25 Nisan 2011
Başlangıç: Haydarpaşa
Birinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürerken 24 Nisan 1915 gününün geceyarısında 240 kadar Ermeni Haydarpaşa'da toplandı. Bağdatexpres, ülkenin en önde gelen bu Ermeni aydınlarıyla birlikte gecenin zifiri karanlığında yol almaya başladı. Turhan Kayaoğlu, 95 yıl sonra bu yolculuğun izlerini araştırdı...
Turhan Kayaoğlu, geçtiğimiz sonbaharda Halep'e gitti, orada yaşayan Ermenilerle söyleşiler yaptı. Döndükten sonra yolculuğunu, izlenimlerini ve tanıklık ettiği hayatları yazdı.
Başlangıç: Haydarpaşa
İstanbul'un Sirkeci garı, Paris'ten kalkan Orientexpres'in son durağıydı. Haydarpaşa ise Antep ve Halep üzerinden bütün Mezopotamya'yı aşarak Bağdat'a ulaşan Bağdatexpres'in kalkış istasyonuydu. Bu istasyonların adlarını çoğu kez ayrılığı anlatan hüzünlü şarkı ve türkülerde dinleriz.
Birinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürerken 24 Nisan 1915 gününün geceyarısında 240 kadar Ermeni Haydarpaşa'da toplandı. Bunlar şairdiler, ressamdılar, hukukçu, dinî cemaat lideri, politikacı ve Osmanlı yönetiminin üst kademelerinde yöneticiydiler.
Bağdatexpres, ülkenin en önde gelen bu Ermeni aydınlarıyla birlikte gecenin zifiri karanlığında Anadolu steplerinin kalbine doğru hızla yol almaya başladı.
Otobüste bir Ermeni
95 Yıl sonra şimdi ben de Haydarpaşa'dan yola çıkıyorum. Şam'la birlikte hayatın kesintisizce sürdüğü dünyanın en eski iki şehrinden biri sayılan ve batıdan doğuya, kuzeyden güneye, kervan yollarının kesiştiği, İpekyolu'nun başladığı o uzak ve gizemli kente, Halep'e doğru. Bağdatexpres yok artık.
Düş kırıklığı içinde Adana trenine biniyorum. Oradan otobüsle Antep'e, sonra da Halep'e geçeceğim. Haydarpaşa'dan gece yarısı 24.00'te kalkan tren, önce yavaşça sonra olanca hızıyla raylarda kaymaya başladı. Yolculuğun 23 saat süreceğini söylediler.
Kompartımana girdiğimde bir gün önce İstanbul'da bir otobüste başımdan geçen tuhaf bir olayı anımsadım. Durakların birinde bir adam binmişti otobüse. Oldukça yaşlı ve uzun boyluydu. Nefes almakta zorluk çeker gibiydi. Orta kapının arkasındaki sırada oturuyordum. Yanımda, pencere kenarındaki yer boştu.
Adam yaklaştı ve önümde durdu. Taksim'de ineceğimi söyleyerek yer vermek için kalktım. "Sizi rahatsız etmek istemem bayım, ama ben hastayım ve mümkünse sizin yerinize oturmak istiyorum" dedi. Biraz homurdanarak yan tarafa yerleştim.
Adamın şiveli konuştuğunu duymuştum, nazik bir tonla nereli olduğunu sordum. "Muşluyum", dedi. Sesimi alçaltarak "Ermenisiniz galiba?", dedim. Şaşırdı ve kaçamak bir bakışla onayladı: "Evet, o Ermeni gâvurlarından biriyim ben".
Hafifçe gülümseyerek "Ermeni gâvurlarından çok dostum oldu benim" dedim. Bir kaç cümleyle karşılıklı söyleştikten sonra elini dizime koydu ve kendisinin de geçmişte birçok Türk dostu olduğunu söyledi. "Ama zamanla çok şey değişti bayım, hâlâ sizin gibi Türkler olduğunu görünce memnun oluyor insan. Sahi, siz Türk müsünüz?".
