni yetim,” ailesinin Halep’teki Mustafa Kemal’e gönderildiğini öğrendiği Hatun Sebilciyan, yani Sabiha Gökçen olabilir miydi?

Çünkü bir ay önce Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı bırakıp İstanbul’a gelen, yeni her kabine için adı geçen, Vahdeddin’in fahri yaveri parlak generalin evini aramaya cüret etmek için çok sağlam delili, “Şu ailenin çocuğunu şuradan, şu tarihte aldı götürdü” diyen güvenilir tanıkları olmalıydı gelen müfrezenin. Ve Mustafa Kemal, Mondros öncesinde kazık yiyen İtalyanların İngilizlerle sürtüşmesinden yararlanıp aramayı engellese de, bu, gazetelere haber olmuş, aramanın yapılamadığı mutlaka zabıt altına alınmış, kayda geçmiş, rapor edilmiş olmalıydı.

Dönemin Ermenice ve Osmanlıca gazetelerini çalışanlar oralarda böyle bir bilgi olmadığından emindi. Çok çalışılmamış olan, Fransızca gazetelerdi. Örneğin, Mütareke’nin başında Ermeni Patrikhanesi’nce kurulup bir buçuk yıl yayın yapan La Renaissance adlı Fransızca gazetenin bugün Türkiye’nin tek bir kütüphanesinde tek nüshası yok. Bildiğim kadarıyla özel koleksiyonlarda da.

Gazeteyi yaklaşık bir yıl arayıp ancak geçen kasımda Paris’te Nubaryan Kütüphanesi’nde, can çekişen bir mikrofilm kopyası halinde bulabildim.

Ve bir hafta sonra Fransa’dan eli boş döndüm: Kütüphanenin uzun süre yöneticiliğini yapan Raymond Kevorkian’ın dev yapıtı Ermeni Soykırımı’nın temel kaynaklarından La Renaissance’larda hâlâ değerlendirme bekleyen pek çok önemli haber ve makale var, ama bırakın evinin aranması haberini, Temmuz 1919’a kadar gazetede Mustafa Kemal’in adı bile geçmiyor; ne İstanbul’dayken, ne Samsun’da, Erzurum’da…

Mütareke döneminin en geniş kayıtlarına sahip İngiliz Dışişleri Bakanlığı (Foreign Office, FO) Arşivi’ne giriştim bir yandan da: O arşivde bugüne kadar yapılmış en kapsamlı çalışmayla, emekli büyükelçi Bilal Şimşir’in yaklaşık iki bin sayfa tutan dört ciltlik İngiliz Belgelerinde Atatürk’ü ile başladım. Ama “Atatürk’ün adının geçtiği her belgeyi derlemeye çalıştığı” iddiasındaki Şimşir’in ilk “Atatürk belgesi” epey ileri tarihliydi: 28 Şubat 1919. Öncesi yoktu. Ne evinin aranmasıyla ilgili 10-11 Aralık 1918 tarihli bir belge, ne de önceki dört ay içinde İngiliz generallerle, İngiliz istihbaratı için çalışan gazetecilerle (örneğin Ward Price’la) yaptığı görüşmelerin kayıtları…

Şimşir’in (ve öteki “belge” kitabı yazarlarının) resmi tarihe uygun bir seçki yaptığı düşüncesiyle, doğrudan Londra’daki FO Arşivi’ne yöneldim. İlgili döneme ait binlerce sayfa-sayısız dosyayı internet ortamından seçtim, edindim, inceledim. İngiltere’deki iki arkadaşım da arşivde haftalarca bizzat çalıştı.

Sonuç: Mustafa Kemal’in Mondros Mütarekesi’nin ardından geldiği İstanbul’daki ilk dört ayında yaptıkları, faaliyetleri ilginç bulunmamış, “Ermeni yetim sakladığı” ihbarı dahi şüphe çekmemiş olmalıydı ki, İngiliz Dışişleri Bakanlığı arşivinde o aylara ilişkin ulaşılabilir hiçbir kayıt yoktu. Nedense dört ay sonra birden, neredeyse tüm “Kurtuluş Savaşı kadrosu”yla birlikte, İttihatçı olduğu için tasfiyesi, etkisizleştirilmesi istenmiş ama yine nedense, üç ay sonra aynı kadroyla Samsun’a çıkartma yapmasına ise aldırış edilmemişti: Arşivin suskunluğu böyle diyordu…

Sırada İtalyan arşivleri vardı.

