11 Mart 2015
Varter Tumacanyan, 1915’in savurduğu hayatlardan biri. 1900’lerin başında Dersim’de başlayan bu hayat, 1982 yılında Kayseri’nin Sarız köyünde sonlandı. Sürgün başladığında genç kızlığa adım atmak üzere bir çocuk olan Varter Tumacanyan, hayatta kalmayı başaranlardan biriydi. Sürgünden hemen sonra bir Alevi gençle evlenen ve hayatı ailesine hizmet etmekle geçen 11 çocuk annesi Varter, hikâyesini anlatamadan gitti öte dünyaya. Kara kefenle gömülen, derdi kendinden büyük bu Ermeni kadının yaşamından kesitler, şimdi en küçük kızı Şirin Tan’ın anlatımlarıyla yaşıyor.
İzmir’de yaşayan Şirin Tan’ın evine konuk olduk ve ondan annesinin hikâyesini, Veyve’nin bahçesinden toplanmış kuşburnulardan yapılan özel içecek eşliğinde dinledik. Uzun sohbetin sonunda da fotoğraf albümlerine daldık. Şirin Tan, annesinin trajik hikâyesini ona hiç sormadığı, kendisinden dinlemediği için çok pişman. Şimdi, o pişmanlıkla, hiç susmuyor, her sorana anlatıyor bildiklerini. “Biz halk olarak tarihimizi bilmeyiz. Tarihimizi bilmediğimiz için kendimizi de tanımayız. Ben tarihimi bilmediğim için öz anamı tanımıyordum” diyen Şirin Tan’a bırakıyoruz sözü...Bir panel konuşması yapmak ve 24 Nisan anmalarına katılmak için İzmir`e giden Zakarya Mildanoğlu, Şirin Tan ile hiç tanımadığı halde ilgilenmiş ve fotoğraflarını çekmiş. Mildanoğlu, "Şirin Tan`ı gördüğüm anda kendi kendime `bu kadının mutlaka bir hikayesi var` dediğimi hatırlıyorum" diyor
Hozat’tan Sarız’a
Babam, Hozat’ın Karaca köyünden, annem Elazığ’ın Hulvenk köyündendi. Hulvenk’in tamamı Ermeni’ydi. Kayseri’nin Sarız ilçesinin İncemağara köyünde yaşıyorduk. Anamın Ermeni olduğunu, aklım erince oradan buradan duymuştum. Ama bu ne demektir bilmezdim. Yakın köyümüzde Melek adında bir Ermeni teyze vardı. Ermeni olarak bir de onu bilirdim.Dedemler 1904’te Dersim’den Kayseri’ye aşiret kavgaları yüzünden göçmüşler. Göçtüklerinde de yaşadıkları köyü satın almışlar. Dedem oralarda ağaymış. Dinlediğime göre, Dersim’de 16 aşiret varmış ve hepsi birbirine hasımmış. Dedem herhalde tahammül edememiş orada olanlara, ve göçmeye karar vermiş.
‘Çorbacılar’ın sürgün günleri
Anamların durumu da iyiymiş, hatta ‘Çorbacılar’ derlermiş anamgillere. Biz onu lakap olarak, aşiret adı diye düşünürdük. Yıllar sonra tanıştığımız Nubar Dayı, “O bir soy sülale ismi değildir. Durumu iyi olan, kapısında işçi çalıştıran ve aç doyuranlara Ermeniler ‘çorbacı’ derler, insanlara çorba içiren anlamında...” deyince öğrendim ne anlama geldiğini.1915’te babam askermiş. Ağabeyimin anlattığına göre, sabaha karşı askerler köyü basmış, herkesi köyün meydanına toplamışlar. Önce erkekleri götürmüşler. İfadelerini almak için götürdüklerini söylemişler ama gidenlerden bir daha haber gelmemiş. “Elazığ’da Hizol Suyu diye bir ırmak varmış. Götürdüler, öldürdüler, oraya döktüler” derdi anam. Birkaç gün sonra yine gelip köyü basmışlar, bu sefer kadın, çoluk çocuk, hepsini alıp götürmüşler. Anam bir şekilde sağ kalmış. Kimisi diyor mahzene saklanmış, kimisi diyor Türk işçileri üç kızı saklamış. Ama sonra babam gelmiş, almış anamı. Babam önceden demiş zaten, “Ben gelip seni alacağım” diye. Babam da, dedem de, 1915’i de görmüşler, 38 Dersim olaylarını da.
