09 Mart 2015
Türkiye, soykırımı kabul etmemekte neden bu kadar direniyor? Devlet nazarında uzunca bir süre hem iç, hem dış düşman listesinde yer alan Ermenilere bakışta bir değişiklik söz konusu mu? Türkiye’de yaşayan Ermeni yurttaşlar, bugün kendilerini ne kadar güvende hissediyor? Gerçek bir özür için neler yapılmalı?Yanıtlar için, devlet-gayrimüslim azınlık ilişkileri üzerine önemli çalışmaları olan bir isimle, Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi, Prof. Dr. Ayhan Aktar’la konuştuk. Çözüm süreci, İçgüvenlik Paketi, seçimler, ekonomideki kötü göstergeler Türkiye siyaset gündeminin ana gündemini oluşturmaya devam etse de, bir yandan da kadın katliamları, üniversitelerde ülkücü saldırılar, Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümü gibi “ara” başlıklar var. Bu hafta AKP hükümetini sıkıştıran o ara başlıklardan birini, Ermeni Soykırımı’nın 100.yıldönümünü mercek altına almaya çalıştık. Devlet katında hep inkarla, mağduriyetle, acı yarıştırmayla karşılanan 24 Nisan tarihi yaklaştıkça AKP Hükümeti, “soykırımı tanı” baskısını çeşitli manevralarla savuşturmaya çalışıyor. Her yıl 18 Mart’ta kutlanan Çanakkale anmalarının bu yıl Soykırım Günü olarak kabul edilen 24 Nisan’a alınması tartışma yaratan hamlelerden biri olurken, milliyetçi/ulusalcı çevrelerin “Ermeni terörü” başlıklı etkinlikleri de artıyor. Tabii, nefret söylemleri de.
Türkiye, soykırımı kabul etmemekte neden bu kadar direniyor? Devlet nazarında uzunca bir süre hem iç, hem dış düşman listesinde yer alan Ermenilere bakışta bir değişiklik söz konusu mu? Türkiye’de yaşayan Ermeni yurttaşlar, bugün kendilerini ne kadar güvende hissediyor? Gerçek bir özür için neler yapılmalı?
Yanıtlar için, devlet-gayrimüslim azınlık ilişkileri üzerine önemli çalışmaları olan bir isimle, Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Öğretim Üyesi, Prof. Dr. Ayhan Aktar’la konuştuk.
AKP Hükümetinin gerek Türkiyeli Ermeniler, gerekse Ermenistan’la ilişkilerine dair iki uç değerlendirme var. Kimilerine göre AKP, tarihi adımlar attı. Kimilerine göre ise AKP pragmatist karakterine uygun olarak adım atıyormuş gibi göründü. Erdoğan’ın ‘Affedersiniz Ermeni dediler’ sözünü de hatırlatarak soralım; siz ne dersiniz, Ermeni politikasinda derde deva bir degisiklik söz konusu mu?
Değişiklik hem var, hem yok. Değişiklik bir defa toplumda var. 2000 yılında bir akademisyen kalkıp, “1 milyona yakın Ermeni, Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tarafından öldürüldü” dediği zaman, bu, büyük olay kabul ediliyordu. Hatta bunu diyen insana tehdit mesajları gelebilirdi. 2005’te benim de organizasyon komitesinde yer aldığım Bilgi Üniversitesi’nde yapılan meşhur Ermeni Konferansı’nı polis koruması altında yaptık. Ama artık bugün bu bilgi yaygınlaştı ve olağanlaştı. Evvelden milliyetçi mukaddesatçı dediğimiz o geniş kitle, 1915 Ermeni Soykırımı hakkında tek sesli cevap veriyordu; “Hayır katiyen olmamıştır, dedelerimiz katil değildir” şeklinde. Şimdi o cenah da değişmeye başladı.
Normalleşti mi gerçekten? Türkiye toplumu ‘Evet, Ermeniler soykırıma uğradı’ denilmesinden artık rahatsız olmuyor mu?
