Resmi Tarihin Yazmadığı 1916 Ankara Yangını - Gündem
24 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Տրե / Օր : Լուսնակ / Ժամ : Կամաւօտ

Gündem :

07 Haziran 2015  

Resmi Tarihin Yazmadığı 1916 Ankara Yangını -

Resmi Tarihin Yazmadığı 1916 Ankara Yangını Resmi Tarihin Yazmadığı 1916 Ankara Yangını

Ankara`da yangın 13 Eylül 1916 günü başlamış, Refik Halit Karay`a göre iki gece/bir gün, başka kaynaklara göre üç gece/iki gün sürmüştü. 21 Eylül 1916 tarihli bir rapora göre yangında 1030 hane, 935 dükkan, iki cami, altı mescit, yedi kilise, üç hastane, iki tevkifhane, bir polis karakolu, Reji ve İTC Kulüp binaları ile şehrin yarısı yanmış, beş kişi ölmüştü.Adeta siyasi bir yangın yaşadığımız bir dönemde gerçekleşen Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden birinde oy verme işlemi sürerken, Türkiye’nin siyasi kaderinin tayin edildiği Ankara hakkında yazmak iyi bir fikir geldi bana. Umarım size de öyle gelir.Ankara’nın Milli Mücadele’nin fiili başkenti olmasında, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa kumandasındaki 20. Kolordu’nun merkezinin Ankara’da olmasının payı büyüktü. 1919 yılının Eylül ayında, Ali Fuad Paşa ile Ankara Müftüsü Rıfad (Börekçi) Efendi’nin liderliğini yaptığı Azm-i Milli Cemiyeti, İstanbul yanlısı Ankara Valisi Muhiddin Bey’i yargılanmak üzere Sivas’a göndererek, yerine Yahya Galib’i atamışlardı.

Sivas Kongresi sırasında Elazığ Valisi Ali Galib’in Sivas’ı basarak Kongre’yi dağıtmayı ve Mustafa Kemal’i İstanbul’a götürmeyi planlaması, Sivas Valisi Reşid Paşa’nın Fransız Jandarma Müfettişi Mr. Brunot’nun önerisi ile Mustafa Kemal’e kongreyi başka yerde toplamayı önermesi, Mustafa Kemal Amasya’ya doğru yola çıktığında Şeyh Receb, Ahmed Kemal ve Celal adlı üç kişinin İstanbul’a Mustafa Kemal’in aleyhine bir telgraf çekmesi gibi pek çok tatsız olay, Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelmesi için uygun zemini hazırlamıştı.


MUSTAFA KEMAL’İN ANKARA’YA GELİŞİ
Mustafa Kemal ve Sivas’ta seçilen Heyet-i Temsiliye üyeleri, Ankara’ya 27 Aralık 1919 Cumartesi günü öğleden sonra geldiler. 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi Ankara’nın yeni devletteki rolüne dair ilk ciddi ipucu idi. Gerçi, Eskişehir bozgunundan sonra Ankara tahliye edilmiş ve hükümetin önemli kadroları Kayseri’ye taşınmıştı ama Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının verdiği özgüvenle Mustafa Kemal, Kasım 1921’de Le Temps gazetesi yazarı Madame Berthe G. Gaulis’e “Siyasi başkent Anadolu’nun yüreğinde olacak. Avrupa’nın ve Asya’nın temsilcileri bizlerle burada buluşacaklar, bütün diplomatik sorunlar burada ele alınacak, iç ve dış politika burada oluşacak. Türk milletinden doğma hükümet Ankara’da çalışacak” diyecekti.


ASYALI BAŞKENT
1922’de Ankara’yı ziyaret eden İngiliz gazeteci Grace M. Ellison “Acayip ama, bir insanın bu bozkır kasabasında gözüne çarpan ‘büyük doğuş’ havası İstanbul’da yok. Türkler aynı düşüncede birleşmişler ve seçimleri için tam ve pratik sebepler ileri sürmüşler. İstanbul’da insan geçici olarak kalabilir. Fakat onlar Asyalı bir başkent istiyor. Onlar kendi ülkelerini savaş gemilerinin muhtemel saldırılarından uzak bir yerden yönetmek istiyorlar. Eylemin beşiğiyle bağlılıklarını bu yeri seçmekle sürdürebilecekler. Bundan başka bu bozkır kasabasında ilkel ve Asyalı bir çekicilik var. Böylece kendilerini Batı’nın ticaret üstüne kurulu imparatorlarının entrika ve maddeciliğinden korumuş olacaklar” derken Kemalist kadroların ruh halini büyük ölçüde yakalamış görünüyordu.