Ama o adımı atmadan, arşiv ve belge kütüphanesinin, ilişkilerinin zenginliği rakipsiz bir tarih araştırmacısına danıştım bir gazeteci arkadaşım aracılığıyla. Mütareke döneminde evinin defalarca aranmak istendiğini, arandığını Mustafa Kemal kendisi bile yazmışken, İngiliz arşivinde neden buna ilişkin tek satır bulamıyordum?

Cevabı beklemediğim yerden verdi: “O aranan yetim” Sabiha Gökçen değildi. Çünkü bir erkek çocuğu “aranıyor”du evde. Üstelik o çocuk “yetim” de değildi.

…Ve haklı çıktı.

Haklı çıktı, çünkü cevabı doğrulayan iki yeni bilgi edindim.

Birincisi, Sebilciyanların kafile başkanı Papaz Nerses Babayan’ın henüz Türkçeye çevrilmeyen tehcir günlüğü Pages From My Diary’den. Babayan günlüğüne, Sebilciyan ailesinin de içinde olduğu kafilenin tehcirden Antep’e dönüş tarihini 21 Kasım 1919 olarak kaydetmiş. Maryam Sebilciyan da Hatun’un yetimhaneden kaçırıldığını o gün ya da ertesi gün öğrenmiş, en erken 22 kasımda ihbar etmiş olmalı. Dolayısıyla Aralık 1918’de Mustafa Kemal’in Şişli’deki evinde “aranan Ermeni yetim” Hatun Sebilciyan-Sabiha Gökçen olamaz: Hatun’un kaçırıldığı ihbar edildiğinde Mustafa Kemal İstanbul’u çoktan terk etmiş, hatta Sivas Kongresi’ni de yapmış ve Ankara yoluna çıkmak üzere.

İkincisi, dostum Kevork sayesinde varlığından haberdar olduğum, dönemin hukukçu diplomatı Madteos Ebligatyan’ın Milletimin Hayatının İçinde Bir Hayat, İştirakçı ve Gözlemcinin Şahitliğinde 1903-1923 isimli anılarından. Ebligatyan bu anılarda “Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde ile Patrik Zaven Der Yeğiayan arasında bir çekişme vardı. Zübeyde küçük bir Ermeni yetimi evlat edinmişti ve patriğe zorluk çıkartıyor, vermek istemiyordu. Bilmem ki Mustafa Kemal’in yıldızının parladığı dönemde bu mesele nasıl halloldu” diyor. Ama sözünü ettiği “Ermeni yetim” kız değil, bir erkek çocuğu.

Dahası “Ermeni” ve “yetim” de değil; adı Abdürrahim Tuncak…

Ama ya Hatun Sebilciyan? Sabiha Gökçen?

Ya da Sabiha Gökçen, gerçekten Sabiha Gökçen mi?

Sırada o var…

Ya da Antep’te ararken onu Bursa’da bulmak

Gazeteci Mustafa Ekmekçi’yi bilir, hatırlar mısınız?

Cesurdu. En yazılamaz yazıları en yazılamaz günlerde, bir yolunu bulur yazardı. Soru ve ünlem işaretleriyle altını çizdiği bilgileri dedikodu gibi aktarır; işaretleri, dedikodu dilini temizlediğinizde geriye Mustafa Ekmekçi işçiliği ve imzası taşıyan güvenilir haberler kalırdı. 12 Mart ve 12 Eylül Darbeleri sonrası yılları cezaevinde geçirenler için Ekmekçi’nin Yeni Ortam ve sonra Cumhuriyet’teki Ankara Notları pencereydi. “Öyle miymiş,” “ne bileyim” gibi kepenklerle yarı örtük birer pencere…

Bunu neden hatırlattım? Bir şey anlatacağım; başka türlü de anlatabilirdim ama ona da minnet ve selam yollayayım istedim.