Nasıl yanıtlamalıydım bu soruyu? Doğrusu üçüncü kuşak Balkan-Kafkas kırması birisiydim ama yaygın deyime göre bir Türktüm. Kendimi hep böyle görmüştüm şimdiye kadar.
Taksim meydanına gelmiştik. Ayrılmadan önce "Size rastladığıma sevindim. Belki bir başka zaman gene karşılaşırız. Hoşça kalın canikom" dedi. "Hoşça kalın sevgili gâvurum", dedim.
Yüzlerimizi kaplayan sıcak bir gülümsemeyle el sıkıştık. Gözlerinde hem derin bir acının hem de mutlu bir ifadenin dalgalandığını gördüm.
Unutulmaz dostum Bebo
Tren bütün hızıyla yol alıyordu. Kompartımanın pencere camını aşağıya indirip yatağa uzandım ve bu kez de kendimi Bebo'yu düşünürken buldum. Belki o otobüsteki yaşlı Ermeni de Bebo'yu tanıyordu!
Raylardan gelen o tekdüze gürültünün arasında Bebo'nun şen kahkahasını duyar gibi oldum. Derin ve yumuşak bir sesi vardı Bebo'nun. Ve kocaman bir sakalı. Karşılaştığım en iri cüsseli Ermeniydi o. Daha ergenlik çağında ailesiyle birlikte Beyrut'tan İstanbul'a göçtüklerinden beri komünistti. Fotoğrafçıydı Bebo. Beyoğlu'ndaki küçük bir pasajın üst katında stüdyosu vardı.
Her akşamüzeri "müdavimleri" gelmeye başlardı bu stüdyoya: Ressamlar, yazarlar, tiyatrocular, heykelciler, müzisyenler, üniversite hocaları, gazeteciler. Herkes yanında içki ve meze getirirdi. Bebo bir süre sonra vakt-i kerâhat geldi, deyip kapıyı kitler ve "kapalı" tabelasını asardı.
Bebo'nun eski bir gramofonu ve klâsik müzik kayıtlı taş plâkları vardı. Çok geçmeden koyu bir sohbete dalınır, yeni yazılmış şiirler okunur, resim ve desenlere bakılır, sanat, edebiyat, toplumsal sorunlar ve politika üzerine konuşulurdu. Bebo, stüdyonun demirbaşı olan ispirto ocağında dünyanın en lezzetli hamsi buğulamasını pişirirdi. Hamsilerle birlikte Beethoven'in Ay Işığı Sonatı dinlenir, adamakıllı içilirdi.
O zamanlar yirmi yaşındaydım ve Siyasal Bilgiler'de son sınıf öğrencisiydim. Generaller Mart 1971'de darbe yapınca birden bu dünyadan kopuverdim. Yaklaşık dokuz yıl sonra, Eylül 1980'de yeniden bir askerî darbe olunca kendimi politik mülteci olarak İsveç'te buldum.
Aradan bir yıl geçmeden Bebo'nun Hollanda'ya taşındığını duydum. Oğlu Asala üyesi olmuştu ve Hollanda'ya iltica etmişti. Bebo da oğlunu mücadele yöntemlerini değiştirmeye ikna etmek için Hollanda'ya gitmişti. Sonunda Bebo'nun telefon numarasını elde edebildim ve onu aradım.
Birbirimizi yeniden bulduğumuz için çocuklar gibi sevinç çığlıkları atmıştık. Adresini aldım. En kısa zamanda gidip onu ziyaret edecektim. Ne ki, bu ziyaret hiç bir zaman gerçekleşmedi. Bir kaç ay sonra Bebo'nun ölüm haberi geldi. Kalbi çektiği acılar ve duyduğu çaresizliğe yenik düşmüştü.
Ona ve stüdyosuna ait bütün o güzel anıları ve onun ardından duyduğum acıyı hâlâ içimde bütün canlılığıyla duyumsuyorum. Onun stüdyosu benim hayat okulumdu ve Bebo, hayatım boyunca az sayıda rastladığım o büyük kişiliklerden biriydi. Yüreğimdeki müstesna yerini hâlâ koruyor