Koçgiri’de Ermeni Kadın Olmak/ Çileli Ağavni’nin Hayat Hikayesinden bir kesit - Haber Arşivi 2001-2011
22 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Տրե / Օր : Կորդուիք / Ժամ : Զօրացեալ

Haber Arşivi 2001-2011 :

27 Haziran 2011  

Koçgiri’de Ermeni Kadın Olmak/ Çileli Ağavni’nin Hayat Hikayesinden bir kesit -

Koçgiri’de Ermeni Kadın Olmak/ Çileli Ağavni’nin Hayat Hikayesinden bir kesit

Sait Çetinoğlu / Hraç Norşen’in babaannesi Ağavni’nin çileli yaşamını kendini güvende hissettiğ yabancı topraklarda kaleme aldığı, Çileli Ağavni[1] anlatısı, Soykırımdan kurtulan bir Ermeni kızının yaşamından hareketle Ermenilerin bu coğrafyadaki Ermeni Soykırımdan, soykırım sürecinin son noktası Varlık Vergisi’ne ve 6/7 Eylül 1955 İstanbulda devlet eliyle gerçekleştirilen Gayrimüslimlere yönelik olaylara kadarki dönem sürecinde Ermenilerin zor ve çileli yaşamını resmeder.

Bu uzun tarihsel dönemde soykırıma, ölüm yolculuğuna, ihtida ettirilenlere, kurtarılan Ermeni kadınlarının ve çocuklarının Kürtler arasındaki esaretine, Koçgiri’de Topal Osman’ın zulüm ve katliamlarına, cumhuriyet/Kemalizm rejiminin ayrımcı politikalarına, 20 kur’a askerlik, Varlık Vergisinin ve 6/7 Eylül 1955 pogromunun tanığıdır Ağavni . Anlatı Türkiye’nin gayri resmi tarihidir da aynı zamanda.

Ağavni’nin Sıvas’ın Pürk (bugün Yeşilyayla) köyünde başlayıp İstanbul’da noktalanan yaşamı soykırım sürecinin özlü bir anlatımıdır. Soykırım öncesi mutlu yaşamlarından başlayıp sonu belli ölüm yüyüşlerinden geçerek tesadüfen kurtulup bir Kürt aşiretine 0n yıl kölelikten sonra Zara’da ve İstanbul’da devam eden yaşamı bir bakıma soykırım sürecinin tasviridir. Zengin bir tanıklık içerir.

Yazar,Mayrig’i Ağavni’nin ağzından, Suşehri’nin en güzel, en temiz, en bereketli köyü 300 haneli Pürk Köyündeki Ermeni yaşamını tasvir ederken “Pürklü Ermeniler çok az Türkçe bilirdi, komşularıysa iyi Ermenice konuşurlardı” sözleriyle köydeki Ermenilerin sosyal ve ekonomik yaşamdaki dominant karakterini vurgular. Köydeki kültürel ve ekonomik yaşamı tasvir ederken çizdiği portre bugün, değil pek çok kasabada, ilçelerde dahi görülmeyen yüksek kültürel ve ekonomik gelişmişlik düzeyinin tablosunu çizer.

Soykırım süreci, öncesinde Ermenileri terörize etme eylemleri ile start almıştır. Önderler her yerde gözaltına alınıp Ermeni halkı korumasız bırakılmaktadır. “Ah oğlum, köye dönmek için kötü bir zaman seçtin. Burada tatsız şeyler oluyor. Aklı başında, sözü geçen kim varsa karakollara çektiler, mahkemelere gönderdiler. Ne isterler bilmiyoruz. Can yoldaşımı, Garabed’i bile Trabzon’a götürdüler.”

