08 Kasım 2010
Dışişleri Başkanı Ahmet Davutoğlu Genş Yaklaşım Dergisinden Fatma Yılmaz'a Ermeni meselesindeki gelinen son durumu değerlendirdi. 'Ermeniler ile dostluğu yeniden samimiyetle kurabiliriz' diyen Davutoğlu'nun o röportajı... GENÇ YAKLAŞIM sordu Dışişleri Bakanı AHMET DAVUTOĞLU cevapladı
Soru-1: Soykırım iddialarına karşı kendi tezlerimizi dünya kamuoyuna niçin yeterince anlatamıyoruz?
Cevap-1: Bunlarla mücadeleye devam edeceğiz. Sorunun özüne eğilerek, âdil, kalıcı bir çözüm için çabalarımızı da yılmadan sürdüreceğiz.
Soru-2: Osmanlı döneminde azınlıklara âdil ve müşfik bir tavırla muhatap olunurken, Cumhuriyetten sonra bu bakış açısı neden devam edemedi?
Cevap-2: Türkiye Cumhuriyeti’nin insan hakları sicilinde zaman içinde olumlu yönde ilerlemelere şahit olunduğu yadsınamaz. Sadece azınlıklar meselesi değil, genel olarak demokrasi konusunda Türkiye kendi içinde uzun zamandır bir mücadele vermektedir.
Soru-3: “Şu milletin saadet ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dostluğa bağlıdır” diyen Said Nursî'nin bu yaklaşımını, “Ermeni açılımı”nın sağlıklı bir şekilde gelişip olumlu sonuçlara bağlanması için gerekli olan toplumsal atmosferin oluşturulmasına sağlayacağı katkı açısından değerlendirebilir misiniz?
Cevap-3: Bu topraklar, gerek dinî, gerek felsefî anlamda önemli düşünürler yetiştirmiş ve bizi biz yapan gelenekler geliştirebilmiştir. Böyle bir düşünsel dayanak bulmak konusunda eksiklik çekmiyoruz. Ermenilerle yüzyıllarca yaşadığımız, ama bir dönem sekteye uğrayan dostluğumuzu samimiyetle tekrar kurabiliriz.
Yıllardır gündemden düşmeyen Ermeni meselesinin üç önemli boyutunu Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na sorduk. İşte sorularımız ve Bakanın cevapları:
Her yıl olduğu gibi yine bu sene de “ABD Kongresi Ermeni soykırımı iddialarını kabul edecek mi?” kaygısı yaşadık. Aynı gerilimi dünyanın başka ülkeleriyle de sık sık yaşıyoruz. Türkiye hep bu kaygıyla mı yola devam edecek? Bu konuda kendi tezlerimizi dünyaya anlatma ve dünya kamuoyunu ikna edecek kampanyalar düzenleme hususunda niye başarılı olamıyoruz? Niçin kendimizi, büyük paralar ödediğimiz, ama rüzgâra göre yön değiştirebilen birtakım lobilere mahkûm ediyoruz? Bu durumu değiştirmeye yönelik ne gibi çalışmalarımız var?
1915’e ilişkin Ermeni iddialarının çeşitli parlamentolara taşınmasının işaret ettiği başlıca gerçeklerden biri, bu iddialar üzerinde hukuki ve bilimsel/tarihsel uzlaşı olmaması, dolayısıyla iddiaların siyasi etkilere açık parlamentolar nezdinde ele alınmasının daha kolay bir yöntem olarak görülüyor olmasıdır. Bu, ABD’deki durum için de geçerlidir. Parlamentoların tartışmalı tarihi olaylar konusunda, üstelik soykırım gibi çok ciddi bir suç hakkında kararlar alması, hukuken de, siyaseten de sorunludur. Çeşitli lobi dinamiklerini, iç siyaset hesaplarını bir yana bırakalım; esasen ABD veya başka ülkelerdeki iyi niyetli parlamenterlerin, tarihte acılar yaşamış bir millete yönelik duyguları anlaşılır bir şeydir. Ancak, bu tür şefkatli yaklaşımları eksik ve hatalı bir bilgi temeline dayanarak ortaya koyarsanız, seçici davranmış olursunuz; bir haksızlığa dikkat çekeyim derken, başka bir haksızlığa sebep olursunuz. Gerçeğin tam anlamıyla anlaşılması çabalarını da zorlaştırır, bir tarafın söylemini başkalarına empoze etme durumuna düşersiniz. Türklerin acılarının, kayıplarının göz ardı edilmesi bilimsel olarak da, ahlaken de önemli bir eksikliktir. Üstelik, parlamentoları mahkemelerin yerine koyup hüküm verdirmek, tarihçilerin yerine koyup tarih yazmaya yöneltmek doğru bir yol değildir. Çeşitli parlamentoların Ermeni tarafının görüşlerini destekleyen kararlar almasının sağlanması tarihin hakikaten Ermenilerin okuduğu, Ermeni ulusal hafızasında şekillendiği gibi gerçekleştiği anlamına gelmez. Ancak bu tür kararlar, Ermenistan’la kurmaya çalıştığımız olumlu ilişkilere zarar verir, tüm Güney Kafkasya’da aradığımız istikrar ve uzlaşı ortamının gerçekleşmesini geciktirir. Ve tabii, bu tür tek taraflı kararlar ve açıklamalar, bizim kendi tarihimize ilişkin hafızamızı hiçe sayan, tarihsel kimliğimize saldıran tasarruflardır. Dolayısıyla bunlarla mücadele etmeye devam edeceğiz. Ancak, sorunun özüne eğilerek, adil, kalıcı bir çözüm için çabalarımızı da yılmadan sürdüreceğiz.
