30 Haziran 2015
Gazeteci yazar Kerem Çalışkan’ın “Alman Cihadı ve Ermeni Sürgünü” adlı kitabı, kimi araştırmacıların “soykırım” kimilerinin “tehcir” olarak tanımladığı 1915 olaylarının yüzüncü yılında tarihimize ışık tutmayı hedefliyor.Kitabın şoven bir etnik milliyetçilik duygusuyla ya da Türk-Ermeni dostluğunu incitici bir üslupla yazılmadığını, yapıcı eleştiriler içerdiğini gözlemliyoruz. Kitabı “insani anlayışla ve barış özlemiyle” yazmış olduğunun altını çizen yazar, kitabının sonunda şu açıklamayı yapma zarureti duyuyor[1]: “100 yıl sonra tüm bölgede, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da yaşayan tüm halkların, öncelikle Türklerin ve Ermenilerin kalıcı barışı ve dostluğu yeniden inşa etmesi, geçmişte yaşananların doğru, eksiksiz ve komplekssiz olarak anlaşılmasına ve kabul edilmesine bağlıdır.”
İlk baskısı 2015 yılının Nisan ayında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan çalışma, yalnızca 1915 konjonktürünü değil, öncesini de ele alıyor. Akıcı bir üslupla kaleme alınmış olan kitapta, son Alman imparatoru Kayzer II. Wilhelm ve üst düzey Alman askerlerin hem 1876-1909 tarihleri arasında hüküm süren Sultan II. Abdülhamid ile hem de 27 Nisan 1909 tarihinde sultanı tahttan indiren İttihatçı paşalar ile kurdukları stratejik ilişkiler mercek altına alınıyor.
Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alaylarının kurulması sürecinde II. Abdülhamid’e, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine zemin hazırlayan 31 Mart Vakasının bastırılması sürecinde ise İttihatçılara akıl veren; Osmanlı ordusuna Alman silahlarının satılmasına aracılık eden Prusyalı subay Goltz Paşa’nın devleti yöneten kadroya “Silahlı Halk” (das Volk in Waffen) adlı kitabındaki fikirleri aşıladığına yer veriliyor. Total savaş, sivil-kadın-çocuk-yaşlı demeden düşman görülen halkın topluca bir bölgeden uzaklaştırılması (deportation) gibi fikirleri savunan bu kitabın o dönemde Türk kurmay çevreleri tarafından ilgiyle okunduğundan söz ediliyor. Almanlara itaat eden Türk askerlerin orduda çok kısa sürede yükseldiği, diğerlerinin pasifize edildiği, Osmanlı Genelkurmay Başkanının bir Türk değil, Bronsart von Schellendorf adlı bir Alman asker olduğu bilgisi veriliyor. Bu yönüyle kitap, “hasta adam” lakabı takılan Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu çaresizliği acı bir şekilde yansıtıyor.
Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i ordudan uzaklaştırma isteği
Öte yandan, Almanların Osmanlı’yı sömürgeleştirme planlarına itiraz eden askerlerin de var olduğu gerçeği de göz ardı edilmiyor. Yazar, 20 Eylül 1917’de Filistin Cephesinden Enver ve Talat Paşa’ları General Falkenhayn’ın niyetleri konusunda uyarmak için bir rapor yollayan 7. Ordu Komutanı Mirliva Mustafa Kemal’in raporunun tam metnini okurlarıyla paylaşıyor. Memleketin Alman sömürgesi hâline gelme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu anlatan Mustafa Kemal’in uyarılarının hiç dikkate alınmadığını, hatta Enver Paşa’nın General Falkenhayn’a Mustafa Kemal’in raporunu ihbar ettiğini, Mustafa Kemal’i ordudan uzaklaştırmaya teşebbüs ettiğini, Talat Paşa’nın buna engel olduğunu belirtiyor.
“Doğuya Hücum” ve “Seçici Cihat”
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Alman ve Osmanlı devlet yönetiminde siyasetçilerden ziyade askerlerin söz sahibi olduğunun hatırlatıldığı kitapta, Alman askerlerin Almanya’ya yeni sömürgeler kazandırmak ve “Drang nach Osten” (Doğuya hücum) politikasını uygulamak istediği; İttihatçı subayların ise, güçlü Alman devletinin yardımı sayesinde Osmanlı Devletinin parçalanmasının engellenebileceğine inandıkları belirtiliyor. İki devlet arasında kurulan ilişkinin eşit bir ilişki olmadığı, Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni potansiyel sömürge gibi gördüğü anlatılıyor.
Almanya’nın amacının İngiliz, Fransız ve Rus sömürgelerindeki Müslüman halkları (bilhassa İngiliz sömürgesi Hindistan’dakileri) “Seçici cihat[2]” yoluyla ayaklandırarak, Bağdat Demiryolu aracılığıyla doğuya egemen olmak olduğunun, bu hedef doğrultusunda Sultan Reşat’a “cihat” çağrısı yaptırdığının altı çiziliyor.