Pürk’te de diğer Ermeni yerleşimlerindeki süreç aynen işler. Uygulamalar bir örnektir. Emirler tek bir ağızdan çıkmaktadır. Tüm Ermeni yerleşimlerinde aynı uygulamalar geçerlidir. “İşte o günlerde bir bölük asker Pürk’ü kuşattı. Evler didik didik arandı. Silahlar toplanıp götürülüyor. İnsanlar dövülüyor, bazıları hapsediliyordu.” Tutuklamadıklarına da gözdağı eksik edilmemektedir: “Seninle daha sonra görüşeceğiz Avedis Efendi!” Adliye daireleri devreden çıkmış. Tek bir Ermeni yargıç önüne çıkarılmamıştır.

Tek örnek Ermeni Soykırımı planı uygulamaya konulmuştur. “Birkaç ay içinde havadaki gerginlik iyice hissedilir oldu. Atlı çetelerin geceleri ev bastığı, yollarına çıkanları dövüp kaçırdıkları haberleri yayılmaya başladı.” Ermeniler önlem almaya çalışırlar. “Bazı büyük evler avlularına gençlerden nöbetçiler koymaya başladı.” Ancak devasa bir plan yürürlüğe konduğundan önlemler nafiledir. “Huzur kaçmıştı artık, kimse kendini güvende hissetmiyordu.” Bu gibi durumlarda güvenlik güçleri görevlerini unutup Türk olduklarını hatırlarlar: “Jandarma karakoluna şikayete gidildiğinde, kumandan biz takibe alırız diyerek şikayetçileri evlerine gönderiyor, ancak saldır ve yağmalar son bulmuyordu.” Ermeniler geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerini düşünmektedirler. Sivil çetelerin yerini resmi çeteler alır: “jandarmalar köydeki bütün gençleri askere almaya başladı. Gidenlerden bir daha kolay kolay haber alınamıyordu. Bazı gençler içinse kaçıp Ruslara karıştı deniyordu. Çevredeki diğer Ermeni köylerinde de durum farksızdı… Güzelim cennet gibi Pürk bir korku köyüne dönmüştü.”

Göz altına alınanlar geri dönememektedirler: “Üzülme canım. Yakında gelirim… Çocukları ihmal etme. O sırada asker güldü: Gelirsin… Gelirsin… Ağavni o askerin yüzünü hiç unutmayacaktı.” Suçlanan Ermeniler yargı kararı olmadan yok edilmişlerdir. Yargıca gerek yoktur yargı zaten baştan verilmiştir. Ermenilere bu coğrafyada yer yoktur. Ermeniler artık başlarına neyin geleceğini anlamışlardır. Olaylara iyimser bakma dönemi geride kalır. Ancak yapılabilecek bir şey de kalmaz. “Beyler artık inanıyorum ki, tek suçumuz Ermeni olmak. Bizim sonumuzu getirmek istiyorlar. Kendilerini bizden çok aşağı gördükleri için bize diş biliyorlar. Şimdi de harpten istifade edip hakkımızdan gelmek niyetindeler. Bunun başka bir açıklaması yok! Bir kaç yıldır, ta ben İstanbul’dayken bu tür laflar işitiliyordu. Eninde sonunda bizi bertaraf edecekleri söyleniyordu. Biliyorsunuz, ben bu söylentilere hiç kulak asmadım. Böyle bir şeyin olabileceğine hiç ihtimal vermedim. Fakat fena yanılmışım. Gerçekleri görmemişim, zamanla şartların değişmiş olduğunu idrak edememişim.”