Olmuyor. Bir sürü insan dedelerinden duydukları hikayeleri bugüne kadar saklıyordu. Şimdi sorulunca tıkır tıkır anlatıyorlar. Bu önemli. 15 senede ciddi bir bilgilenme, bilinçlenme sıçraması yaşandı. Batı dillerinde yazılmış bütün eserler çevrildi. ‘80 darbesinden sonra formüle edilmiş görüşler bir kenara atıldı. Neydi bunlar? “Efendim, Ermeniler, işgalci Rus ordusuyla işbirliği içine girdiler, lojistik hatlarımızı arkadan vurmaya çalıştılar ve de isyan ettiler. Biz bunları tehcir ettik. Ölenler de tehcirde öldü. Hava soğuktu, tifüs salgını vardı, dolayısıyla yolda yürürken telefat oldu.” Bu görüş kısmen terk edildi. İsyan, silahlı ayaklanma kısmı duruyor, ama burada bir esneme var. Ve bu esnemenin sonucu olarak da geçtiğimiz yıl, uzaktan bakınca tuhaf görünen ama 99 yıl sonra gelen bir “başınız sağ olsun” mesajı var. Kâğıt üzerinde bakarsanız, “Başsağlığı 99 sene sonra mı dilenir?” Olmaz öyle şey, ama bizim siyasette bunun da bir anlamı var.
Nedir?
Şu; o zamanın Başbakanı Erdoğan, bir anlamda “Kimse ölmedi” lafını ortadan kaldırmış oldu. Başsağlığı mesajı varsa, ölüm vardır.
Ya olumsuz tarafı?
Olumsuz taraf için biraz gerilere gidelim; 1918’in Kasım ayının 13’ünde İstanbul’a 60 parça müttefik donanması gelir ve limana demirlerini atar. İstanbul halkı için bu bir travmadır. Meclis de bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi’dir. Meclis toplanır, “Biz savaşa niye girdik, biz bu işgali niye yaşıyoruz?” tartışması başlar. Bu tartışma içinde 1914 seçimlerinde Meclise giren gayrimüslim milletvekilleri de vardır. Bunlar ilk defa Ermeni soykırımı meselesini dile getirirler ve tartışma ağır bir şekilde sürer. Mecliste çoğunluğu oluşturan İttihat Terakki mebusları, “Doğru, Ermeniler de öldü ama biz de öldük. Savaş meydanlarında kefensiz yatan ağabeyimiz, babamız, kardeşimiz var” diye bir savunma hattı geliştirdiler. Yani gayrimüslimler kendi mağduriyetlerini dile getirdikleri zaman, hâkim unsur olan Müslüman Türkler de “Ama biz de öldük” derler. Ve bu değişmedi.
Bugüne kadar 18 Mart’ta yapılan Çanakkale Zaferi kutlamalarının, bu yıl 24 Nisan’a alınması, değişmeyen tarafa mı dâhil? Acıları yarıştırma refleksinin tezahürü mü?
Evet, bu devlet aklının değişmeyen taraflarından! Bu memlekette ‘Şehitler Günü’ olarak kutlanan 18 Mart, müttefik İngiliz, Fransız donanmasının Çanakkale’yi geçmek üzere büyük bir saldırıda bulunduğu gündür. O gün büyük bir Boğaz savaşı yaşanmıştır. Çanakkale’deki 100 bin civarındaki şehit, bu çerçevede dile getirilir. Ama bu yıl Çanakkale anmaları birden 24 Nisan’a attırıldı. Üstelik Ermenistan Başkanı da davet edildi. Bu olacak şey değil! Yalnız bu arada ilginç bir şey oldu. Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu, “Ermenistan Başkanını da davet ettik, çünkü Çanakkale’de Ermeniler de savaştı” dedi. Bu benim için sürpriz.
Neden şaşırdınız?