12 Kasım 1996’da Başkent Üniversitesi’ndeki bir sergiyi yazar Mustafa Ekmekçi. “Atatürk’ün manevi oğlu” Abdürrahim Tuncak’ın bağışladığı 142 Atatürk fotoğrafı sergileniyordur ve eşi, kızı ve damadıyla Tuncak da oradadır. Tuncak’la bu ikinci karşılaşmasıdır; ilkinde “Atatürk’ün manevi kızı” Sabiha Gökçen de vardır, Atatürk Orman Çiftliği’nde kalabalık bir grupla yemek yemişler, Ekmekçi de onlara yakın oturmuştur.

Yazının sonlarına doğru, geçen zamana rağmen kelimesi kelimesine hatırladığı bir diyalog aktarır Ekmekçi:

“Abdürrahim Tuncak bir ara Sabiha Gökçen’e:

- Sabiha sen beni tanırsın, ben de seni iyi tanırım! demişti. Sabiha Gökçen:

- Tanımaz mıyım, çok iyi tanırım! yanıtını verdi…”

Ünlem işaretleri Ekmekçi’nin konuşmayı nasıl ilgiyle izlediğinin, söyleyecekleri olduğunun işaretidir.

Nitekim şöyle bitirir: “İleride Abdürrahim hakkında ilginç bilgiler verebileceğimi sanıyorum…”

Mustafa Ekmekçi o “ilginç bilgileri” veremedi; çünkü yaklaşık altı ay sonra, 21 Mayıs 1997’de hayatını kaybetti. Yaşasa ve yazsa bir Ankara Notları’nda şunları okuyabilirdik: “Abdürrahim Tuncak’ı biz Atatürk’ün manevi oğlu bilirdik, öz oğlu muymuş? Hem de Fikriye Hanım’dan mıymış? Yüzü, saçları, kaşları, hele sesi ne de andırıyor Ata’yı, ama ne bileyim…”

Muhtemelen böyle yazardı; nitekim bu imayı başkaları yaptı ve bunlar sonunda kitap oldu. Latife Hanım’ın küçük yeğeni Sadık Öke açıkça dillendirdi: “Bizim bildiğimiz Abdürrahim, Paşa’nın oğludur. Bir ihtimal, Fikriye Hanım’dan olma oğlu.”

Söylendi artık bunlar. Ama Abdürrahim Tuncak’ı hâlâ “manevi evlat” bilen, yok 1916’da Diyarbakır’da sokakta bulunduğunu, yok Dersim’de evlât edinildiğini sananlar, yazanlar var.

Öteki “manevi evlatlar” için de durum farklı değil. Çankaya’ya adım atar atmaz, birileri elde silgi, “manevi evlatlar”ın kişisel tarihini silmeyi, onlara yeni tarih yazmayı iş edinmiş olmalı. Ve herhalde “baba”nın emriyle.

Çoğunda sonuç başarılı. Ama silicinin yorulup silgiyi gevşettiği, alttaki gerçek tarihin yer yer açığa çıktığı savruk çalışmalar da var. Geç “evlat” edinilip önce diplomat Tahsin Raşit (Bayyurt), sonra Çankaya özel doktoru Ömer İrdelp’in yeğeni Mühendis Sabahattin’le evlendirilen Nebile’nin durumu çoktan seçmeli sınav sorusu gibi meselâ: a) Ankara Öğretmen Okulu’ndan alındı, b) Üç kız arkadaşıyla Çapa Öğretmen Okulu’ndan geldi; ötekiler gitti, o kaldı, c) Beylerbeyi Tekkesi şeyhinin kızı, İzmit Valisi’nin yeğeniydi, d) Darülfünun Müderrisi Mehmed Nesib Sayıt’ın kızıydı, e) Hiçbiri: Nereden geldiğini bilen yok, Köşk’e gizlice girmiş, yakalanınca Paşa’ya âşık olduğunu itiraf etmiş.