Artık ermeni olmak suçların en büyüğüdür. Bir Ermeni aydınının köyüne dönüp köyde öğrenci yetiştirmeye çalışması bile komitacılık olarak algılanmaktadır. “Suç işlemedin ha! Sen ve senin gibiler sütten çıkmış ak kaşıksınız zaten! Vatan hainisiniz ve cezanızı çekeceksiniz. Sen, Avedis Efendi. Sana sorayım:Ne var buralarda, neden geri dönüp duruyorsunuz? Demek planlarınız varmış. Ruslar buraları işgal edecek, siz de sözüm ona hürriyetinize kavuşacaksınız! Hepsini anlatın bana!” hüküm zaten verilmiştir. Gözaltına alınanlardan bir daha haber alınamaz. Topluca yok edilirler. Aralarında tesadüfen kurtulan da olur. Bu kişiler katliamların tanıkları olacaktır. “Bir gece hepimizi dışarı çıkardılar. Karanlığın içinde dağ bayır yürütmeye başladılar. Çavuşlardan biri benim çocukluk arkadaşımdı. Hasan. Evlenirken yardım etmişliğim de vardı ona. Yanıma yanaşıp sessizce sıranın en sonunda kalmamı söyledi. Dediğini yaptım. O da yanımda yürüdü… Bir süre sonra bana ‘yavaş yavaş geride kal, sonra da kimselere görünmeden ayrıl, kendini tepelere vur! Can pazarı bu! Dedi. Söylediklerine inanamadım ama bu fırsatı bana herhalde Allah verdi deyip uygun bir anda bir taşın ardına gizlendim. İyice uzaklaştıklarına emin olunca da tepeye doğru kaçıp bir kayanın ardına saklandım. Biraz sonra arka arkaya silahlar patladı. Her şeyi gözlerimle gördüm.”

Önderleri katledilmesinden sonra sıra erkeklere gelmiştir. “ Aradan iki hafta geçmişti ki bir sabah askerler Pürk’ü ablukaya alıp, on beş yaşın üstünde, altmışın altında bütün erkekleri topladılar.” Erkekler gittikten sonra komşulara da bir haller olmuştur: “onlar da sorgusuz sualsiz evlere girip çıkmaya canlarının çektiği eşyaları almaya başlamışlardı.”

Huzursuzluklara açlık ve yoksulluk da eklenir. Ermeniler daha Pürk’ten ayrılmadan “Çevredeki talancılar evlerde bir şey bırakmamış ne varsa toplayıp götürmüşlerdi[r]”. Köy yerine yapılan baskınlardan en fazla nasiplerini alan kadınlardır.”Kadınların hali en kötüsüydü. Genç kızlar kaçırılıyor, vahşi duyguların kurbanı olduktan sonra perişan orta yere bırakılıyordu. Kadınlar, kızlar saklanarak yaşamaya çalışıyorlardı.

Çok geçmeden tehcir adı altındaki ölüm yolculuğu emri gelir. Kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlardan oluşan halk koyun sürüsü gibi köy meydanında ölüm yolculuğuna çıkarılmak için toplanır: “Millet, ellerinde birer çıkınla toplanmıştı. Hepsi şaşkın ve ürkekti. Askerler evlere tek tek girip çıkıyor, saklananları dipçikleyerek dışarı çıkarıyorlardı. Kadınlar sanki cenaze merasimine gidiyormuş gibi siyahlara bürünmüştü… daha onlar köyden çıkmadan, komşularından bazıları evlerine girmişlerdi bile. Ellerine geçirdikleri eşyaları alıp kendi evlerine taşıyorlardı. Vicdan ve adaletin ortadan kalktığı, her şeyi yapmanın mubah olduğu yeni bir devir başlamıştı sanki.”