BİR ‘YANGIN YERİ’ OLARAK ANGORA
1922’de Fransız Temps gazetesinin muhabiri olarak Türkiye’ye gelen Paul Gentizon, 1929 yılında yayımlanan Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu adlı eserinde o günlerin Ankara’sını şöyle anlatır: “Angora, Kemalistler 1920’de oraya yerleştiklerinde, hatta daha sonraları, 1923’de (…) ilk kez gördüğümde (…) ağır ağır can çekişerek ölmeye mahkum olmuş gibiydi. Eski semtlerde, Türk kentlerinin o bilinen hoş, çekici havasından eser bile yoktu. (…) Zeminin korkunç engebeleriyle birleşen nemli sokakçıklar, ayakta duramayan viran evler, delik deşik olmuş kulubeler, boş arsalar, yıkık duvarlar, harap hanlar, çukurlar, su birikintileri, döküntüler, pislik ve bu korkun yıkıntıda, yırtık pırtık giysiler içinde bir kalabalığın ürkütücü sefaleti (…) 1918’de orada iki bin ev alev alev yanmış. Ve şimdi onların kent merkezindeki yerlerinden geriye, mantar ve böğürtlenlerin istilasına uğramış boş bir alan kalmış.”
Bundan üç yıl önce Toplumsal Tarih dergisinin 227. sayısında Taylan Esin’in “Yunanca Kaynaklara Göre 1916 Ankara Yangını” yazısını okuyuncaya kadar bu ‘yangın yeri’ teriminin bir metafor olduğunu düşünüyordum. Meğerse gerçek anlamıyla bir yangın yeriymiş Ankara. Gentizon’un yanlışlıkla 1918’de dediği 1916 yangının önceki Ankara nasıl bir yerdi? Yangın nasıl çıkmıştı? Yangından sonra neler olmuştu? Gelin bunları Taylan Esin’in makalesinden ve Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün 1916 Ankara Yangını adlı kitabından anlamaya çalışalım.
Yazarların önemli kaynaklarından ilki, yangın tarihinde Ankara’da sürgün hayatı yaşayan Refik Halit (Karay). Diğer iki önemli kaynak ise Evdokya Epeoğlu Bakalaki’nin “Ankara’daki Hayatımdan Hatıralar’ kitabı, diğeri Androniki Karasuli-Mastoridu’nun ‘Kayıp Vatanımdan Hatıralar: Ankara’daki Hayatım’ kitapları.


HIRİSTİYAN MAHALLELERİNİN YOK OLUŞU
Bu kaynaklara göre yangın 13 Eylül 1916 günü başlamış, Refik Halit Karay’a göre iki gece/bir gün, başka kaynaklara göre üç gece/iki gün sürmüştü. 21 Eylül 1916 tarihli bir rapora göre yangında 1.030 hane, 935 dükkan, iki cami, altı mescit, yedi kilise, üç hastane, iki tevkifhane, bir polis karakolu, Reji ve İTC Kulüp binaları ile şehrin yarısı yanmış, beş kişi ölmüştü. Rapora ekli haritadan anlaşıldığı kadarıyla yangında Ermeni ve Rum mahallesi neredeyse tümüyle yanmış, buna karşılık yangın Hallac Mahmud Camii’nin ve Kuyulu Kahve’nin batısına uzanmadığı için Müslüman mahalleri görece az zarar görmüştü. Karasuli’ye göre 8 bin Hıristiyan evini, Epeoğlu’na göre toplam 12 bin evi kül etmişti. İngiliz belgelerine göre geride sadece 100 civarında Rum evi ile Ankara Çayı’nın kenarında 50 kadar Ermeni evi kalmıştı. Yangında Ankara Rum Metropolithanesi arşivleri tamamen yok olmuştu. İstanbul’daki Ayasofya’dan bile eski olduğu rivayet olunan, 15. yüzyılda camiye çevrilen, 1916’da sadece yıkıntıları kalmış olan Aziz Klementos Kilisesi de yok olan dini yapılar içinde en önemlisiydi. 1914’de askeri hastahane yapılmak üzere el konulmuş olan üç gayrimüslim okulu da yanmıştı.