Çünkü bu şu ana kadar reddedilen bir şeydi. 2012’de, Çanakkale Savaşı’nda yer alan Sarkis Torosyan adlı bir Ermeni topçu yüzbaşısının anılarını yayına hazırlamıştım ve kıyamet kopmuştu. Genelkurmay Başkanlığı resmi açıklama yaptı, “Çanakkale Cephesi’nde Sarkis Torosyan diye bir subay yoktur” diye. Hürriyet gazetesinin birinci sayfasına haber oldu bu iş. Bu anı kitabının tamamen palavra olduğunu, bu adamın hiç Çanakkale’de bulunmadığını ispatlamak için bir tarihçi Taraf gazetesine 34 tane makale yazdı; diğeri de 300 sayfalık reddiye kitabı hazırladı. Sonra biz Torosyan’ın ailesini bulduk, torunundan bir takım evraklar aldık. Bu kez de o evrakların sahte olduğunu ispatlamak için makaleler yayınladılar. Şimdi 2,5 sene sonra, küt diye “orada Ermeniler de savaştı” deniliyor. Aman ne iyi! Ortaya çıkan belgelere göre, Çanakkale cephesinde savaşanların yüzde 9’unun Ermeni, Rum, Yahudi gayrimüslimler olduğu açık. Gel gelelim, 24 Nisan, 250 Ermeni aydını ve siyasetçisinin bugünkü İslam Eserleri Müzesi’nin bodrumuna tıkıldığı ve daha sonra Anadolu’nun çeşitli kasabalarına sürgüne yollandığı, önemli bir kısmının öldüğü bir gün. Ne yapıyoruz biz? Ermenilerin mağduriyetini simgeleyen o günü Çanakkale ile örtmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de bugüne kadar kamuoyu tarafından bilinmeyen şeyleri en üst düzeyde telaffuz ediyoruz, “Ermeniler de savaştı valla” diyoruz. Dolayısıyla evet, değişim oluyor ama zikzaklarla oluyor.
1918’deki tartışmalarda “acılar yarıştırılıyor” dedik ya; Kozan Mebusu Matyos Nalbatyan Efendi var. Adam kalkıyor “Peki” diyor, “Biz de mağduruz, diyorsunuz. Ben bunu kabul ederim, Türkler de serhadlerde vatanı korurken ölmüşlerdir, ama iki ölüm arasında fark var. Bizimkinde mezellet (alçaklık), sizinkinde kahramanlık var.” Yani, mağduriyet edebiyatı yapanlara en iyi cevabı 1918’de Matyos Nalbatyan vermiştir.
Bir yıl önce taziye mesajı yayınlayan AKP’nin, bu yıl Çanakkale Savaşı yıldönümünü 24 Nisan’a alarak geçen yılki tavırdan U dönüşü yapmasının nasıl bir mesajı var?
Ben bunu bir U dönüşü olarak görmüyorum. Bir defa haziranın ilk haftasında seçim var. Dolayısıyla bugünlerde AKP iktidarı tarafından bu konuda bir açılım beklemiyorum. Hatta bu zikzaklar, seçim sathı mailine girdiğimizi bize net olarak gösteriyor.
Seçim sonrasında soykırımı tanıma söz konusu olur mu peki?
Benim şahsi kanaatim olumsuz. Ama bazı sivil toplum örgütleri, Türkiye Cumhuriyeti devletine soykırım yapılmış olduğunu kabul ettirmek gibi bir amaçla ortaya çıkıyor. Bence bunun bir anlamı yok.
Neden?
Ben Ankara’daki gri takım elbiseli adamların “Evet, soykırım oldu” diyebileceğini hiç sanmıyorum. Hiçbir zaman demezler. Ya da herhalde ben görmem. Bu nedenle onlarla uğraşmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de kendisini aydın, entelektüel sayan insanların hitap etmesi gereken grup sokaktaki insandır. Benim kısa vadede devletin kanaatini değiştirmem zor. Yüzbaşı Torosyan tartışması ile Ermenilerin de vatan savunmasında yer aldığını itiraf ettiler ama soykırımı kabul etmeleri biraz zor.
