08 Mart 2015
PROF. DR. GARIP TURUNÇ *
Gerçeklik korkusu içinde yaşayan `hasta` dediğimiz bazı insanlar kendileriyle ilgili gerçek olmayan bir imgeyi sürekli besleyen kişilerdir.
Aynı şekilde bazı toplumlar da kendileriyle ilgili gerçekdışı tespit ve değerlendirmeler üretip bunlara tutkuyla sarılır, onları ilahi bir varlığa ait nitelemelermiş gibi yüceltirler. Bunun nedeni söz konusu toplumların henüz gerçekliği hazmedebilecek olgunluğa sahip olmamaları ve bu eksiklikle yüzleşmektense gerçeklikten kaçmayı tercih etmeleridir.
Türkiye yıllardır bu ruh halinde yaşadı. Osmanlı İmparatorluğu`nun tarihsel olarak çok hızlı bir biçimde dağılması, büyük bir travmaya yol açmıştı. Batı karşısında aşağılanma duygusu ile gerçekten değersiz olma tespitinin iç içe geçtiği bu savrulma döneminin ardından ise ne yazık ki en kolaycı yol seçildi: Tarihi mesafeli bir bakışla algılamaya çalışmaktansa, devlet eliyle tarih üretildi. Lineer bir çizgide ilerleyen monolitik bir "ulus"un amacına ulaşmasını sağlayan kusursuz atalar (ecdat), kavramsallaştırmalarla tarihsel olaylar üzerine özgür tartışma yapılmasını fazlasıyla zorlaştırdı. Gerçek tarih devletin tasarruf alanı içine alındı, topluma kolaylıkla tüketip kıssadan hisse alabileceği bir dizi hikâye sunuldu. Türkiye`nin düşmanlarla çevrili olduğu, Batı`nın bizi sürekli olarak bölmeye çalıştığı, içimizde sayısız hainlerin bulunduğu ve bütün bunlara karşı tek çarenin Kemalizm olduğu aşılanmaya çalışıldı. Böylesi bir tablonun inandırıcı olması ise tarihin yeniden yazılmasını gerektiriyordu ve nitekim birçok hariciye mensubu bile Ermenilerin yaşadıklarını epeyce geç yaşlarında fark edebildiler.
Eski büyükelçilerden Temel İskit`in 2009 yılı Ağustos ayında Taraf`ta Neşe Düzel`e verdiği mülakatta söyledikleri, bu samimi idrakin en çarpıcı örneklerinden biriydi. 41 yıl Dışişleri`nde çalışmış "bir beyaz Türk`ün" itirafları şu idi: “Benim neslim ve çevrem uzun süre sorunsuz bir Türkiye`de yaşadı. Kürt sorunu yoktu. Ermeni soykırımı sorunu hiç yoktu. Sonra Batılı düşmanlarımız hiç yoktan bir soykırım uydurdu. Daha sonra mesele Ermenilerin bizi arkadan vurmasına dönüştü, oradan savaş koşullarında meşru müdafaaya, oradan mukateleye. Şimdilerde ise tarihin fotoşoplanmamış sayfaları açıldıkça hayretten hayrete düşüyoruz. (…) Benim neslim toplumun en fazla koşullandırılmış kesimi. Hatta kendisini sonraki nesilleri koşullandırmakla görevli saymış bir nesiliz biz. Kutsal devlet, ideolojik laiklik, imtiyazsız sınıfsız kitle, bölünmez bütünlük, Türk`ün özelliği ve üstünlüğü kavramları benliğimizin parçası olmuş. (…) Benim neslim çözüm aramaktan çok sorunu sürdürmeye çalıştı. (…) Çözüm bizden sonrakilerin, sizlerin elinde artık. Biz ettik, siz etmeyin Türkiye`ye.”