SU YERİNE GAZYAĞI DÖKÜLÜRSE...
Rum yazarlara göre yangın Ermeni mahallesinde başlamıştı. Ama nasıl başladığını bilinmiyordu. Karasuli ‘kundaklama’ demekle yetinmişti. Epeoğlu ise “Türkler sakinliklerini koruyarak dükkan ve evlerini boşaltarak ve Hazine ile olan hesaplarını bir kerede ve tümden mahsup etmek için ateşe verdiler. Yangın hiçbir şeyin kurtulmaması içindi. Bu ana baba gününde Rum mahalleleri de temizlenmişti. Görüntüyü kurtarmak için asgari sayıda Türk evinin de yanmasına izin verdiler” diye yazacaktı. Bazı görgü tanıklarına göre yangının hızla yayılmasının nedeni bazı grupların yangına su değil gazyağı dökmesiydi. Refik Halit Karay da “sokaklardaki eşyaların üzerine sanki gaz dökülmüş, benzin serpilmiş gibi alevlendiğini” yazmıştı. Karasuli de “İnsanların birbiri ardına yangını söndürme çalışmalarını bıraktıklarını ve vazgeçmeye başladığını gördüm. Bazıları ne oluyor diye sordu. Başlarındakiler, ateşi söndürmelerini yasaklamış ve evleri yanmaya terk etmişti, soranlara bunu söylediler” demişti. Karasuli ardından, Ortodoks ahalinin Aziz Nikolaos Kilisesi’nin yanmasını önlemek için olanca güçleriyle, dış cephesini halılarla örtmeyi ve ıslatmayı başardıklarını ancak bir grup Türk’ün dayısına okkalı bir tokat atıp “Bırakın yansın hınzır gavurlar, daha örnek almadınız mı, dağılın buradan!” dediğini eklemişti. Bu anlatılar ve yangının ulaşmadığı Ulus’taki Aziz Nikolaos Kilisesi’nin de yanması, yangının kasıtlı olarak gayrimüslimleri kaçırtmak için çıkartıldığı tezleriyle uyumluydu.



KAÇ GAYRİMÜSLİM YAŞIYORDU?
1914 nüfus verilerine göre Ankara merkez kazasında 69.066 Müslüman, 3.327 Rum-Ortodoks, 915 Protestan, 3.341 Gregoryan, 6.690 Katolik olmak üzere toplam 14.400 gayrimüslim yaşıyordu. Bu sayılara göre Ankara merkezin nüfusunun yüzde 20’si gayrimüslimdi. Ermenilerin ezici bölümü 1915’te sürülmüş, katledilmişti. Böylece 1916’da Ankara’da 2 bin Katolik Ermeni, 1.500-2 bin arasında da Ortodoks (Rum-Ermeni) olduğu sanılıyordu. Yangından sonra kalan Ermenilerin çoğu Ankara’dan taşındı.
Rumlar için sürgün tarihi ise 1921 idi. Bu tarihe kadar Rum cemaati önemli bir baskı görmemişti. Hatta Karasuli’ye göre cemaatin Yunanistan özlemini dile getiren müsamerelerini, Türkler de izliyor ve ayakta alkışlıyorlardı. Ancak İtilaf Devletleri’nin komiserlerinin Ankara’dan çekildiği Mart ayından itibaren Rum evleri aranmaya başlamış, erkekler hapse atılmış, mahkeme, sürgün veya infazlar başlamıştı.

ÖNCE LATERNA SESLERİ KESİLDİ
Haymana Kaymakamı iken Ankara’da Polis Müdürlüğü görevine atanmış olan Ali Cemal Bardakçı’ya göre, Muhittin Paşa’nın yerine vali olarak atanan Defterdar Yahya Galip’e göre “laterna gürültüsü Ankara’nın haysiyeti ile bağdaşmamakta” idi. Yahya Galip, Cemal Bardakçı’ya “Beni ve şehri bu laterna gürültüsünden kurtaracaksın. Ötesini sen bilirsin” demişti. “Mütareke’den bu yana devam eden taşkınlıkları önlemek için benimle gelen dört Haymanalı ile Ankara…. sokaklarına daldık. Aradan bir hafta geçmişti ki ortalıkta ne laternalar, ne silah sesleri ve ne de sokaklarda İngiliz ve Fransız komiserlerine güvenerek serkeşlik edenler kalmıştı,” diye anlatır görevi nasıl yerine getirdiğini Cemal Bardakçı.
Ankara’daki Rum cemaati, Yunan ordusu Polatlı’ya kadar geldiğinde umutlanmış, hatta orduyu karşılamak üzere bayraklar bile hazırlamıştı. Ancak ricat haberi ile birlikte umutlar sönmüş ardından da infazlar başlamıştı. Her gün 28-30 genç, Yunan esirler, asker kaçları ve rejim muhalifi Müslümanlar Atpazarı’ndaki darağaçlarına gönderilmeye başlamıştı. 9 Eylül 1922’de İzmir geri alındığında, geride kalanların Ankara’dan çıkmasına izin verilmişti.