Ama devletin kanaatleri, toplumun görüşlerinin oluşmasında etkili değil mi? Devlet özrünün, toplumun yaşanan büyük acı ve mağduriyetleri başka türlü görmesi, yakınlık kurması arasında bir paralellik yok mu?
Paralellik var tabii. Paralel demek iki çizgi demektir, ama ben alttaki çizgiyi ciddiye alıyorum. Bir sosyal bilimci olarak görevim, bu konuda yazıp çizmek ve ortalama vatandaşı aydınlatmaya çalışmaktır. Benim Ankara’daki bürokratlara veya seçilmiş devletlü takımına bir şeyleri ispat için bir mücadeleye girmem anlamsızdır.
İYİ NİYETİN BAŞLANGICI AKILLI SİYASETTİR
Türkiye’nin her 24 Nisan’da yaşadığı ama 100. yılda daha da artmış görünen endişesinin nedeni ne?
Bütün bu soykırım tartışmaları, göçe zorlamalar vs. işin sonunda mal mülk meselesidir. Amerika’da sigorta şirketlerine Ermenilerin açmış olduğu bir takım davalar var. Bunu daha bir anlaşılır hale getirmek için isterseniz Loizidou davası olarak bilinen, Kıbrıslı bir Rum hanımın AHİM’e açtığı davayı hatırlatalım. Rum Hanımefendi, Girne’deki minnacık bir evi için çok büyük bir para aldı. Türkiye tazminat ödemeye mahkûm olunca, Kıbrıs’ta bir gayrimenkul komisyonu kuruldu. Bu komisyon işlemlerinde her zaman avukatlar devreye girer, bu işten ekmek yemek isteyen birileri her zaman çıkar ama bu işliyor. Gidişat biraz böyle olacaktır. Ondan korkuyorlar benim görebildiğim kadarıyla. Bunlar çözülmez mi, tabii ki çözülür. Yeter ki iyi niyet olsun. Ama iyi niyetin başlangıcı akıllı siyasettir. Akıllı siyaset aşamasına inşallah geliriz.
Yarın Başbakan Ahmet Davutoğlu kalkıp “1915’te Ermeni soykırımı olmuştur” derse ne olur?
Bir, AKP yüzde 5 ile 8 civarında oy kaybeder. Ve bu oy muhtemelen MHP’ye gider. Bu tek başına bir sebep olabilir AKP açısından. İki, “Hayır, katiyen benim dedem katil değildi” diyen bir takım adamlar sokaklara çıkar. Dolayısıyla böyle sert laflarla bir günde değişim olmaz. Değişim çok zikzaklı bir iştir. 10 sene önce Ermeni Konferansı düzenlerken, kapıda Doğu Perinçek takımı, katılımcılara yumurta atıyorlardı. Tuhaf bir tabloydu. Ama o tablo geride kaldı. Diyeceksiniz ki, o dönemde “Bu konferans Türk milletini sırtından hançerlemektir” lafını eden Cemil Çiçek hala etrafta geziyor? Evet geziyor. Eminim onun şahsi fikirleri çok fazla değişmemiştir. Ama dünya değişti. İçinden geçiriyorsa da artık yutmak zorunda... Çünkü şu anki AKP siyaseti bile o sertliği kaldırmaz. AKP içinde bu sertlikte laf eden, siyaseten tasfiye olabilir.
ŞİZOFRENİK BİR DÖNEM YAŞIYORUZ
Bugün Türkiye’nin gayrimüslimleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kullanmayı çok sevdiği “millet”, “milli irade” kavramları içine dahil edilmiş midir?