Evlatlıklar arasında nesebi en kuşkulu olanlar ise, haklarında en çok yazılıp çizilen Zehra Aylin ve Sabiha Gökçen. İkisini de çok dramatik “ölüm”lerle hatırlarız. Zehra Aylin’i Fransız gazetelerinde bile Kemalist Türkiye gazetelerinden daha geniş haber olan intiharıyla; Sabiha Gökçen’i ise önce bombardıman pilotu olarak katılıp “imha performansıyla” övündüğü Dersim Katliamı, sonra da “Ermeniliği”ni dile getirdiği için hedefe konan Hrant Dink’in katliyle…

Zehra Aylin, Çankaya sofrasına katılanların ve bizzat “evlatlar”ın anılarına göre “manevi kızlar”ın ilkidir; Çankaya’ya Cumhuriyet’ten önce, öteki kızlarsa sonra gelmiştir. Diğerleri görece uzun yaşayıp kişisel tarihlerini yıllar içinde geliştirme ve daha inandırıcı kılma imkânı bulurken, Zehra şanssızdır. 1935’te Fransa’da trenden atlayıp hayatına son verdiğinde sadece 22-23 yaşındadır. Bu yüzden künyesi büyük ölçüde, ölümünün ardından oluşturulmuş olmalı.

“Babası Mehmet 1916’da ölünce, dört yaşındaki Zehra Amasya Yetimhanesi’ne verildi. Mustafa Kemal 24 Eylül 1924’te eşi Latife Hanım’la yaptığı Amasya ziyaretinde onu orada gördü ve evlat edindi” der bu künye. Ama “Zehra Cumhuriyet’ten önce gelmişti” benzeri başka birçok bilgiyle de çelişir.

Amasya Valiliği resmi sitesine ve Mehmet Korkud Aydın’ın “Atatürk’ün Amasya gezileri” araştırmasına göre, Mustafa Kemal ve eşi Amasya’ya, evet, 24 Eylül 1924’te gelirler; ama akşam 19.30’da. Belediyede ağırlanır, yemek yer, gece de belediyede kalırlar. Yemekteki saz heyetine Giriftzen Asım Bey’in şeflik ettiği bile geniş geniş anlatılır da kaynaklarda, yetimhane ziyaretinden tek satır yoktur. Yoktur, çünkü Mustafa Kemal ve eşi ertesi sabah saat 10.00’da belediye kapısında arabaya binip doğruca Tokat’a hareket etmiştir. Erzurum’a, deprem yıkımına yetişeceklerdir.

Dahası, ünlü Kutsal İsyan ve Kutsal Barış’ların yazarı Hasan İzzettin Dinamo’nun kendi hayat hikâyesinin ikinci cildini, Öksüz Musa’yı elimize alalım burada; bunu öğütleyen Nazan Maksudyan’a merhaba demeyi unutmadan.

Öksüz Musa, ağırlıkla Dinamo ve kızkardeşleri, Adviye ile Asile’nin yetimhane yıllarının hikâyesidir. 1915 Tehciri sonrasında Samsun’dadırlar, Mütareke’den sonra İstanbul’a gönderilirler; Adviye ve Asile Validebağ, o Beykoz Yetimhanesi’ne. Çok sayıda Ermeni ya da Ermeni olduğu iddia edilen yetim anlatır Dinamo anılarında; Ermeni papazlar sık sık listelerle gelip bazı çocukları götürüyordur. 87. sayfada hikâyeye bir kız girer; Zehra. Bir Validebağ ziyaretinde kardeşlerinin yanında gördüğü sarışın, çok güzel bir kızdır, uzun uzun konuşurlar; yakın bir şehir (muhtemelen Amasya) yetimhanesinden Samsun’a, oradan da kardeşleriyle birlikte İstanbul’a getirilmiştir.