Nereye varacağı kimsenin bilmediği bitmeyen bir yola yolculuk başlar. “Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yolun sonunun ölüm olduğunu biliyorlardı. Ne ayaklarında kundura, ne de üstlerinde başlarında bir şey kalmıştı. Kafileyi gözlemekle görevli olanlar daha sürgünün ikinci gününüde kadın, erkek, çocuk, bebek demeden herkesi çırılçıplak soymuş, kuşaklarındaki bezlere sarılı altınları, paraları almışlardı. Sonraki günlerde çeteciler musallat olmaya başladı. Askerler onlara karşı hiçbir şey yapmıyor, sadece seyrediyorlardı. “ Askerler, çetecilerin her saldırısında, önce iki el ateşle karşılık veriyor, sonra kafileyi kaderiyle baş başa bırakmaktadırlar. Geçtikleri yol üzerindeki köylüler de saldırganlara ve saldırılara katılmaktadırlar.Köylülerin, Senelerce kanımızı emdiler, şimdi canlarıyla ödesinler! Sözleri Soykırımın örgütlülüğünü ve yerel halkın suç ortaklığını ifade eder. Sürgünler artık günü, geceyi,ayları ve mevsimleri unutmuşlardır. “Günler günleri kovalıyordu.[Ağavni’nin] Nereye gittiklerine dair en ufak bir fikri yoktu. Sanki aynı düz arazilerde dolanıp duruyor, aynı tepeleri inip çıkıyordu.” Bazen kendileri gibi yüzlerce kişiden oluşan kafilelere rastlıyorlardı. Daha kimseyle konuşmadan, onların nereden geldiğini anlamadan, nereye gittiklerini soramadan bu insanlar adeta buharlaşıyor, ortadan kayboluyordu. Bir insan seli, hedefi belirsiz bir yöne doğru akıyordu. Mezbahada ölümü bekleyen koyunlar gibi sıramızı bekliyorduk cümlesiyle durumlarını özetlemektedirler.

Ağavni, tesadüfün yardımıyla Koçgiri Kürt Aşireti mensuplarınca kurtarıldığında, Kürtler arasında 10 yıl sürecek esareti başlayacaktır. Tutsak edildiği köyde Ermenilerin Kürtler arasındaki esaretine, tutulduğu konakta Ermeni mallarının gaspının delillerine tanıklık eder, Kürt Beyinin konağı Ermeni malları ve eşyalarıla doludur. “Konakta da Ermenice yazılı tabaklar, halılar, şamdanlar, el işlemeli sırma ipek örtüleri az değildi. Şu kilisenin, şu manastırın, bilmem hangi zengin ailenin mallarıydılar. Beyler yüzlerce can kurtarmışlardı ama büyük de bir servet yapmışlardı… Kürt köylüleri, günlerce, aylarca Ermeni köylerini talan etmiş, eşeklerle, öküz arabalarıyla yük taşımışlardı.”

1.Savaş bitmiştir. Batı kaynaklı yardım heyetleri Ermenilere yardım içim Anadolu’yu arşınlamakta, Ermein yetimlerini toplamaktadırlar. Ağavni’den de oğlu ve esaret koşullarına rağmen sahip çıktığı Ermeni kızını yardım kuruluşlarına vermesi istenir. Ağavni direnir ve Batının iki yüzlüğünü teşhir eder: “Ben Herşeyimi kaybettim. Kimim, neyim varsa, hepsi ardımda kaldı. Anamı, kocamı, kuzenimi, bütün köyümü kaybettim; altı aylık bebeğimi ormanın ortasında bıraktım. O zaman neredeydi Fransa, Amerika? Olan oldu aradan dört sene geçti, şimdi mi akıllarına düştü, birden Ermeni koruyucusu kesilmek? Kökümüz kurutuldu, kökümüz! O zaman seyirci kaldınız, şimdi mi koruyucu rolü oynuyorsunuz , hangi yüzle?”Ağavni Koçgiri’de karın tokluğuna çalışmaktadır. Arada bir olsa olsa bir başörtüsüyle ödüllendirilmiştir.

Koçgiri’de Kürtler arasındaki esaret döneminde Koçgiri üzerinde yapılan Topal Osman’ın zulüm ve katliamlarına ve Koçgiri İsyanına tanıklık edecektir. Bu kez Ermeni mallarına topal Osman ve çetesi el koyarak Ermeni malları el değiştirecektir. “Köye Topal Osman çetesi musallat olmuş, huzur namına bir şey kalmamıştı. Pürk’te olanlar şimdi de burada başlamıştı sanki. Çeteler köye dalıyor, koyunlara, kuzulara, tavuklara el koyuyor, yiyip içiyor, insanlara eziyet ettikten sonra çekip gidiyorlardı.” Talana iştirak etmeyenlerce bu durum şu sözlerle ifade edilmektedir: “Alan, talan edenleri gördük. Sonra ne oldu? Topal Osman’ın çeteleri gelip talan etti.”