BİZ EFENDİ, ONLAR ÇORBACIMIZ
Falih Rıfkı, Çankaya adlı eserinde şöyle anlatmıştı ‘Türklere’ kalmış Ankara’yı: “Vaktiyle Hıristiyanlar Ankara’nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, Kalenin istasyona bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. [1]923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri ile müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum (…) Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ‘umran’ denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık. (…) ”



Taylan Esin’in dediği gibi Falih Rıfkı ancak, 1963 yılında yayımlanan Batış Yılları’nda adlı eserinde kollektif sorumluluğu üstlenecekti: “Ankara’nın zengin semtleri ve bakımlı yazlıkları Ermenilerin malı idi. Ermeni lokantasında yiyor ve Ermeni otelinde kalıyorduk. Müslüman çarşısı en eski alaturka idi. Yerden yüksek dükkanlarda bağdaş oturulduğunu hatırlıyorum. Ankara’da kaldığımız otelin adı Santral, lokantası iyi, yatakları temiz ve rahattı. ‘Tehcir’ zamanı yıkılmış olmalı idi. Ankara başkent olduğu vakit Santral otelini aramıştım. Altındaki ahıra at bağlanan Taşhan’dan başka kalınabilecek yer yoktu. Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa hepsini yakıp kül etmiştik.” (Falih Rıfkı’nın 1922 İzmir Yangını ile ilgili itiraflarını ise şu yazımdan okuyabilirsiniz: okumak için tıklayın)

SOYKIRIMIN TAMAMLAYICISI YANGINLAR
Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün saptadığına göre, 1914-1918 arasında Anadolu’nun başka yerlerinde de önemli yangınlar yaşanmıştı. Örneğin 12 Mart ve 21 Temmuz 1915 tarihlerinde Amasya’da, 3 Mayıs 1914’te Kastamonu’da, Mayıs 1914 ve Ocak 1916’da Tokat’ta, 19 Ağustos 1914’te Diyarbakır’da, 24 Ağustos 1914’te Edirne’de, 30 Haziran 1915’te Bandırma’nın Preme karyesinde, 23/24 Ağustos 1915’de Bursa-Orhangazi’nin Yeniköy karyesinde, 27 Ağustos 1915’te İzmit’te, 3 Ekim 1915’te Adana-Haçin’de, Mart 1917’de Bandırma’da, Nisan-Ağustos 1917’de Ayvalık’ta, 18 Nisan 1917’de Gelibolu’da, 27 Ağustos 1917’de Erdek’te, 31 Mayıs 1918’de İstanbul’da Cibali-Fatih-Altımermer bölgesinde yangınlar çıkmıştı. Yazarlara göre bu yangınların ortak özelliği 1) Kentlerde veya görece büyük merkezlerde meydana gelmeleri, 2) Genellikle Hıristiyanların yoğunlukta olduğu mahal(le)lere zarar vermeleri, 3) Diyarbakır yangını hariç, resmi belgelerde bilgilerin muğlak ve örtük oluşu, faillerin kim olduğunun belirtilmemesi, 4) Buna karşın, çoğunun kundaklama olduğuna dair ikincil kaynaklar ve rivayetlerin olmasıydı. Yazarlar son olarak, bu yangınların hem ülkeden zorla sürülenlerin geride bıraktıkları malların (emval-i metruke) paylaşımında ortaya çıkan ihtilafların, hem de iskân politikalarının tamamlayıcısı, kolaylaştırıcısı olduğunu belirtiyorlar.