Edilmemiştir. Millet tanımımız her şeyden önce Sünni’dir. Türk veya asimile olmaya müsait gruplardır. Kürttür, Boşnak’tır, Arnavut’tur, Çerkez’dir. Türk milliyetçiliği, asimile edemediğini ayırımcı politikalarla cezalandırır. Yani siz “Ne mutlu Türküm” diyebiliyorsanız hakikaten kariyerinizin önü açıktır. Ama “Ben Kürtlüğümü, Ermeniliğimi, Rumluğumu muhafaza ederek bakan olacağım, müdür olacağım” dediğiniz zaman problem çıkar. Azınlık mallarının iadesi, AKP’nin tarihi adımlarından biri olarak değerlendiriliyor. O cephede de sorunlar var ama zaten size ait olan gayrimenkullerin 100 yıl sonra iade edilmesi, mağduriyeti telafi eder mi? Ek olarak, bir yandan malların iadesi gibi adımlar, bir yandan ‘Afedersiniz Ermeni’ lafı. İkisi bir arada nasıl oluyor?
Şizofrenik bir dönem yaşıyoruz. Aynı anda ikisi birden var olabiliyor. “Afedersiniz Ermeni” ve Hrant Dink davasındaki bir takım zikzaklar, sonra İsrail ile ilişkilerle ilgili olarak Yahudi toplumunun korkuları… Bunlar da işin negatif tarafı. Ama görebildiğim kadarıyla AKP Hükümetinin malları iade etmesi, Ermeni vatandaşlarımız açısından gayet olumlu karşılanan bir şey. Yine AKP Hükümeti sırasında Türkiye’deki gayrimüslim azınlıkların dini liderleri birtakım törenlere, toplantılara katılır oldular, bu da olumlu bir şey.
Özür, yüzleşme ve iyileşme süreçleri için oldukça önemli. Dolayısıyla özrün nasıl dileneceği de. Sizce özür nasıl olmalı?
Ermenistan’la diplomatik ilişkileri başlatmak, kapıyı açmak, oraya elçi tayin etmek, bir resmi gezi yapmak… Bunlar çok sembolik şeylerdir ama anlamlı adımlardır. Siyaset artık 21. yüzyılda sembollerle yapılan bir şey. Eski Batı Almanya Başbakanı Williy Brandt’ın 1970’te Varşova Gettosu önünde diz çökmesinin fotoğrafı hala insanların kafasındadır. Yüzleşme, bu şekilde olacaktır.
2015’İN FİYATI YÜKSEK OLABİLİR!
Amerikan Başkanı’nın 24 Nisan’ı soykırım olarak nitelememesi için Türkiye’nin yoğun temaslarda bulunduğu, bunun için lobilere yüklü paralar ödediği vs söyleniyor. Bu çerçevede geçtiğimiz günlerde bir gelişme oldu; Türkiye, milyar dolarlık füzesavar sistemi ihalesini 24 Nisan sonrasına bırakınca, geçtiğimiz şubat ayında Amerikan Temsilciler Meclisi’ne gelmesi planlanan Soykırım Tasarısı ertelendi. Ankara’nın, ihalenin taliplerinden olan ABD ve Fransa’nın tutumuna göre karar vereceği söyleniyor. Son zamanlarda soğuk rüzgarlar estiği söylenen ABD-Türkiye ilişkilerini de düşündüğünüzde, sizce nasıl bir karar çıkar?
Belirttiğiniz gibi her sene Amerikan dış politikasını düzenleyen kişi ve kurumların böyle tasarıları kongreye gider ve işin sonunda Ankara’dan belli bir takım tavizler koparılarak bunlar hasıraltı edilir. Bu sene de bunu yaşayacağız. Ama 2015’in fiyatı yüksek olabilir. Göreceğiz...
ERMENİSTAN’LA İLİŞKİLERİ ABDULLAH GÜL ÇİZGİSİ YUMUŞATTI
Son yıllarda Ermeni Soykırımı’nı anlatan/belgeleyen kitaplar, belgeseller, filmler, sözlü tarih çalışmaları, fotoğraf sergileri oldukça yaygınlaştı. Tüm bu üretimler, toplum yargısını değiştirmede etkili oluyordur kuşkusuz ama devlet politikası üzerindeki etkileri için ne söylersiniz?