Adviye’nin bir mektubunun aktarıldığı 182. sayfada Zehra’yı daha iyi tanırız: Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Dinamo yanlışlıkla Maarif Vekili diyor) Rıza Nur’un Validebağ’a geldiğini, Mustafa Kemal’ce yetiştirilecek evlatlık kız ararken kendisini seçtiğini, Çankaya’ya götürmek için çok zorladığını, direnince de kendisi yerine Zehra’yı alıp gittiğini anlatmıştır Adviye mektubunda.

Bunun ne zaman vuku bulmuş olabileceğini de Rıza Nur’un yasaklı Hayat ve Hatıratım’ının üçüncü cildinin son sayfalarında okuruz: Lozan kahramanı Hariciye Vekili İsmet İnönü artık başvekilliğe göz dikmiştir ve Rıza Nur’un da üyesi olduğu Fethi Okyar hükümetini istifaya zorlamaktadır. Nitekim sorumlu olduğu yetimhanelerde binlerce yetimin ölümü gerekçe gösterilerek Rıza Nur hakkında gensoru verilir. Meclis gensoruyu reddeder ama Rıza Nur’u da yetimhaneleri teftiş edip rapor hazırlamaya mecbur eder. O da Cumhuriyet’in ilanına sayılı günler kala, Okyar hükümetinin istifasından hemen önce İstanbul’a teftişe gelir.

Sonrasını yazmaz Rıza Nur. Mustafa Kemal’i “mektepten kız kaldırtmakla” suçlayan birinin “Gözüne girmek için o kızlardan birini de ben götürdüm” demesini de bekleyemeyiz.

Sabiha Gökçen’e gelince... Onun durumu ötekilerden farklıdır; kişisel öyküsü hoyratça silindiği gibi, üstüne katman katman yeni öyküler yazılır. Bunu da her söyleşisinde önce kendisi yapar. Dolayısıyla, önce kim olmadığını bulmak için o katmanları kaldırmak gerekir…

1913’te Bursa’da doğduğunu, II. Abdülhamid’in Edirne’den Bursa’ya sürdüğü Defterdar Hacı Mustafa İzzet Efendi’nin kızı olduğunu söyler Gökçen. “Defterdar” kimi yerde “vilayet başkâtibi” gibi muğlak bir unvana dönüşür. “Mektupçu” mu kastedilmektedir, vilayet tahrirat başkâtibi mi, meclis-i umumi başkâtibi mi, belli değildir. Buradan başlayalım.

O dönemde yüksek rütbeli memurların adlarının yer aldığı, bu memuriyetlere yeni atananların belirtildiği yıllıklar var: Vilayet ve devlet salnameleri. Bursa, Hüdavendigâr vilayetinin merkeziydi ve son Hüdavendigar salnamesi, 1907 tarihli: Onu unutalım, listelediği isimler 1912-13’te hâlâ görevde olmayabilir çünkü. Ama 1913 doğumlu Sabiha Gökçen’in “babası” yüksek bir memursa eğer, adının o tarihe denk gelen 1328 devlet salnamesinde yer alması gerekir.

1328 salnamesinin “Hüdavendigar” maddesinde rütbeli yöneticiler şöyle sıralanır:

Vali: Daniş Bey. Vali Naibi: Ahmed Tevfik Bey. Defterdar: Muhittin Bey. Tahrirat Müdürü: Rauf Bey. Tahrirat Kalem-i Mümeyyizi: Ahmed Münir. Meclis-i Umumi Başkâtibi: Hasan Sami. Düyun-u Umumiye Müdürü: Ali Rıza.

Yani Hacı Mustafa İzzet Efendi adlı ne bir defterdar var o tarihte Bursa’da, ne de “başkâtip.”