DEVLETİN MERKEZİ ANKARA’DIR!
Tekrar Ankara’ya dönersek, Lozan Barış Görüşmeleri’nin kesintiye uğradığı günlerde Mustafa Kemal bir Ege gezisine çıkmış, 16/17 Ocak 1923 tarihinde İzmit Kasrı’nda İstanbul’un önde gelen gazetecileri ile yaptığı ünlü toplantıda, Suphi Nuri (İleri) Bey’in sorusu üzerine şu cevabı vermişti: “Hükümet merkezi neresi olmalıdır? Düşündük. Bendenizce iki nokta-i nazardan tetkikat yapmak icabeder. Biri her nevi taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak kuvvet ve sükûnetini muhafaza edecek bir yer olmalı (…) Yoksa bir geminin topundan telaşa düşebilecek bir yerde hükümet merkezi olmaz. İkincisi: Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki hükümet nazarını memleketin bütün muhitlerine müsavi surette atfedebilsin (…) Herhalde birçok sebepler hükümet merkezinin (Ankara-Kayseri-Sivas) müsellesi (üçgeni) dahilinde bir noktada olmasını icap ettiriyor. Bu müsellesin bir re’sinde (noktasında) bulunan Ankara pek âlâ merkez olabilir. Esasen hadisat (olaylar) da orasını merkez yapmıştır.”
Kâzım Karabekir ve Rauf Bey, bu karara şiddetle karşı çıktılar, ancak İsmet (İnönü) Bey ve 14 arkadaşı Ankara’nın ‘devletin makarr-ı idaresi’ yani ‘idare merkezi’ olması için önergelerini verdiler. Önerge 13 Ekim1923’te kabul edildi. Karara sadece Bağımsız Gümüşhane Milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey ret oyu vermişti. Bu karar 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sine bir madde olarak eklendi. Böylece, İstanbul’un 470 yıl süren saltanatına son verildi.


MİLLÎ MİMARİ/ YENİ MİMARİ
1916 yangını ile zenginliğinin silinip süpürülmesine dair son izlerin de ortadan kaldırılmasıyla ‘köhne Anadolu kasabası’ tanımlamasına gerçeklik kazandırılan, bir zamanların ıssız ve sıkıcı kasabasından modern ve Batılı bir şehir yaratılması işine 16 Şubat 1924’te Şehremaneti’nin (belediye) kurulmasıyla başlandı. Gelişmeleri, 1924 tarihli Lörcher Planı, 1925 tarihli İstimlak Kanunu, 1926 tarihli Emlak ve Eytam Bankası ile finansman kaynağının yaratılması izledi. Yapı malzemeleri sağlayan fabrikalar ve amele evleri yapıldı. İstanbul’dan davet edilen Vedad (Tek), Guillio Mongeri, Kemaleddin Bey, Muzaffer Bey ve Arif Hikmet (Koyunoğlu) gibi Selçuklu ve Osmanlı unsurlarının Batılı unsurlarla harman edilmesinden oluşan neo-klasik üsluptaki ‘Milli Mimari’ akımının üstatları, devletin ve halkın tüm olanaklarını seferber ederek Ankara’nın en önemli kamu binalarını inşa ettiler ancak Cumhuriyet’in ‘Yeni Mimari’ diye anılan kendi özgün (?) mimari üslubunu bulması ancak yabancıların katkısıyla olacaktı.
1927 yılında, aslında yabancılardan nefret eden ama eski bir belediyeci olarak planlı imara inanan Şükrü Kaya ve Ankara Valisi Asaf Bey, “istemeye istemeye” Batılı uzmanlara akıl danışmak için Berlin’e bir komisyon gönderdiler. Komisyonun görüştüğü 75 yaşındaki mimar Profesör Ludwig Hoffmann Türkiye’ye gelemeyecek kadar yaşlı olduğunu söyledi ve yerine Berlin Güzel Sanatlar Akademisi ve Mühendislik Mektebi öğretim üyesi Herman Jansen’i önerdi. 1928’de açılan uluslararası yarışmayı, Mustafa Kemal’in ağırlığını koymasıyla kazanan Jansen’in planı ile Ankara dev bir şantiyeye dönüştü. Jansen’i Clemens Holzmeister, Ernst Egli, Theodor Jost, Martin Wagner, Martin Elsaesser, Bruno Taut ve R. Oerley gibi mimarlar izledi.
Hepsi dev ölçekli projeler yüzünden arsa fiyatları yüzde 1000 ilâ 4000 artmış, rüşvet ve yolsuzluk hikâyeleri ayyuka çıkmıştı ama, 1930 yılına gelindiğinde bugün hâlâ kullanılan kamu binalarının ve bankaların tümü tamamlanmıştı.1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın etkisiyle tüm Türkiye’de yatırımlar dururken Ankara’da kişi başına belediye harcamaları, Afife Batur’a göre 1927’de Türkiye ortalamasının 28 katı, 1931’de 23 katıydı. Başka bir deyişle, “modern ve Batılı bir başkent yaratma” hedefine ulaşmak uğruna tüm ülke ihmal edilmişti. Çünkü bu proje basit bir kültürel öykünme değildi, aksine ulus-devletin kurucu unsurlarından biriydi.