Toplum bazında, yani o paralelin alt çizgisindeki etkileri dediğiniz gibi olumlu. Ha bu yukarıyı etkiler mi? Bir yere kadar etkiler, bir yere katar etkilemez. Niye? Çünkü Türkiye’nin dış politika tercihleri var. Ama bir yandan da bu tercihleri değiştirmek çok kolaydır. Yıllar önce söyledim: Bir, Ermenistan’la diplomatik ilişkileri başlatırsınız; iki, kapıyı açarsınız, hatta ismine jest yaparak Hrant Dink dostluk kapısı dersiniz; üç, kapıdan Erivan’a kadar olan yolu da rica edersiniz karayollarına, duble yol müteahhitleri yapabilirler. Bütün bunlar olduktan, oraya elçi atandıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan gider, resmi ziyaretini yapar. O resmi gezide resmen Soykırım Anıtı’na gitmez. Ama sabah erken kalkar, Emine Hanımı da yanına alır, gider bir Fatiha okur. Onun okuyacağı Fatiha’nın, benim okuyacağım Fatiha’dan daha büyük etkisi vardır. Dolayısıyla bunu yaptığın zaman bu işin yüzde 70’i, 80’i çözülmüş olur.
Bunu yapacak bir irade, yönelim var mı peki?
Hayır, bu iş yapılamayacak durumda. Çünkü dış politikasında Kafkaslarda Azerbaycan’ın koyduğu bir ipotek var. Bunun ucu petrole, gaza dayanıyor olabilir ama bu ipotek sürdüğü sürece Türkiye bu açılımı yapamaz. Ve unutmayın, Abdullah Gül’ün futbol maçına gitmesi, sonradan geri alınan yumuşama protokollerinin İsviçre’de imzalanması, bütün bunlar Abdullah Gül çizgisidir, Erdoğan çizgisi değildir. Onu da ayıralım. Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı dönemi, Türk diplomasisi açısından, Ermenistan’a karşı iyi niyet yaklaşımı bakımından önemli bir dönemdir. Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olunca bu süreç değişti. Tayyip Erdoğan imzası egemen olmaya başladı. Ve o imza da Azerbaycan’ın petrol, gaz gibi maddi menfaatler çerçevesinde şekillenmiş dış politikasını etkiliyor.
Karabağ ve Hocalı katliamı meselesi acıları yarıştırma başlığında Türkiye’nin sürekli gündeme getirdiği iki başlık. Abdullah Gül çizgisi, Azerbaycan’ın Karabağ ve Hocalı katliamı meselesinde koyduğu ipoteği nasıl aştı peki?
Futbol diplomasisini hayata geçiren diplomatların çok önemli bir prensibi vardı bu açılımı yaparken; “Karabağ’ı çözemiyoruz, o zaman Karabağ üzerine ikimiz de laf etmeyelim, denklemin dışına taşıyalım.” Böyle davranarak Türkiye Ermenistan ilişkilerinde önce futbol diplomasisi geldi, arkasından protokoller vs. imzalandı. Ama Tayyip Erdoğan çizgisi Karabağ’ı yine içeri taşıdı, protokolleri gebertti. Hocalı’da evet bir katliam ve soykırım yaşanmıştır. Ve şu an Ermenistan’ı yöneten Başkan Sarkisyan siyasi seçkinler, Karabağlı insanlardır. Yani bu işin bir de biyografik tarafı vardır. Dolayısıyla bugün “Ermeni Soykırımı vardır” diyenlerin, “Evet Hocalı’da korkunç bir şey olmuştur” demeleri lazım. Ben ayrıca ilerici Ermenilerden de bunu beklerim. Erivan’dakiler demiyor olabilir ama diasporada, Türkiye’de de bunu söyleyenler var.
CHP’NİN ELİ AYAĞI BAĞLI
CHP’nin 100. yılla ilgili sessizliğini nasıl yorumluyorsunuz?
Doğu Perinçek’in “soykırım olmamıştır dediğim için yargılanıyorum” algısı yarattığı Strazburg’daki davaya Deniz Baykal ve saz arkadaşlarının Perinçek’in arkasında coşku içinde dizilmeleri aslında bir şey söylemektir.