Anneannem, anneme “Biz gidiyoruz, sağ kalabilir miyiz bilmem” demiş ve tapuların, anahtarın ve kıymetli giysilerin yerlerini söylemiş, kurtulursa onları alıp yaşamını devam ettirebilsin diye. Anam sağ kalmış, evine geri gelmiş. “İçeri bir girdim ki ev talan edilmiş, bütün değerli eşyalar alınmış, ambarların ağzı açılmış, hayvanlar girmiş, buğdaylar akıyor, çok buğday yemekten bazı hayvanlar ölmüş” diye anlatırdı. Anam geri dönünce, babam da anamı almış. Elazığ’da babamın halası varmış, götürüp onun yanına bırakmış anamı, oradan da Dersim’e götürmüş, evlenmişler. Ardından af çıkınca “Tapusu elinde olan Ermeniler evlerine geri dönebilir” demişler. Anamın da tapusu elindeymiş, gidip o eve yerleşmişler, anam orada tekrar eski düzeni kurmuş.
Süleyman ağabeyim ve Dilber ablam orada doğmuş. Şaraplar yapılıyor, pestiller yapılıyor, işçiler çalışıyormuş. Önce dedem Kayseri’ye göçmüş, orada hastalanınca babamı çağırmış yanına. Babam da anamı alıp gitmiş ama sonra geri dönmüşler. Sonra dedem babama telgraf çekmiş, “Sen utanmıyor musun, gitmişsin karının malının üzerine oturmuşsun... Senin burada bu kadar arazin var. Biz sayılan bir aileyiz. Gangozadelerden olup karının malının üstüne oturmaya utanmıyor musun?” diyerek aşağılamış. Erkek zihniyeti işte. Kadın, malı olsa da kadın... Katırlarla, Malatya Akçadağ üzerinden bir hafta yol giderek Dersim’den Kayseri Sarız’a gelmişler ve bir daha geri gitmemişler.
Çocukların ‘Ermeni dölü’
Anamın kafası çok çalışırdı. Ne okul okumuş bilmiyorum ama oralarda hiç kimsenin okuma yazması yokken anam dayıma mektup yazarmış. Radyoda kanun çalmaya başladı mı, anam “Ben bundan çalardım” derdi. Piyano da çalarmış.Hiç gülmezdi anam. Şöyle bir kahkahayla güldüğünü hatırlamam. Kendini işe verirdi. Peyniri, çökeleği, yetiştirdiği hayvanlar, ektiği salatalık, hepsi çok güzel çıkardı onun elinden. Köyde hiç kimse onunla yarışamazdı. Gülmezdi, kimseye derdini anlatmazdı. Çocuklarına çok düşkündü, bizimle ilgili bir sorun olduğunda çok üzülür, “Le le, daha bu başıma neler gelecek!” derdi.Düzen öyle bir düzen ki, insanı kendine yabancılaştırıyor. Köyde o Avşarlar dediğimiz halkla ilişkilerimiz iyiydi ama anamın Ermeni olduğunu, bizim Kürt Alevi olduğumuzu, muhalefet yaptığımızı bildikleri halde, çocuklarına kızdıkları zaman bizim yanımızda “Ermeni dölü” derlerdi. Ben de “Demek ki Ermeni kötü bir şey” diye düşünürdüm.
Amerika’daki kardeş
Daha önce bir dayım burada askerlik yapmak istemediği için Amerika’ya gitmiş ama anamgil kaç kardeştir bilmem. Anamla hiç oturup konuşmadım çünkü. Bu da benim için ölene kadar bir yaradır. Oturup da o kadına bir anısını anlattırmadık. Yaşlılar anısıyla yaşar, gençler geleceğiyle...