Üstelik, Bursa yerel tarihinin en yetkin uzmanı Raif Kaplanoğlu daha ilginç bir noktaya dikkat çekiyor: “Baba vilayet başkâtibi, mektupçu ya da defterdar olacak, ama Mustafa Kemal’le karşılaştığını söylediği mahallede oturacaklar; mümkün değil. Tarif ettiği, Kırım Savaşı ve Balkan yenilgisi sonrası göçen yoksul Tatarlarla Boşnakların mahallesi: Defterdar benzeri bir vilayet memurunun ailesi, baba ölmüş de olsa, asla orada oturmazdı…”

Bence “oturamazdı” da. Çünkü Sabiha Gökçen’in tarif ettiği mahalle, Molla Arap, Gökçen’in doğduğu tarihte daha da “ikinci sınıf insanlar”ın semtiydi; az aşağıdaki Setbaşı gibi, Ermeni mahallesiydi orası. Değil defterdar, vali konağının Müslüman kapıcısı bile orada oturamaz, otursa kapıcı olamazdı…

Öyleyse baba, “o baba değil.” Zaten eski Maliye Bakanı Vural Arıkan’ın eşi Nevin Hanım da öyle diyor: “Hacı Mustafa İzzet kimdir, bilmem; ama Sabiha Gökçen’le yakın akrabayız. Babam Ali Doğançay’la kardeş torunuydular.”

Ama galiba bunu da Nevin Arıkan’dan başka bilen yok. Çünkü babası Ali Doğançay’ın 13 Kasım l950, kızkardeşi Cahide Doğançay’ın 27 Eylül 1969 tarihli, yani Sabiha Gökçen’in henüz hayatta ve her yerde şeref konuğu olduğu günlerdeki ölüm ilanlarını okudum; Gökçen adı yok o ilanlarda. Neden? Atatürk’ün madalyalı savaş pilotu kızının adını vefat ilanına yazmak, Atatürk’e damat da vermiş Doğançayların itibarını zedeler diye mi? Sanmam. “Ölünün arkasından yalan söylememek” gibi daha basit bir nedeni olmalı.

Dahası, oraya gittim ben; Sabiha Gökçen’in “Evimiz Hünkâr Köşkü’ne komşuydu, çiti atlayıp girdim, Atatürk’le öyle tanıştım” dediği yere. Hünkâr Köşkü, Padişah Abdülmecid’in Uludağ’ın ıssız eteklerine yaptırdığı av köşkü. Kafa dinlemeye geleceği köşkü şehir içine yaptıracak değil ya, elbette ıssız olacak. Tuhaf olan şu; orası hâlâ ıssız. 1920’lerde Sabihalara “komşu” olmak bir yana, yüz metre yakınında bugün bile ev yok. Epey aşağılarda bir yere “Sabiha Gökçen Sokağı” tabelası konmuş ama, “Evi hangisiydi” deyince herkes başka ev gösteriyor.

Şimdi de son katmanı kaldıralım. Sabiha Gökçen anılarında ve her yerde Mustafa Kemal’le bu Hünkâr Köşkü’nde 1925 yılında karşılaştığını söyler, yazar. Oysa Mustafa Kemal o yıl o köşkte kalmaz; 1924’te, hatta 1923’te de. 1923 gezisinden önce Çekirge’de, bugün Çelik Palas otelinin yanındaki köşk satın alınıp Paşa’ya hediye edilir, o da gezilerinde artık hep, bugün “Atatürk Köşk Müzesi” olan kendi köşküne iner. Hünkâr Köşkü’ne ise görüşme ve kabuller için gider. Bu, çoğu Bursa tarihçisinin üstünde birleştiği bir bilgi; Büyükşehir Belediyesi’nin resmi sitesi de böyle diyor.

Mustafa Kemal’in Hünkâr Köşkü misafirliği ise daha önce, 16 Ekim 1922’de. Mudanya Mütarekesi sonrası Refet Paşa’yı İstanbul’a uğurlamaya geldiğinde. Sabiha Gökçen onu ancak o gezide o kadar yakından görmüş olabilir.

O gezinin 10. günü 500 kadar İstanbullu öğretmen Mustafa Kemal’i görmeye gelir. Paşa 27 ekimde uzun bir söylev verip isteklerini sorar. Bursalı öğretmenlerin de katıldığı “Okul isteriz” cevabı üzerine de hemen o gün yakındaki okulları dolaşır, inceler.

En yakın okul, Hünkâr Köşkü’nün “kapı komşusu” denebilecek Bağdasaryan Ermeni Yetimhanesi’dir.

Agos





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+