17 Eylül 2013
Üç genç kadın koşuyordu. Üçünde de can korkusu. Birinin kucağında bir yaşlarında toraman bir erkek çocuğu. İkisinin adı Meryem, birinin adı ise Emine idi.
Adına Ermeni kaçkaçı dedikleri felaketin içinden sıyrılmış koşuyor, koşuyorlardı.
Bir gün önce birdenbire alındıkları köylerinden atlılar eşliğinde tüm gün yürümüş, yürümüşlerdi. Nereye gittiklerini götürüldüklerini bilen yoktu. Atlılar birdenbire içinde bulundukları ve yorgunluktan bitap düşmüş gruptan önce erkekleri kurşunlamaya başlamışlardı ki, genç ve atak olan bu üç Ermeni kadını bir araya gelerek "Canımızı kurtarmak için koşalım !" dediler ve can havliyle tepeyi aşmayı başardılar. Çocuksuz olan iki kadın arayı açmış, kucağında çocuk olan Meryem ise yavaşlamaya ve takatten düşmeye başlamıştı.
Öndeki kadınlardan biri Meryem`e bağırdı. "Silah sesleri yaklaşıyor. Çocuğu sakla bir yere, kavuş bize kurban olayım !" dedi.
Meryem öz oğlunu nereye bıraksın, nasıl yabana güvensin ? Yapamıyordu. Bırakamıyordu bebesini !
Bebekse bakmaya kıyamayacak güzellikte, sarışın bir bebekti. Hangi ana bebesini yabana atabilirdi ki ?
Sonunda koşmaktan gücünün kalmayacağını anlayınca, patikanın kenarında bir kayanın dibine bebesini oturttu ve başındaki eşarpı onun başına bağladı. Zira güneş çocuğu yakar kavururdu. Koştu ileriye doğru. Neredeyse arkadaşlarına kavuşacak ki bebesi çığlık çığlığa ağlıyor. Döndü baktı zavallıya. Bebek yüzünü açmış, anasına bakıyor ve eliyle gel gel ederek " Ana, ana !" diye ağlıyordu.
Geriye dönüp bir daha kavuştu yavrusuna. Aldı, koştukça koştu ama ne mümkün ilerlemek. Tekrar bir yokuşu tırmanıp tepeyi aşmaları gerekiyordu. Geriye döndü ki bir önceki tepede koşanlar toz duman içinde ve silah sesleri ard arda patlıyor. Bir süre daha koştu. Tekrar gücü tükenip çocuğu kolları götüremez olmuştu. İstemese de çocuğunu aynı şekilde bırakıp ileri koşmaya başladı. Tepeyi aşarak iki arkadaşına kavuştu. Vakit akşama yaklaşmıştı. Alt tarafta bir köy gözüküyor, köpek sesleri geliyordu." Gel" dediler,diğer kadınlar: "Köye yetişirsek İnşallah canımızı kurtarırız! "
Nefes nefese ayakları kan içinde köye vardıklarında yaşlı birkaç kadın olanları öğrendi ve onları Kiya`ya götürdü. Köyün merhametli ve hatırı sayılır bir yaşlısı olan Kiya onları gizlenecekleri emin bir yere gönderdi. Dediği dedik bir yöneticiydi.
Tehlike geçmiş ortalık durulmuş, fakat Anadolu köylüsü yüzyıllarca birlikte yaşadığı Ermenilere yapılanlara üzülmüş, üzülmüştü. Başka ne yapılabilirdi ki ? Ne yazık ki herkes, okumamış, okutulmamıştı. Kim kimden hesap soracaktı ?
Kiya, Ermeni Meryem`i köyün en yoksullarından, geçimini bile zor karşılayan Ahmet adlı bir delikanlıyla evlendirdi. Emine`yi Mustafa adlı birine, diğer Meryem`i de başka bir yoksul köylüye verdi. Aradan yıllar geçip acılar küllenince üçü de köye uyum sağlayıp yaşamlarına devam ettiler.
Ancak yine de cahil halk adlarının önüne "Gavur" sıfatını koymuştu bir kere. Adları "Gavur Emine, Gavur Meryem" diye anılıyor, hep öyle çağrılıyorlardı. Eski acı dolu günler geçmiş, birer yuva kurmuşlardı ama adlarının önündeki bu sıfat bir türlü gitmemişti. Bir de Meryem dağda bıraktığı yavruyu unutmamış, unutamamıştı.
Ermeni Meryem`in kocası değirmencilik yapmaya başlamış birkaç çocukları olmuştu. Biri de Ali idi. Ali de baba mesleğini yürütmüştü. Adına "Değirmenci Ali" derlerdi.
Meryem adlı bu kadını yaşı seksenlerde iken ben de tanıdım. O zamanlar yaşım altı yedi idi. Anam rahmetliye sordum. Zira, kafama takılanları, deyimleri, atasözlerini velhasılı anlamadıklarımı hep anneme sorardım o da bana bıkmadan cevap verirdi.
"Ana" dedim. Bu kadına "Gavur Meryem" diyorsunuz, onun yanında da mı ona aynı şekilde sesleniyorsunuz ?
Anam da: "Olur mu oğlum ? "Gavur" iyi bir şey değil ki yanında söyleyesin. Onun yanında "Meryem Bacı " diyoruz. Çünkü o bizim anamız yaşında. Fakat buraya kaçkaçta geldikleri için böyle deniyor. Aslında çok iyi ve bilgili bir kadın." dedi.
Gavur Meryem`in oğlu Ali`nin üç torunundan biri Elazığ`ın Maden İlçesinde terör mücadelesinde şehit oldu.
Şehir merkezinde şehit cenazelerinin kaldırıldığı camiiye ben de gitmiştim. İşte naaşı eller üzerindeydi. Ortalık ana baba günü gibiydi. Türk Bayrağına sarılı şehit cenazesi musalla taşına konunca bir subay şeceresini okudu. Cenaze namazı kılındı. Hoca üç kere sordu "Hakkınızı helal ettiniz mi ? Herkes içten "Helal olsun! " cevabını verdi. Halk, yöneticiler, subay,astsubaylar, polisler orada ve herkes şehide üzülüyordu. Anası ise herkesten perişandı.
Ermeni Meryem`in Sarışın ve yakışıklı Şehit Torunu musalla taşından alınıp cenaze arabasına doğru hareket ettirilince olan oldu. "Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez !" diye ortalık inim inim inleyince ben dahil herkes gözyaşını tutamaz olmuştu. Bayan polislerin gözlerinden yaşlar akıyordu.Onlar nedense daha çok gözyaşına boğulmuştu. İçimden " Ne de olsa onlarda ana. " diye düşündüm. Haklıydılar. Evlat kaybetmek kolay mıydı ? Hem de yirmisinde.
Orada ana babasından sonra sadece ben biliyordum ki Aziz Şehit, Ermeni Meryem`in torunuydu.
Torunu yıllar sonra yine Güzel Meryem`in gömüldüğü topraklarda defnediliyordu ve işte bir manga asker şimdi de Şehide saygı atışı yapıyordu.
Demem o ki, ana babanızın kim olduğundan ziyade bu memlekete hizmette yarış, insan sevgisi, barış içinde birarada yaşama ve demokrasi önemli. Öyle değil mi ?