Osmanlı döneminde diğer gayrimüslim azınlıklar gibi, “millet-i sadıka” olarak nitelenen Ermenilere de, genel olarak adalet, şefkat ve hoşgörüyle muhatap olunmuşken, Cumhuriyetten sonra bu bakış açısı neden devam edemedi ve niçin azınlıkların tümünde bir “mağduriyet hissi” oluştu?
Cumhuriyetimiz, imparatorluklar kültüründen, ulus devlet kültürüne geçiş döneminin hızlandığı çalkantılı bir dönemde büyük fedakârlıklar sonucu kurulmuştur. Erken Cumhuriyet dönemini yorumlarken tarih yazımının öncelikli ilkesi olan “tarihi bugüne bakarak değil, dönemin koşullarını değerlendirerek okumak” anlayışından hareket etmek daha sağlıklı olacaktır. Zira, 20.yy’ın ilk yarısındaki kaotik ortamı göz önüne alındığında gerek Batı ülkelerinde gerek diğer ülkelerde bugünkü şartların mevcut olmadığı bir vakıadır. Milli bir devlet inşası sürecinin birtakım siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel güçlükleri bir yana Türkiye Cumhuriyeti’nin insan hakları sicilinde zaman içinde olumlu yönde ilerlemelere şahit olunduğu da yansınamaz. Sadece azınlıklar meselesi değil, genel olarak demokrasi konusunda Türkiye kendi içinde uzun zamandır bir mücadele vermektedir. Doğal olan da budur. Makul zaman dilimleri içinde bakıldığında, Türkiye’nin siyasal çizgisi demokrasi yönünde olmuştur. Bundan da, ister çoğunluk, ister azınlık olsun herkes faydalanmıştır. Ancak gelinen aşamada, Türkiye’de genel anlamda bir azınlık sorunu yaşandığını söylemek haksızlık olur. Birçok konuda daha iyiyi tabii ki aramalıyız. Ancak bugün Türkiye, Avrupa Birliği ile katılım müzakereleri yapan, bunu yapabilmek için gerekli eşikleri aşmış olan bir ülkedir. Geniş bir optikten baktığımızda, Cumhuriyetin bir bütün olarak kazandırdıklarını bu açıdan göz ardı etmemeliyiz.
Genelde azınlıklara ve özelde Ermenilere karşı toplumun bir kesiminde gözlenen olumsuz yaklaşımı besleyen önemli etkenlerden biri, Türkiye'deki “milliyetçi-dindar” refleksler. Buna karşı, dinimizin ve tarihî tecrübelerimizin tam aksini öngördüğünü anlatmak ve bu çerçevede, itibar edilen kanaat önderlerinin yaklaşımlarını topluma duyurmak gerekmiyor mu? Meselâ Said Nursî'nin Münâzarat isimli eserindeki “Şu milletin saadet ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dostluğa bağlıdır” sözü ve devamındaki ifadeleri bunlardan biri. Onun bu yaklaşımını, “Ermeni açılımı”nın sağlıklı bir şekilde gelişip olumlu sonuçlara bağlanması için gerekli olan toplumsal atmosferin oluşturulmasına ve bu yöndeki kamuoyu desteğinin güçlendirilmesine sağlayabileceği katkı açısından değerlendirebilir misiniz?
Toplum bilimi, insanların birbirleri hakkında her zaman olumlu duygular beslemediğini söylemekte. Ancak bu tür olumsuz duyguların bazı toplumlarda daha kolay yeşerdiğini biliyoruz. Türk kültürü ise, hoşgörü ve karşılıklı anlayışın hâkim olageldiği bir altyapıya sahip. Bunun istisnaları olabilir, ancak büyük resme bakmak gerekir. Her toplumda, her dönemde olduğu gibi, günümüzde de radikal düşünce sahipleri bulunabilir. Bunun konjonktürel sebepleri olabilir. Ancak Türkiye bağlamında gerçek şudur ki, bu topraklar, gerek dini, gerek felsefi anlamda önemli düşünürler yetiştirmiş ve bizi biz yapan gelenekler geliştirebilmiştir. Böyle bir düşünsel dayanak bulmak konusunda eksiklik çekmiyoruz. Bu anlayışla, tüm bölgeye yönelik olumlu vizyonlar geliştirmeye devam etmekteyiz. Ermeni iddialarına yaklaşımımızda da bunun izlerini bulabilirsiniz. Arzumuz, Ermenistan’ın ve Ermeni Diasporasının da aynı şekilde karşılık vermesidir. Taktik kazanımlar arama zamanı geride bırakılmalıdır. Önümüzdeki tarihi fırsatı değerlendirebilecek devlet adamlığına, toplumsal vizyona ihtiyaç vardır. Endişem, Ermeni tarafından radikalizm ve türevlerinin diğer olumlu yaklaşımları bastırmasıdır. O zaman, radikaller dahil kimse kazanamayacaktır. Halbuki bizim yaklaşımımız herkesin kazanacağı bir anlayışı hedef almaktadır. Ermenilerle yüzyıllarca yaşadığımız, ama bir dönem sekteye uğrayan dostluğumuzu samimiyetle tekrar kurabiliriz. Ama Ermeni tarafı da gerek bizimle ilişkilerinde, gerek bölgedeki tutumlarıyla bu vizyonumuzu paylaşabileceğini hem eylem, hem söylemiyle ortaya koymalıdır.