Tek tek CHP’lilerle konuştuğunuz zaman onlar da “Kötü şeyler oldu, bu katliamdır” falan diyorlar. Ama partinin üst yönetiminin bunu söylemesi önemli. Böyle bir açıklama partinin tümünü bağlar çünkü. Tümünü bağlarsa CHP’nin meşhur bir İzmir seçmeni vardır. İzmir derken, kumsallar seçmeni. Bu kumsallar seçmeni biliyorsunuz, BDP konvoyuna taş atan ekiptir aynı zamanda. Kürt falan dediğiniz zaman tansiyonu çıkan insanlar. Dolayısıyla CHP’nin soykırımla ilgili sizi beni tatmin edecek bir açıklama yapması, oralarda oy kaybetmesi anlamına gelecektir. Yani yine seçim... Bu çerçevede benim gördüğüm kadarıyla CHP’nin eli ayağı bağlı. Ama bu kadar korkunun da ecele bir faydası yoktur, öyle diyeyim!
ERDOĞAN’IN MİLLİ ŞEF REJİMİ REFERANDUMDA YÜZDE 50 ARTI 1 ALAMAZ
HDP’nin seçimlere parti olarak giriyor olmasını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? HDP baraj altında kalırsa 7 Haziran sonrası nasıl bir parlamento, Türkiye tablosu yaşayacağız?
7 Haziran seçimlerinin en önemli değişkeni, HDP’nin parti olarak giriyor olması. Benim samimi dileğim inşallah yüzde 10’nu geçerler. Ama çok da ümitli değilim. Bu Türkiye tuhaf bir ülkedir. Oylarımıza sahip çıkmamız lazım. Okulum Haliç’te olduğu için her sabah ve akşam AKP İl Merkezi önünden geçerek işyerime gidiyorum. Akşamları geçerken bina önünde büyük bir kalabalık görüyorum. Epeydir sandık müşahitlerini eğitiyorlar.
Şimdi, Türkiye genelinde166 bin 600 sandık var. 166 bin 600 sandıktan hepsinden HDP’ye oy çıkmaz. Dolayısıyla bunun 66 bin 600’ünü attım. Ama 120 bin sandıkta müşahit bulundurmak lazım. Bu çok önemli bir iş... HDP’nin parti örgütü buna yeterli mi, benim şüphelerim var. Dolayısıyla yüzde 10 zorlanması gereken bir sınır falan ama yüzde 90 katılımda 5 milyon oy almanız lazım bir; bunu resmileştirmeniz lazım, iki. Alır mı, almaz mı, inşallah alır diyorum, ama alır da resmileştiremezse son derece tatsız bir durum.
Resmileştirilmesine ilişkin kaygılarınızın gerçekleşmemesi için ne yapmalı?
Bunun çaresi 120 bin adamı oraya dikmek. İkincisi de, sandık başında olmak tek başına yetmez, bu arkadaşların haklarını, ne yapacaklarını da biliyor olmaları lazım. Kaygılarım bunlar. Eğer HDP geçemezse durum çok tatsız. Çünkü bunun anlamı 360-370 AKP milletvekili demektir. Ben sosyal bilimci olarak romantik laflara çok inanmıyorum, yani “Efendim biz sine-i millette de siyaset yaparız” laflarına çok fazla itibar etmiyorum. Bunu söyleyenleri anlıyorum ama ben çok fazla itibar etmiyorum. HDP’nin parlamentoda olmaması çok büyük kayıptır. Bildiğim bir şey daha var; bu memlekette Tayyip Erdoğan’ın istediği milli şef rejimi, referandumda yüzde 50 artı 1 oy almaz. Dolayısıyla o işleri parlamentoda 367’yi bulup halletmek isteyecektir. Bu çerçevede HDP’nin durumunu, önümüzdeki 4-5 yılı belirleyecek bir durum olarak görüyorum ve biraz da endişe ile izliyorum.
Evrensel