19 Ocak 2015
Yıl 1990, yer Danimarka. Burslu olarak gittiğim bu ülkede, bir firmada araştırmacı olarak çalışıyorum. Belli bir süre sonra Danimarkalı bir araştırmacı, bekâr olduğumuz için benimle birlikte genç Fransız’ı evine yemeğe davet ediyor. Fransız çok memnun ama ben biraz tereddütlüyüm.
Daveti kabul ediyoruz. Fransız, ortak hediye için şarap almamızı teklif etse de, ben bir demet çiçeği tercih ediyorum ve Fransız’ın arabasıyla verilen adrese gidiyoruz.
Son derecede güzel, temiz bir çiftlik ve çiftlik evi. Ev sahibi ve eşi bizi kapıda karşılıyor. 100 yıllık ev sade, basit ve klasik eşyalarla donatılmış. Batıda alışılmadık şekilde üç çocuklu ailenin öğretmen olan hanımına üç çocuk sahibi olmanın sırrını soruyorum. Görünüşte güzel olmayan ancak çok güzel bir kalbe sahip olan hanımefendiden cevabı “AŞKIN ÜRÜNÜ” oluyor.
Bu güzel duygununun karşılığın kocasından da “O BENİM HER ŞEYİM” cevabını alarak yanağına konan bir öpücükle ödüllendiriliyor ve hep beraber gülüşüyoruz. Aile, yardım almadan meyve ağırlıklı tüm çiftlik işlerini de hanımefendi ağırlıklı kendileri yapıyor.
Sofraya oturuyoruz ama benim kaygım devam ediyor. Bizde ki gibi alıştığımız şatafatta olmayan sofra, eski bir ahşap masa ve yüksek koltuklu sandalyalardan ibaret. Ortada, sırlı toprak çanakta bir salata, gösterişsiz tabaklar ve bezden peçeteler. Çocuklarla beraber toplam yedi kişi oturuyoruz.
Bu arada yemekte müzik tercihimin klasik veya çağdaş olduğu soruluyor, tercihim Türk müziği olsa da, “klasik müzik” olarak söylüyorum. Eski denecek bir sistemden odanın her tarafında Mozart’ın “TÜRK MARŞI” çalıyor. Şu inceliğe ve nezakete bakınız.
Esas sürpriz şimdi geliyor. Ev sahibi, benim kaygılarımı anlamış olacak ki, yemek öncesi: “KÖFTE İÇİN ETİ HELAL ÜRÜN SATAN BİR TÜRK KASABINDAN ALDIM, İÇECEĞİ BAHÇEMDE Kİ MEYVELERDEN KENDİ ELLERİMLE HAZIRLADIM, HİÇBİR DOMUZ ÜRÜNÜ DE YOKTUR” diyor.
Yıl 1978, yer Konya-Ilgın. Şeker Sanayi’nde işe yeni başlamış genç bir mühendisim. Yedi kişilik ekip halinde Ankara’dan Konya’ya, Ilgın Araştırma İstasyonunda yapılan çalışmaları görmek üzere geliyoruz. Öğle yemeği için yeni inşa edilen Ilgın Şeker Fabrikası yemekhanesinde mola veriyoruz. Gruptan dördü eski, üçü yeni işe girenler ve gruptan biri müdür, diğer üçü şef. İçlerinden biri benim Şefim, garsondan bir küçük istiyor ve birazdan küçük geliyor. Şef, bana hitaben;
“Bardağını uzatır mısın?” diyor. Bir an şaşırıyorum ve
“Neden?” diye soruyorum, karşılığında sert bir tavırla;
“Uzat bardağını diyorum sana!”, diyor.
“içmem” ısrarıma rağmen,
“UZAT YOKSA TEPENDEN DÖKERİM”.
Her sonuca katlanmayı göze alan genç adam;
“DÖK DE GÖREYİM!” diyor.
İşte yaşanmış iki olay. İkincisi yıllar yılı söylendi ve özellikle gençler arasında yankı buldu. “Mahalle baskısını” kimlerin yaşadığını ortaya koyma açısından dikkate değer, sanırım.
Allah’a emanet, hayra muhatap olunuz, efendim.