Topal Osman çetesi gün geçtikçe saldırılarını daha da artıracaktır. “Hükümet namına çalışır görünen ve çete gibi hareket eden, vurup kıran, evleri soyan, kızları gelinleri kapıp tecavüz eden üç beş yü kişi bütün yörenin canına tak etmişti… Ermenilerin yerlerinden edilmesini sessizce onaylayan, hatta kimileri ilk saldırganlardan olan bu aşiretler bu sefer benze bir belayla karşı karşıyaydı.” Nihayetinde dayanılmaz zulümlere karşılık Koçgiri’de isyan başlar.

Uzun esaret yıllarında Ağavni, ermeni olarak yaşamanın bir yolunu bulmak için kaçış yollarını düşünür. Sonunda düşüncesini tahakkuk ettirerek Zara’da az sayıda kalmış Ermenilerin yanına gelmeyi başarır. Ancak burada da yaşam kolay değildir. Az sayıdaki Ermenilerin yaşam koşulları iyi değildir. Tehcir’de her şeylerine el konulmuştur, hatta bir kısmı kendi mülklerinde kıracı durumuna düşmüşlerdir. Her zaman var olan korku ile birlikte yaşamalarının yanında her şeye ve her davranışa tahammül etmek zorundadırlar. Her istek yerine getirilmelidir. Kızlarına el konulurken bile İtiraza yer yoktur. Aksi takdirde “Kabahat bizde… Kökünüze kibrit suyu dökemedik!” sözü hazırdır. Fiili durumlarda hiçbir Müslüman komşu bunlara değil yardımcı, tanık bile olmaz şikayetlerinde tek başına kalmaktadırlar. Devletin zaten sahip çıkması düşünülemez. Yöneticiler kör ve sağır rolünü iyi oynamaktadırlar. Bu gibi durumlarda o bir yönetici değil bir Türk olması zorunluluktur. Bir vesile ile devlete başvuran Ermeniler devlet kapısından bir suçlu gibi çıkmak zorunda bırakılırlar.” Kumandan, kahvede veya içki masasında [Ermeni, içki masasına da muhtemelen hesabı ödediği için oturabilmiştir]sohbet edip şakalaştıkları adam hiç değildi. İki yaşlı Ermeni odadan birer suçlu gibi çıktılar.”

İhtida edenler için de koşullar kolay değildir.“Bunların Müslümanlıklarından ne olacak, gavurdan Müslüman olur mu? Bunları sürgün paklar.” Sanki kendilerinin birkaç yüz yıl önce Müslümanlığı kabul etmeleri bir imtiyazmış gibi. Can korkusundan ihtida edenleri aşağılamaktan kendilerini alamazlar. “Ben sizin gibi mühtedilerin cenazesini kaldırmam” diyen hocalara da rast gelinecektir.

