11 Mayıs 2012
Laikliğe, modernleşme merakına rağmen bu ülkedeki egemen anlayışın hâlâ `tek din` üzerinden şekillendiğini azınlıklar biliyor.
Başbakan Erdoğan ‘tek din’ dediğinde, “Umarım dili sürçmüştür” diye düşünmüştüm. Yüzde 50’lik bir kitleyi temsil eden ve yakında cumhurbaşkanı olması beklenen bir ismin, “Artık bundan böyle hepiniz benim belirlediğim kimliklere ait olacaksınız” anlamına gelen bir konuşma yapmış olması, bu toprakların hamurundaki gelenekselleşmiş ‘tekçiliğin’ de ötesine geçen bir durumdu.
Bu ülkenin kendini Müslüman ve Sünni olarak tanımlamayan, yani toplumdaki en yaygın ‘kimlik’e ait olmayan insanlarının başına neler geldiğini, resmi tarihin sınırları dışına çıkarak yeni yeni öğreniyoruz.
Malatya’da, sayıları 20’ye bile ulaşamayan Ermeniler, eski mezarlıklarını onarmak ve oraya bir dua yeri yapmak istediklerinde neler olduğunu hatırlayabiliriz. Daha birkaç ay önceydi, Malatya Belediyesi’nin ekipleri, binbir emekle hazırlanan, Ermeni mezarlığındaki düzgün mimari yapıyı bir gecede yerle bir ediverdiler. (O mezarlıkta Hıristiyan olduğu için 5 yıl önce boğazı kesilerek katledilen Alman asıllı Tilman Geske de yatıyor.)
Alevilik de çok farklı bir muamele görmüyor... Her görüşten Alevi, Alevi açılımı başladığından beri cemevlerinin ibadet yeri olduğunu ve bunun bu şekilde kabul edilmesi gerektiğini belirtiyor. Bunca toplantıya ve bunca açılıma karşın hâlâ cemevleri bir statüye kavuşturulmuş değil.
Şunu hepimiz biliyoruz ki bu ülkenin darbecileri de dindarları da ‘misyonerlik’ tehlikesi algılamaktan pek hoşlanırlar. Hıristiyanlık ve Yahudilik, üzerinden komplo teorileri üretilecek kavramlar olarak algılanır. Hatta Alevilik temalı komplo teorileri bile vardır. Farklı kimlikler bir zenginlik kaynağı değil, bir tehlike kaynağı olarak değerlendirilir.
Tek parti diktatörlüğü de tekçiydi
Başbakan Erdoğan, Cumhuriyetin otoriter yapılanmasına, tek parti diktatörlüğüne eleştiriler yöneltmeyi sürdüren bir siyasetçi. Ancak diğer bir açıdan baktığımızda, Cumhuriyetin yarattığı ‘tekçi’ söylemi (ki bu tekçi söylemin içinde bugüne kadar resmen ‘tek din’ yoktu) sürdürmekten vazgeçmediğini, hatta yer yer onu Kemalistlerden de daha çok vurgulayan yaklaşımlar sergilediğini görüyoruz. Türkiye’de tekçilik o kadar köklü ki onu eleştirmeyi hedefleyerek yola çıkanlar bile bir süre sonra (farkında olarak veya olmayarak) onun etki alanına giriyorlar.
Cumhuriyette resmi olarak ‘tek din’ söylemi yoktu ama birçok alandaki uygulamalar tamamen ‘tek din’ciydi: 1920’li yıllarda başlayan ‘ekonominin millileştirilmesi’ uygulaması bir anlamda ‘ekonominin Müslümanlaştırılması’ydı. Çünkü ekonomik alanda etkili olan Hıristiyanlar ve Yahudiler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıydılar ve resmen Türk bile sayılabilirlerdi ama Müslüman değillerdi, asıl ayırt edici özellikleri oydu.
Ekonomi bu şekilde ‘milli’leştirilirken, paradoksal şekilde, Müslüman dindarlar da merkezden dışlandı. Bu ülkedeki Türk, Müslüman ve Sünni kimliklerini taşıyan geniş çoğunluğun memnuniyetsizliklerini ve hissettiği baskıları ise ayrıca incelemekte yarar var. Bu geniş çoğunluk, sürekli kendi kimlik bileşiminin sistem tarafından öne çıkartılmasını acaba ne ölçüde samimi buluyor?
Büyük resme baktığımızda, ‘tek bayrak’, ‘tek vatan’, ‘tek millet’ söylemine ‘tek din’in eklenmesi, bir gerçeği tespit etmekten öte bir anlam taşımıyor. (Hâlâ Vakıflar Kanunu’nun bu ülkenin Hıristiyan ve Yahudi yurttaşlarını ‘yabancı’ diye nitelemeye devam ediyor olması bunun en net örneği.)
Ne olursa olsun, Başbakan’ın dilinin sürçtüğünü söylemesi iyi oldu. Hatta biraz iyimser bakmayı deneyelim: Belki de memleketimizin ‘tekçi’ bir eğitim sistemiyle yetişmiş olan bürokratları, idarecileri bir tereddüde düşebilir ve “Acaba devletin tekçi felsefesinde bir değişiklik mi oluyor” diye düşünebilirler.
Laikliğe, Batı’ya yönelişe, modernleşme merakına rağmen bu ülkedeki egemen anlayışın hâlâ ‘tek din’, ‘tek mezhep’ üzerinden şekillendiğini bu ülkede yaşayan azınlıklar biliyorlar.
Dünya da biliyor.
Biz de kendimizi kandırıyoruz...
Sorun sürüyor.