01 Haziran 2011
Yervant Baret Manok ile Söyleşi
Sayın Yervant Baret Manok, bize kendinizi tanıtır mısınız?
1958 İstanbul doğumluyum. İlk ve ortaokul eğitimimi İstanbul’da tamamladım. Sonra İtalya’ya gittim. Venedik’te ünlü bir Ermeni Okulu vardır: Murad-Raphaelyan. Lise eğitimimi orada tamamladım. Yine Venedik’te Ca’ Foscari Üniversitesi’nin Doğu Dilleri ve Edebiyatları bölümünde Ermenice ve Türkçe üzerine eğitim aldım. Daha sonra Fransa’ya yerleştim. Şu anda yaşamımı Fransa’da öğretmen ve çevirmen olarak sürdürüyorum.
Üniversite’de bitirme teziniz Venedik Mıkhitaryan Manastırı’nda sergilenen Türkçe oyunlar üzerineydi -ki belki de bunlar Batılı anlamda ilk Türkçe oyunlardı. Bu proje nasıl ortaya çıktı?
Bitirme tezimi Ermenice ve Türkçe olarak, her iki halkı da ilgilendiren bir konuda yapmam gerektiğini düşünüyordum. Elbette o dönemde dokunulmaması gereken bazı konular vardı, yapacağım tezin onlarla da ilgili olmaması gerekiyordu. Ben de kültürel konularda yoğunlaşmayı seçtim. O zamanki Türkoloji hocam Sayın Asım Tanış ve Armenoloji hocam Sayın Boğos Levon Zekiyan ile birlikte Venedik Mıkhitaryan Manastırı’nda sergilenen Türkçe ve Türkçe-Ermenice oyunlar üzerine çalışmayı seçtim. Bu çalışmanın en önemli boyutu Manstır’în arşivlerini kullanmaktı. Bir kere bu oyunların hiçbiri basılmamıştı. Bunlar Manastır hocalarının bir kaç kez oynanmak üzere kaleme aldıkları oyunlardı. Hepsi çeşitli defterlere çalakalem yazılmış metinlerdi. Herkesin anlayabileceği bir dille yazılmışlardı ama çok sayıda kısaltma vardı. Bu kısaltmaların ne anlama geldiğini çözmek, en az metni okumak kadar zordu. Taradığım oyunlar arasında 25 tane kadar tamamen Türkçe ya da Türkçe’nin kullanıldığı iki ya da üç dilli metinler vardı. Bu çalışma için ayrıntılı olarak ele almak üzere ağırlıklı olarak Türkçe yazılmış üç metni seçtik. Diğer oyunlarda farklı etnik unsurlar kendi aralarında Türkçe konuşuyorlar ama örneğin Ermeniler baş başa kaldığında Ermenice konuşmaya başlıyorlardı. Tabii bütün bu unsurlar konuşturulurken gündelik hayattaki şive ve lehçeler taklit edilmişti. Bazen, örneğin bir Rum ile bir Ermeni birbiriyle konuşurken Türkçe konuşturulmuş ama her ikisinin de kendi şivesi korunmuştu. Tabii tüm bu konuşmalar oldukça anlaşılır biçimde aktarılmıştı. Tamamen halk dili kullanılmıştı, yüksek edebiyat yapma girişimi görülmüyordu. Seyirci grubunu gözümüzün önüne getirelim: Öğrenciler, Manastır çalışanları, o anda Venedik’te bulunan her milletten Osmanlı vatandaşları. Anladığımız kadarıyla gösteriler önce bir Ermenice oyunla başlıyordu. Ağır bir dille yazılmış olan bu oyunlar muhtemelen herkes tarafından anlaşılmıyordu. Ardında daha hafif olan bu komediler sergileniyordu. Değişik milletlerden oluşan bu seyirci grubu için Türkçe ya da yarı Türkçe oynanan bu oyunlar büyük bir yenilikti herhalde. Ama bu oyunların yazarları daha sonra bunları basarak yaygınlaştırma amacını hiç gütmediler.
Venedik’teki Saint Lazar Manastırı ağırlıklı olarak Ermeni Aydınlanması’na hizmet için açılmış, Ermeni dilini ve kültürünü yaygınlaştırma amacını güden bir kurumdu. Böyle bir kurumda Türkçe oyunlar oynanmasını nasıl açıklayabiliriz? Üstelik bunların tarihleri 1790’lı yıllara kadar giden oldukça eski metinler olduğu düşünülürse çok ilginç bir durumla karşı karşıya kaldığımız söylenebilir mi?