1941 yılında bu olumsuz koşullara bir de 20 kur’a askerlik adıyla diğer Gayrimüslimler gibi, Zara’daki tüm eli iş tutan Ermeni erkekler askerlik adı altında Cumhuriyetin amale taburlarında, yol yapmaya taş kırmaya görevlendirilirken, artlarında bıraktıklarıysa açlıkla pençeleşecektir. Ağavni oğlunu amele taburlarına gönderirken diğerleri gibi açlığın pençesine düşüp torunlarını doyurabilmek için erzak dilenmek zorunda kalacaktır. “Zara’da yaşlılar dışında neredeyse Ermeni Erkeği kalmamış, Suren de [Ağavni’nin oğlu]apar topar yirmi Kura ihtiyat birliklerine katılmıştı.” Zaten Uygulama da Gayrimüslimlerin tüketilmesine yönelik bir politikadır. Dilenmek de çare değildir. Ortada verilebilecek erzak da yoktur. Hükümet mahsule daha harman yerinde el koymaktadır. “Tarla sahibi korkusundan memurların haberi olmadan bir teneke buğday dahi alamıyordu.” Toprak mahsulleri kanunu bu sırada köylüleri kavurmaktadır. Bu yetmezmiş gibi bir etnik temizlik mimarı olan İnönü’den altın vuruş gelecektir: Varlık Vergisi. 1. Savaş sırasında gözden kaçanlar 2. Savaş’ın ortamından yararlanarak tüketme imkanı doğmuştur. 20 Kur’a askerlikle ezilen Ermenilerin kaderini Ekonomik ve kültürel jenocid[2] beklemektedir: “Dağ bayır demeden kurulan çadırlarda yatıp kalkıp yol yaparak geçen ayların ardından Suren sağ salim Zara’ya döndü… kazma kürekli nafıa askerliğinin kabusunu üstünden atamadan… Varlık sonunda onları da vurdu.” Vergiyi ödeyemeyenler Aşkale’ye taş kırmaya yol yapmaya, kar küremeye gönderilmektedir. “Gene mi taş kıracağız! Akhisar’ın dağlarından geri döneli kaç ay oldu? [takriben 2 ay kadar] Belimiz kırıldı be! Dünya bir araya gelse bile bu paraları ödeyemeyiz. Nasıl verelim.” İhtida edenlere de vergi vurulmaktan geri durulmaz. Müslüman tefeci Göcük Ahmed’e 20 lira vergi yazılırken “Müslüman kalmış istidacı Yusuf’a bile sekiz yüz lira vergi yazmışlardı.” Ağavni’nin oğlu Suren kendisine konan vergiyi tefeciden yirmi beşten borç alarak öder. Tefeciye olan borcunu ödemek için Suren İstanbul’a gidip çalışacak, para biriktirecek, borcunu ödeyecek ve nihayet çocuklarını, karısını, anasını yanına alacaktı.”

Ağavni İstanbul’da başından geçenleri kaleme dökmek istemesi üzerine uyarılır: “bak bacım, beni iyi dinle böyle şeyler yazma, nerede yaşadığımızı unutma.”

Çileli Ağavni’ye İstanbul’da önerilen yaşam herkes gibi susmaktır: “Sende herkes gibi susacaksın, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edeceksin.” Öğüdü veren bakkal Zadig , Vasilis Kiratzopulos’un Kayıt olunmamış Soykırım , Yeni Dünya Düzeninin itinayla sakladığı utanç uygulaması olarak nitelediği 6/ Eylül’ü[3] işaret eder: “ Senin galiba dünyadan haberin yok. Yakında harp çıkacak, harp! Her tarafa ‘ Ya Kıbrıs ya ölüm!’ diye bağırıyorlar işitmiyormusun? Yedikule sinemasının duvarına insan kanıyla Kıbrıs haritasını çizdiler. Bu ne demek? Patırtı başlarsa Rum’u, Ermeni’yi ayırırlar mı sanıyorsun?” Ağavni şom ağızlı dese de Zadig’in dediği çıkar. 6/7 Eylül 1955’te İstanbul’da Gayrimüslimlerin ev, işyeri, okul ve dini yapıları yerle bir edilir. “Kalabalık bir gürüh sokağın altını üstüne getiriyordu. En önde, ay yıldızlı bayrak taşıyan bir adam vardı. Rum ve Ermeni evlerinin kapılarını kırıp içeri giriyor, ellerindeki sopalarla her yeri kırıp döküyor, eşyeleri pencereden aşağı atıyorlardı… Akşamın bu saatinde bunca insan nereden gelmişti? Aralarında semtin tanıdığı tipler olsa da büyük çoğunluğu yabancıydı. Kiminde koca sopalar, kiminde balta vardı… Gözleri dönmüş, vurup kırmaya susamış bu insanlar, ellişer altmışar kişilik gruplar halinde dolanıyor, ne dükkan ne de ev bırakıyorlardı. Önlerine hangi gayrimüslimin evi ve dükkanı çıksa ‘Vurun!’ diye bağırıyor, kırdıkları dolapları, yatakları, aynaları camlardan dışarı atıyorlardı. Dükkanların vitrinlerini aşağı indiriyor, malları ortaya saçıyorlardı. Civardaki kiliseler ateşe verilmiş, sokakları yoğun bir duman kaplamıştı. ”