Ermeni Sürgününde Alman Genelkurmayının Rolü
Kitapta, Birinci Dünya Savaşında (1914-1918) sürekli toprak kaybeden ve dört bir yandan saldırıya uğrayan Osmanlı Devletinin yönetici kadrosunun Alman askerlerden aldığı emirler doğrultusunda kendi vatandaşı olan Ermenilere karşı önce “tedbir” aldığı, sonra ise “tehcir” ve “kırım” olaylarının yaşandığı vurgulanıyor. Bundan dolayı, geçmişte yapılan hataların ve Ermeni Tehcirinin faturasının sadece Türkiye`ye kesilmemesi gerektiği ortaya koyuluyor.
“Önce Fransa’yı yen, sonra Rusya’ya dön” şeklindeki Schlieffen Planının başarısızlığa uğraması[3] üzerine Almanların, Osmanlı ordusunu kullanarak Rusya’yı Kafkaslardan vurmaya çalıştığı belirtiliyor. Sarıkamış faciasından sonra Rusların Van vilayetine kadar geldiği, burada bulunan kimi Ermenilerin Van’ı işgal etmeleri için Rus ordusuna yardım ettiği, bu durumun Ermeni Tehcirinin zeminini hazırladığı belirtiliyor. Osmanlı Genelkurmay Başkanı olan Bronsart Paşa’nın Ermeni halkını düşman ve “parazit” olarak nitelendirdiği iddiasına yer veriliyor. 1915’te Zeytun ve Urfa’da patlak veren Ermeni isyanlarının, Alman Topçu Subayı Kont Eberhard Wolffskeel liderliğindeki Alman topçu birlikleri tarafından kanlı bir şekilde bastırıldığı aktarılıyor. Alman askerlerin hem Ermeni Tehcirini planladıkları hem de bu süreçte aktif rol oynadıklarının altı çiziliyor.
Yazar, bugünkü Almanya’nın hâlen Ermeni tasfiyesini örtbas ettiğini, Alman devletinin sorumluluğunun kamuoyuna yansımaması için sansür uyguladığını, Bronsart Paşa’nın Türkiye anıları arşivini açmaktan kaçındığını ifade ediyor.Kitaptan çıkarabileceğimiz pek çok ders var. En dikkat çekici hususlardan biri, yazarın Türkleri ve Ermenileri suçlamadığı, ortak coğrafyayı paylaşan iki milletin arasını bozmaktan menfaat temin eden büyük güçleri eleştirdiğidir. Kitapta, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin Almanlarla, Avusturyalılarla ve Bulgarlarla; Osmanlı vatandaşı olan bazı Ermenilerin ise Osmanlı Devletini parçalamak ve aralarında paylaşmak isteyen Ruslarla, İngilizlerle ve Fransızlarla işbirliği yapmış olduğu gerçeği okuyucuya hatırlatılıyor. Büyük devletlerin Türkleri ve Ermenileri kendi menfaatleri doğrultusunda kullandıklarından, Arabistan’dan Balkanlara uzanan Osmanlı coğrafyası üzerindeki bu vahşi kapışmada kayıplar veren ve acı çeken tarafın yalnızca Ermeniler olmadığından bahsediliyor.
Son olarak, şöyle bir sonuca da dolaylı olarak varabiliriz: Türk-Ermeni dostluğunun en büyük düşmanı ırkçılıktır. Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesindeki köylerde doğmuş olan insanlara “Ermeni dölü,” “dönme”, “kripto Pakraduni” gibi ırkçılığı çağrıştıran unvanlarla seslenen şahıslardır. Hrant Dink`i katlettiren kamu görevlileri ve onların uzantılarıdır. Ermenilere ve Ermeni kökenli akrabalara sahip olduğu düşünülen Müslümanlara karşı son derece ırkçı ve hedef gösterici söylemler içeren Mehmet Baransu ve Tuncay Opçin`in yazmış olduğu[4] "Pirus" isimli kitabın arkasındaki zihniyettir. Bu zihniyetin, Türk-Ermeni dostluğuna verdikleri hasarın boyutu kolayca tamir edilemeyecek kadar büyüktür. Ancak, Ermeni tarafında da aşırı milliyetçilik hastalığından muzdarip olanların bulunduğunu unutmamak gerekiyor. "Soykırım" kelimesini kullanmayı reddeden Türkleri “soykırım inkârcısı, pazarlıkçı” olmakla suçlayan, geçmişte yaşananlardan dolayı bütün Türklere karşı intikam hissi duyan, "Tehcir" kelimesini kullananların para ve hapis cezasına çarptırılmasını savunan, Türkiye cumhurbaşkanının Erivan`daki Soykırım Anıtı önünde diz çökmesi ve Türkiye`nin Ağrı Dağı`nı Ermenistan`a vermesi gerektiğini düşünen aşırı milliyetçi bir Ermeni’nin de Kerem Çalışkan’ın kitabını okuyunca yumuşaması ve olup bitenlerden dolayı bütün bir ülkeyi sorumlu tutmaktan vazgeçmesi ne yazık ki çok zor. Görünen o ki, Türk-Ermeni dostluğu, ancak ve ancak, peşin hükümlerden sıyrılmış bir şekilde, üçüncü tarafların menfaatçi müdahaleleri olmaksızın pekiştirilebilir. Hrant Dink`in söylemiş olduğu gibi, "Ermenilerin doktoru Türkler, Türklerin doktoru Ermenilerdir."
Radikal