Bu konuya bugünkü bakış açısıyla yaklaşmamak lazım. Evet, burası farklı bir coğrafyaydı ama Manastır’a gelen öğrencilerin ve rahiplerin büyük bir kısmı Osmanlı tebaasıydı. Rus Çarlığından da hatırı sayılır miktarda insan geliyordu ama ağırlık Osmanlı vatandaşlarındaydı. Bu insanlar için Ermenice gibi kendi lisanları olan bir başka dili kullanmak çok doğal bir durumdu. Tabii bütün bu konuştuklarımız 1915 öncesi için geçerli. O döneme kadar Ermenilerin gittikleri ülkelerde vatandaşı oldukları yerin dilini ve kültürünü sürdürme eğiliminde olmaları çok normaldi. Ama Dünya Savaşı sonrasında Ermeniler için Türkçe konuşmak her şeyden önce psikolojik açıdan güçleşti. Ayrıca bir başka ayrıntı daha vermek gerekirse, o dönemde İtalya’da Saint Lazar Manastırı Osmanlı devletinin kültürel bir uzantısı kabul ediliyordu. Padişahların okula gönderdikleri teşekkür mektupları Manastır arşivinde saklanmaktadır.
Siz bu çalışmayı 1980’li yılların sonunda tamamladınız. Ondan önce herhalde bu oyunlar hiç gündeme gelmemişti değil mi?
Bu tür oyunların varlığından birkaç satırla da olsa söz edilmiştir. Özellikle Metin And’ın çalışmalarında. Ancak çok ayrıntılı şeyler bilinmiyordu. Zaten bu yüzden hocalarım bana bu konuda çalışmamı önermişlerdi.
Sonuçta siz o metinleri buldunuz ve yayınlanabilecek hale getirdiniz. Daha sonra bu metinler yeterli ilgiyi gördü mü?
Hayır. Ama burada asıl sorumluluk bana aittir. Bu bir bitirme teziydi. Okulu bitirmek için yaptık ve daha sonra unutuldu. Tabii bunda Türkiye’den uzak kalmamın da bir rolü vardı. Bunları yayınlatmaya kalksam kiminle iletişime geçecektim? Uzun yıllar boyunca bir köşede unutuldular. Daha sonra Kritik Dergisi’nden Mehmet Fatih Uslu ile tanıştık. Kendisi Venedik’teki dil okuluna gelmişti. Onun önerisiyle oyunlardan birisini, önüne kısa bir makale de ekleyerek Kritik Dergisi’nde yayınladık. Şimdi de sizin bgst yayınları ile ilgili projeniz bağlamında tekrar gündeme gelmiş oldular.
Metin And’ın bu konuyla ilgili çalışmaları olduğunu biliyorsunuz. Hiç çalışmanızı kendisine iletmeyi denediniz mi?
Hayır. Burada tüm sorumluluk bana aittir.
Peki, bu oyunları genel olarak değerlendirmeniz gerekse Batılı anlamda Türkçe oyun yazma pratiği içerisinde bir başlangıç niteliği taşıdıklarını söyleyebilir misiniz?
Kişisel görüşüm bu metinlerin sanatsal bir nitelik taşıdığının şüpheli olduğu yolundadır. Bunlar gördüğüm kadarıyla belli bir grubu eğlendirmek ve öncesinde oynanan ağır oyunların etkisini hafifleterek seyirciyi rahatlatmak amacıyla düzenlenmiş küçük skeçler. Tabii bu oyunlara eleştirel bir gözle bakmak lazım. Örneğin Yahudi karakterler oldukça itici çizilmiş. Şimdi bu metinleri ele alsak anti-semitist olduklarını bile söyleyebiliriz ama tarihsel olarak bu çok doğru olmaz. Daha çok o bireyin genel bir özelliği üzerinden komedi unsuru yaratılmaya çalışılıyor diyebiliriz. O metinleri kendi dönemleri düşünülerek değerlendirmeye tabi tutmak lazım. Kritik’teki yazımda da belirtmiştim. Günümüzün gelişmiş toplumlarının değer ölçütleriyle baktığımızda olumsuz özellikleri olan bir kişinin, bu olumsuz özelliklerinin yanında etnik kimliğini özellikle vurgulamak, yanlış ve kınanması gereken bir davranıştır. Fakat bu metinlerin yazıldığı dönemde ne Batı toplumlarında ne Osmanlı toplumunda ne de Ermeniler arasında bu olgunluk yoktu.
Bana göre bu metinlerin değeri, edebi niteliklerinden ziyade, henüz ne Ermeni ne de Osmanlı tiyatrosundan söz edemeyeceğimiz oldukça erken bir dönemde, küçük bir Osmanlı toprağı kabul edilen bir adada oynanmış ilk Batılı tiyatro örnekleri olmalarından kaynaklanıyor.
Çalışmanızı bizlerle paylaştığınız için size çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki yakın zamanda daha geniş bir kamuoyu kesimi de bu çalışmaya ulaşma şansını elde edecek.
Gösterdiğiniz ilgi nedeniyle ben de size teşekkür ederim.