YAKUP KADRİ’NİN ÜTOPYA-ANKARA’SI
1930-1932 arasında Kemalist devletçiliğin daha radikal bir uygulamasını savunan çoğunluğu TKP geleneğinden gelen bir grup sol yönelimli aydının oluşturduğu Kadro hareketinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1934 yılında yayımlanan Ankara adlı romanında şöyle der: “(…) Gerçi Jansen planına göre açılmış olan ana cadde, henüz, herhangi bir Avrupa metropolündeki boulevard veya aveneu’ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı. Fakat bu ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan artık eser kalmamıştı. Çünkü eski şehrin bir salyangoz izine benzeyen dolaşık, çarpışık sokaklarında dağılıp kaybolan halk, şimdi bellibaşlı birkaç muntazam mahallede toplanmış bulunuyordu.”
Yakup Kadri, bu ‘muntazam mahalleler’deki apartmanların, evlerin, resmi binaların hemen hepsinde ‘exotique’ mimari tarzının hakim olduğunu söyler. Ona göre Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru sıralanan villalar arasında kulesiz, saçaksız binalara rastgelmek mümkün değildir. Bu evlerden birinin içine girersek, örneğin zengin sınıftan Murat Bey’in bir büyük salon genişliğinde olan “dillere destan” banyosunun lavabosundaki bizote aynalar, Berlin’den getirtilen çeşitli friksiyon ve masaj aletleri, “Avrupai” yaşam tarzının işaretleridir. Murat Bey’in evinde bir de Şark salonu vardır ki oyma rafların ve hücrelerin içinde “Şarkkarilikle hiçbir ilgisi bulunmayan” çeşitli eşyalar bulunur. Hakkı Bey’in ‘Batı tarzı’ evinden çıkan Neşet Sabit adlı bir diğer kahraman ise “eski Ankara kasabasının göbeğinde yürürken” doğu ile batı arasındaki zıtlıklar üzerinde kafa yormaktadır. “Oturduğu mahallede henüz hiçbir evin ne elektriği ne de suyu vardır ve zavallı Ankara halkı, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yarı ıslak çeşme ve kuyuların başında birbirleriyle kavga etmektedir.”


GARP İLE ŞARK ARASINDA
Roman baş kahramanlarından Selma Hanım’ın evindeki “çılgın balodan” çıkan Neşet Sabit, fakir mahallelerden birinde yürümekteyken ellerinde fenerlerle yürüyen bir kalabalık görür ve onların yatsı namazından sonra okunacak mevlûda gittiklerini öğrenerek, kendisi de kafileye dahil olur. Yakup Kadri, Neşet Sabit’in içinde bulunduğu ikilemi şu sözlerle özetler: “Genç adam yarım saat evvel ‘aksa-yı garp’ta idi. Şimdi, tam Asya’nın, bir de ortaçağ Asya’sının göbeğindedir. Bu kadar ivicaçlı (kıvrımlı) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı? Bu mevlûda gidenler mi haklıdır, o salonda dans edenler mi?” Cevabı yine kendisi verir: “Onun milli idealine göre vücut bulması lazım gelen yeni Türk cemiyetinin üslûbu, ne bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlardan, ne de iğreti bir dekor içinde kurulmuş kuklalar gibi zıplayanlardan örnek alabilirdi. Türk inkılâbının vakarlı ve ahenkli ruhu, kendine layık ifadeyi çok daha canlı, çok daha şahsiyetli bir mimaride aramaktadır.”90 yıldır siyasetten kültüre, ekonomiden sanata aynı sorular etrafında dönüp durmamız ne acıklı…

Radikal





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+