Devlet eliyle düzenlenen bu olaylardan iki gün sonra, aynı devlet, olayların komünistler tarafından düzenlendiği yalanı ile rastgele, aralarında romancı Kemal Tahir, yazar Hasan İzzetin Dinamo ve Aziz Nesin’in de bulunduğu, kırktan fazla sosyalisti tutuklamıştır. Bu olayları komünistlere yıkmak fikri o sıralar Türkiye’de bulunan CIA şefi Dulles’e aittir. Devlet tarafından örgütlenen yüz binlerce kadınlı ve erkekli talan sürüsü, ellerinde muhtarlardan aldıkları adreslerle, İstanbul’daki gayrimüslimlerin evlerini, iş yerlerini, hastanelerini, ibadethanelerini ve okullarını talan ederler. Mahkeme zabıtlarına göre, 4.214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğramıştır. Hasarı yaklaşık 150 milyon TL’yi bulmaktadır, bu rakam, o dönemin 54 milyon Amerikan Dolarına eşdeğerdir. DP hükümeti ise zarara uğrayıp tescil ettirenlere 60 milyon TL tazminat öder ki bu miktar zararı karşılamaktan uzaktır. Olaylar sırasında ya da aldıkları yaralardan dolayı sonradan 16 Rum öldü. 32 kişi ciddi biçimde sakat kaldı. ABD konsolosluğu raporlarına göre 50 Rum Kadınının ırzına geçildi. Rum kaynaklarına göre ise bu sayı 200’ü bulmaktadır. Bir papaz da zorla sünnet edilir, kan kaybından komaya giren papaz Yedikule hastanesine kaldırılır. [4]

Ağavni, olaylardan dolayı korku içindedir. Bakkal Zadig’in sözlerini hatırlar, yazdıklarını ateşe vermek üzereyken, torunu engel olmak istese de Ağavni yakmakta direnir. Elinden kaptığı defterden yazılanları, Ağavni’nin çilesini daha fazla okuyamayan, biraz önce Ağavni’yi defterleri yakmaktan caydırmak isteyen torun defteri kendi eliyle sobaya atarak Mayrig’ine sarılır, hiç konuşmadan uzun uzun ağlarlar.

Ne acıdır ki torun, Mayrig’inin hafızasını ancak doğduğu topraklarda değil kendini güvende hissettiği yabancı topraklarda kaleme alabilme ve aktarabilme cesareti bulabilmiştir.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Hraç Norşen, Çileli Ağavni, Yayına Hazırlayan Rober Koptaş, Aras Yayıncılık,2009

[2] Ali Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve Kültürel Jenocid, Y. Haz. Yasemin Gedik Belge Uluslar arası y. 2099.

[3] Vasilis Kiratzopulos, Kayıt Olunmamış Soykırım, İstanbul Eylül 1955, çev.Sonya Özzakar, Pencere yayınları,2009

[4] Sait Çetinoğlu, Özel Harp Dairesi’nin Bir İç hat manevrası: 6/7 Eylül 1955, Resmi İdeoloji Sözlüğü, Ed. Fikret Başkaya, Özgür Üniversite kitaplığı, 2007.





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+