1950’lerde bir ablam menenjit hastalığına yakalandı ve Kayseri’ye gitti. Anam ablama çok düşkündü, benle ağabeyimi evde bırakıp onun yanına gitti. Orada Dersimli bir dedemiz vardı, onlarda kalırdık. Kiçikapı semtinde otururlardı. Karısı Huri Abla, kızları Hilal ve Seval’le birlikte orada kalırdık. Evler hep ahşap kaplamaydı, duvarları ve tavanları dantel gibi işlenmişti. Ermeni mahallesiydi orası.O Dersimli dede, anneme “Gel gazeteye ilan verelim, kardeşini bul” demişti. Sene 1954-55... İlanı verdiler, dayımdan hemen cevap geldi. “Ben gelemem, yaşlıyım, sen mutlaka buraya gelmelisin. Seni o karanlık dünyadan aydınlık dünyaya çıkaracağım” diyordu. Bu durum babamın hoşuna gitmiyordu. Hatta, anama gelen bazı mektupları ona vermezmiş. Anam bunu öğrenince, mektuplarını papazdan kendisi almaya başladı. Mektubu orada okur, cevabını yazar, papaza verip postalatırdı. Anam kendi dilini çok güzel okurdu ama uzun uzun yazmazdı. Üç-dört satırını kendisi yazar, gerisini papaza yazdırırdı.Dayım anama pasaport çıkartmış, göndermişti. “Sen gel bir çocuğunla beraber, diğerlerine de sermaye göndereyim, iş kurup çalışsınlar” diyordu ama babam kabul etmedi, “Benim senin parana ihtiyacım yok” dedi, göndermedi anamı. Anam ondan da mahrum kaldı. Dayımla bir daha irtibat kuramadık, ismini bile bilmiyorum.
Melek Teyze
Melek Teyze diye bir yakın köylümüz vardı. Onun ailesini çocukları arayıp buldular. Beyrut’taydı ailesi. Melek Teyze’yi oraya götürdüler, ailesini görüp geldi. Biz anamızı, bırakın Amerika’yı, doğduğu köye bile götürmedik. Babam zaten yapmadı ama o ağabeylerimin biri de “Ana gel gidelim, şu köyünü bir gez, anılarını orada yâd et” demedi.Melek Teyze’yle annemin iletişimi çok iyiydi. Diz dize oturduklarını hatırlıyorum ama ne konuştuklarını hatırlamıyorum. Melek Teyze Beyrut’a gitmeden önce anamın yanına gelmişti. Anam ona “Ne mutlu sana ki gidip kardeşini göreceksin” dedi. Beyrut dönüşü yine bize geldiler. Anam bu sefer de “Ne mutlu sana, gittin aileni gördün, sen daha ölmezsin” dedi.
EKMEĞİN ÜSTÜNDEKİ HAÇ
Anamın babamla ilişkisi hiç iyi değildi. Babam ona gereken ilgiyi ve özeni göstermiyordu. Bireysel olarak da, toplumsal olarak da, mazlumsa, mağdursa uzun zaman masum olamaz bir insan; illa ki karşılığını verir. Babamın da uzun zaman anamla ilgilenmeyişi, ona hakaret etmesi anamda bir tepki yaratmıştı. Babam hep ayrı yerdiyemeğini, sofra önüne giderdi, bizimle hiç yemek yemezdi. “Çalışmaz, emek etmez, hazır yer” derdi anam. Çok misafir gelirdi bizim eve. Babam odanın kapısına açar, Kürtçe “Kuzu kesin” derdi. Anam “Var mı ki keselim. Yok!” diye söylenirdi. Babam da “Gidin komşulardan alın, kesin” derdi. Anam tepki duyardı, yokluğu varlığı anlamıyor diye. Babam anama karşı gaddardı, anam da ona karşı tepkili.Babam zaten kışları evde olmazdı. Sonbahar gelince Türkiye turuna çıkar, her yeri gezer, ilkbaharda gelirdi. Araziler ekilip biçilir, anam evi geçindirirdi. Babamın evle, geçimle hiç alakası yoktu. Anama yiyecekler hazırlatır, hediye götürürdü.
Emek kutsaldır. Anam da, kendine değer vermezdi ama emeğine çok değer verirdi ve bu konuda babamla münakaşa ederdi. Babam “Mal benim, mülk benim. Çalışıyorsunuz, yiyorsunuz. Tabii ki götüreceğim” derdi.Anam hiçbir geleneğini yaşamadı. Sadece ekmek pişirdiğinde, sacın ortasına bir çarpı işareti atardı. Bilmezdik niye yapıyor. Bir gün yine anam ekmek pişirmiş, işini bitirmişti. Ağlıyordu. “Ne oldu ana?” dedim. “Baban bastonla dövdü beni, bu işareti koydum diye. Bizde bu haçtır, Tanrı’nın bereketidir, ocak sönmesin, çoluk çocuğumuza zarar gelmesin, sağlıklı yaşasınlar diye böyle yaparız” dedi. Babam onun için bastonla anamın kafasına vurmuş. Çok okurdu babam. Bu kadar okuyan bir insan nasıl böyle bir şey yapar?