Evet, biz 24 Nisan 1915 tarihinde ve sonraki günlerde yaşanan felaketin, çok geç farkına vardık. İnsafsızca bir katliamdan geçirtildiklerini öğrendiğimizde, onları çoktan kaybetmiştik. Dünyanın dört bir yanına saçılmış, bu felaketin acısıyla yanıp tutuşan, ayakta kalmaya çalışan Ermeni kardeşlerimizle çok uzun yıllar sonra karşılaşabildik, dertleşebildik. Acıları ortadan kaldırmak mümkün değil. Hafifletmek de. Ancak ne olursa olsun, yeni bir kardeşlik sayfası açılacak. Hrant Dink, sayfayı aralamaya çalışanlardan birisiydi. "1915`te yaşanan soykırımdı" dediği için, mahkûm edildi, ırkçıların hedefi haline geldi, 2007`de öldürüldü. Onun ömrü Ermeni kardeşlerimizle ortak bir dil yaratmaya yetmedi. Ancak Türkiye`de son 10 yılda bu konuda çok önemli gelişmeler oldu. Birkaç yıl önce Başbakan Erdoğan Dolmabahçe Sarayı`ndaki bir toplantısında “Yüzümüze bakmak için berrak bir su arıyoruz” söyleminden sonra, geçen 23 Nisan`da yaptığı taziye mesajındaki açıklama şöyle idi: “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir… 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir…"
Devlet, Kürt ve Alevi sorunlarında olduğu gibi Ermeni sorununda da diyalog ve yüzleşme adına takdir edilecek bir adım attı. Ancak, Türkiye basını Başbakanlık açıklamasının özgürleştirici yanını henüz göremedi. Açıklamayı sadece bir dış politika enstrümanı olarak okumayı tercih etti. Ancak asıl önemi zihniyet devrimini yansıtmasından, Türkiye`nin kendi içindeki özgürleştirici tartışmayı tetikleyici olmasından kaynaklanmaktaydı. Türkiye daha da özgürleşecekse, üstündeki soykırım baskısından kurtulacaksa, ancak daha fazla tartışmayla, daha fazlasının talep edilmesiyle mümkündü. 23 Nisan açıklaması bize bu fırsatı verdi. Artık sorunu biraz daha rafine düşünmemiz, daha fazla tartışmamız, siyasetten daha çok talepte bulunmamız gerekiyor. Tarihçiler, hukukçular, sivil toplum örgütleri 1915 yılında, öncesinde ve sonrasında neler yaşandığını ve yaşananların ne anlama geldiğini konuşmalı, tarihle barışmanın önünü açmalı. "Yeni Türkiye", kendi hakkında düşünme, tahlil etme görevini yerine getirmeli. Medya, her zamanki suskunluğunu bozup konuyu gündemine almalı. Olayların 100. yılına yaklaşıyoruz. Türkiye, devlet olarak bundan sonra ne yapacak?
Aslında bir “dengeleme politikası”nın ipuçlarını şimdiden izliyoruz. Dışişleri yoğun bir lobi faaliyeti sürdürüyor, Çanakkale Savaşı`nın 100. yılı resmi anma gününün 18 Mart`ta değil, Anzakların kutlama tarihi olan 25 Nisan`ın bir gün öncesine çekilmesi, 24 Nisan`a denk getirilmesi bir gündem çoğaltma gayretine işaret ediyor. “Bizim için 25 Nisan neyse 24 Nisan da odur.” söyleminden sonra, tarih kaydırma operasyonuna girişerek, dış baskılara karşı direnmek için "acıların yarıştırılması" yöntemine gidiliyor. Önümüzdeki 24 Nisan 2015`te dünya kamuoyuna ve Ermenilere şu mesaj verilmeye çalışılacak: "I. Dünya Savaşı hepimiz için acılarla doludur. Evet, Ermenilerin başına kötü şeyler gelmiş olabilir, ama biz de çok çektik. Biz de savaş meydanlarında can verdik. Biz de mağdur ve mazlumuz!" Ermenilerin Büyük Felaketi varsa bizim de savaş meydanlarında kefensiz yatan yüzbinlerce şehidimiz var! Böylece, onlarca yıldır süren inkâr politikalarının devamlılığından sonra, AKP, “herkes acı çekti”, “herkesin acısını anlayalım” stratejisi üzerinden kendini savunmaya çalışacak.
Öte yandan taziyenin devamı olan diğer adım ise şimdiden atıldı. Davutoğlu`nun geçtiğimiz aylarda Başbakanlık internet sitesinde yayınlanan, Hrant Dink`in ölüm yıldönümü vesilesiyle yaptığı açıklamayı şu ifadeler özetlemektedir: “Savaş şartlarında başvurulan zorunlu yer değiştirme politikalarının, 1915 dâhil, gayri insani sonuçlar doğurduğunu daha önce de açıklayan Türkiye, Ermenilerin acılarını paylaşmakta, iki halk arasında yeniden duygudaşlık kurulması için sabır ve kararlılıkla gayret göstermektedir… Ermeni kültür varlıkları ile Osmanlı/Türk kültürüne değerli katkılarda bulunmuş Ermeni şahsiyetlere hak ettikleri biçimde ve önemle sahip çıkmaya devam edilecektir. Acılara ortak olmak, yaraları sarmak ve tekrar dostluklar kurabilmek arzumuz samimidir. Ufkumuz dostluk ve barıştır…”
Bu adım yolu açan bir önceki girişim gibi iyidir, yerindedir ama sadece yolu açacağı için... Bunun görülmesi için birkaç adımın daha atılması gerekiyor. Artık kaçacak, oyalanacak, geri duracak, erteleyecek, üşenecek, korkacak, ürkecek, denge gözetecek dönemler geride kaldı. Söz konusu olan bu topraklarda birlikte yaşama kaderimiz. Yani geleceğimiz. Burada yaşıyoruz, burada yaşayacağız. Ama farklı bir duruşla, daha kuşatıcı bir bakışla ve hepsinden önemlisi ortak değerler zincirini bir kez daha, sabırla ve birlikte üreterek. Türkiye`nin bu yükü taşıması gerçekten de artık pek mümkün değil… Gerçeklikten korkarak "Yeni Türkiye" olmak da çok zor… Sağlığımıza kavuşmak için tartışmamız, yüzleşmemiz, helalleşmemiz gerekiyor…
Zaman