04 Haziran 2015
Karin Karakaşlı
Bir günün yüzyıl gibi geldiği, keza ayların bir göz kırpımlık anda akıp gittiği bir ülkedeyiz. Koca siyasetin küçük hayatlar üzerinde hüküm sürdüğü, bizatihi nasıl yaşanacağını, hatta yaşanıp yaşanamayacağını belirlediği bir ülkede…
Kötünün sıradanlaştığı, dibin dibi noktasında hiçbir sınırın kalmadığı bir düzende, iyi şeyler insanı bahar havası gibi çarpar. İstanbul’un koca bir şantiye alanına döndüğü, en köklü mahallelerin ‘soylulaştırma’ harekâtıyla boşaltıldığı, eski sakinlerinin sanki mikropmuş gibi ötelere itelendiği günlerde, bundan iki yıl önce bir parkta insanlar, kendi hayat değerleri için direnmeyi öğrendiler. Bu öyle bir direnişti ki, herkes, içinde en çok ihtiyacı olanı buldu.
“Ve bizim bir haziranımız/Bir yıl kadar yetecektir dünyaya” demişti ya Turgut Uyar. O haziran; ıskalanmış fırsatları, adım atılmaya cesaret edilmemiş eşikleri gösterdi herkese. Ve hiçbir güzelin, hiçbir iyinin sonsuz olmadığını da… Dahası bunlar için ısrarla bedel ödetildiğini, çünkü devletin zulüm alanında ihtisas sahibi ve pek tecrübeli olduğu gerçeğini de... Darbe girişimi dediler, yine kan akıttılar, yine güzel gözlü çocuklar öldü. Hani şu benim çocukken, gazetelerde siyah-beyaz fotoğraflarını okşadığım ve yeni öğrendiğim harflerle nasıl öldürüldüklerini okuduğum zamanki gibi sıcacık bakışlı, kocaman düşlü çocuklar öldürüldü. Arkalarından anneleri acıdan kuntlaştı ya da çocuklarının peşi sıra uçtu gitti. Hayatını özgürce kurmak isteyen kadına, varlığını gururla ortaya koyan LGBTİ harekete, tatlı bir sarhoşlukla yürürken dönü dönüveren sokaklara, rüzgâra, sevişmelere, soru soran çocuğa, Ermeni’ye, Kürt’e, Alevi’ye, Rum’a, Yahudi’ye ve dahi cemi cümlesine düşman, hepsini esasen katli vacip gören bir zihniyet, itinayla pekiştirildi. ‘Bunları’ hedef göstermenin, saldırmanın, öldürmenin cezasız kalacağı, ‘ağır tahrik’ dahil türlü çeşit akla zarar gerekçelerle âdeta ödüllendirileceği yeni bir ahlak düzeni dayatıldı.
Öğütücü silindir, o parkın çevresini dünyanın en çirkin, en gri, en beton meydanına dönüştürüp mesaisine aralıksız devam ederken çıktı HDP. Halklar dedi, demokratik dediği şeyin içini de satır satır doldurdu. Bahsi geçen bir parti programı değil, bambaşka bir hayat taahhüdüydü. Çünkü umut verilen değil, üretilen bir şeydi. Emekle, inatla, sevgiyle yoktan var edilirdi her seferinde. Çünkü Turgut Uyar haklıydı yine:
umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri Asya’da biterken sözgelişi, Şili’de öbürkü başlar
Umut gelsin bütün gümbürtüsüyle.
Gülmeyi hatırlamak güzeldi. Şöyle doyasıya, şöyle ağız dolusu. Karşısındakini aşağılamadan, zeki, muzip esprilerle kurulan siyasi dilin tadına varmak güzeldi. O yüzden de işte o yüzde onluk baraj fena halde zûldü. Çünkü kasıtlıydı, çünkü kötücüldü. Sandıktan çıkacak halkın iradesinden bahsederken, o iradenin en esaslı sahiplerinden birine barajı reva görmek, böylesi engelli, engebeli bir seçim sistemine demokrasi diyebilmek, yalana ortak olmaktı.
Seçim sandığına gitmeye ramak kala, halen ‘emanet oy’ diye bir şey dolanıyor ortalıkta. Yani sanki HDP’ye sırf lütuf gibi, sırf AK Parti ve Erdoğan egemenliğinin sarsılması gailesiyle, âdeta kerhen verilen oylar var. Hani barajın rahatça geçildiğinden emin olunsa, CHP’ye yönelecek oylar. Hani kahveyi nasıl içersin dendiğinde fark etmez denilmesi gibi anlaşılmaz. Ve açık ettiği o beyaz kibirle irkiltici.
Oysa her şey çok sarih, çok berrak... Ben olmaya fırsat tanınmayan bir zamanda, habire ‘bunlar’ diye yaftalanıp hedef gösterilirken, birilerinin çıkıp “Biz’ler Meclise” demesi, bir seçim sloganından çok daha fazlasını ifade eder. Tıpkı bunu diyen HDP’nin de bir partiden çok daha fazlasını ifade ediyor olması gibi. Tam da o yüzden giderek leğende suyu azalan balık gibi hissettiğim günlerin içinde, barajları yıkabilecek gürül gürül bir ırmağın, koca bir şelalenin hayaliyle nefes alabiliyorum.
O sandığın önüne gelene kadar denenmeyen provokasyon kalmadı. Saldırılan HDP stantları, bombalanan merkezler ve en son akıtılan kan… Yine kan, yine can... Bunca yılın o tarifsiz bedeli üzerine hâlâ ve yine. Dolayısıyla sandığın önünde oy değil, hesap verilecek. Bu yoz düzene razı mıyız? Zira seçeneksiz değiliz. Boş verilen oylara, kötünün iyisi diye yönelinen tâli yollara mecbur değiliz. Ağzımızda lafı gevelemeden haykırabiliriz.
İçimden geçeni şarkıya evirmeye kalksam şöyle derdim: “Seçtim seni bir kere, başkasını seçemem/Deli diyorlar bana, desinler değişemem.”
Varsın bana deli desinler. Zalimin pençesinde akıl sağlımı korumak için her gün sil baştan verilen sınavın yanında bu delilik, ne ki? Benim oyum emanet falan değil, bir minnet oyu. Böyle bir seçeneğim olmasına duyduğum minnetin oyu. Bir küçük umudun oyu... Üzerine titriyorum ve bütün gümbürtüsüyle gelsin istiyorum. Hepsi bu...
Agos