Kara kefen, düz mezar
Anama mektup yazardım, hemen cevap gelirdi. Bir seferinde gelmedi. Meğer anam hastalanmış, yatağa düşmüş. Bu arada Zeki ağabeyim de hastalanmış.
Kendimi bildim bileli, “Ben ölürsem kefenim kara, mezarım da düz olacak, yeri belli olmayacak. İsterseniz götürün, suya atın” derdi anam. “Serzeniştir” diye kimse ciddiye almazdı onu. Hastalandığında, ağabeyim “Ana, ben gideyim, ameliyat olup geleyim, sonra gelip seni götüreyim doktora” demiş ve gitmiş ama bir hafta sonra ölmüş. Anam da köyde, perişan halde. Ağabeyimin öldüğünü duyunca o da ölüyor. Beş-altı kişiyle gömüyorlar anamı. Yalnız yaşadı, yalnız öldü anam. Kara kefene sarılmak istediğinden, hastalanınca kefenini aldırmıştı. Ben ağabeyim ölmüş diye köye gidince öğrendim anamın da öldüğünü.
ŞİRİN TAN’IN HİKÂYESİ
Ben 1946 doğumluyum. 1966’da evlendim. 1969’da İzmir’e geldik, hâlâ buradayız. İki kızım, bir de oğlum var. Dini inancım yoktur. HADEP’i tanıdıktan sonra araştırmaya başladım. 1994’te partiye girdikten sonra orada insanları dinledim, kitapları karıştırdım. Ancak öyle, daha çok da Roj TV’yle tanıdım ben anamı, ama o çoktan ölmüştü. Kızımın ofisinde Ülke gazetesini görmüştüm, içinde bir sürü bilmediğim haberler vardı. Mesela o zamana kadar Süryanilerin adını bilmiyordum. Partiye âşık oldum, hâlâ da devam ediyor bu aşk. Üç-dört ay öncesine kadar Çiğili yönetimindeydim, kadın komisyonlarındaydım. Şimdi yönetimde değilim ama hâlâ aktifim.
‘BABAMI AFFETMİYORUM’
Anamın adı yoktu. ‘Zeynep’ diye takma adı vardı ama Zeynep bile denmiyordu. Kürtler ‘Veyve’ diyordu, Türkler de ‘gelin’. Çok zor günler yaşamış. Yıllarca Alevi cemlerine alınmamış, dışlanmış. Türkçe de biliyormuş, kendi dilini de. Bir yıl içinde de Zazaca ve Kürtçeyi öğrenmiş. Orada dedemle beraber göçüp gelen ve bizim arazileri ekip biçen bir kadın varmış. O kadın anamı çok sevmiş, koruyormuş hep. Anam ona “ana” dermiş, Kürtçeyi ondan öğrenmiş. Sonra yavaş yavaş âdet, töre öğrenmiş ama bu zaman zarfında hep dışlanmış. Cemlere koymamışlar anamı. Kendi ibadetini de yapamıyormuş. Kiminle yapsın ki zaten... Gelenek, âdet, töre, toplu haldeyken yaşanır, tek başına yaşanmaz.Analık da varmış orada, dedemin ikinci evliliği. O da hayır etmezmiş anama. O öldükten sonra biraz biraz anama yer açılmış. Çocuklar doğmuş, yerleşmişler, ilişkiler düzelmiş. Fakat babam hiçbir zaman anama gereken ilgiyi göstermemiş, hiç değer vermemiştir. Anama kızdığı zaman Kürtçe “Kenah Ermeni” (Ermeni kızı) derdi. Anam ‘öteki’ydi babamın yanında; hizmetçi olarak almıştı belli ki. Babam çok okuyan bir insandı ama bunu anama yansıtmadı. Yansıtsaydı, babamın önünde saygıyla eğilirdim ama şimdi eğilmiyorum, babamı affetmiyorum ben.
Anatolian Armenians