03 Kasım 2010
Hrant’ın Arkadaşları, dört yıldır her duruşma öncesinde Beşiktaş Meydanı’nda şu sloganla buluşuyor: “Hrant İçin Adalet İçin”. Çünkü onlar, davanın Hrant Dink’in katledilmesinin ötesinde, bu topraklarda vicdanın ve adaletin tesis edilmesinin ‘mihenk taşı’ olduğunun bilincindeler.
Dink’ın hayatına tanıklık etmeyenlerin Hrant Dink suikastını ve davasını anlamasının yolu ise; Tuba Çandar’ın Hrant Dink için hazırladığı biyografi şaheserini okumaktan geçiyor sanırım. Tuba Çandar kitabında Hrant Dink’in bir aydın olmasının ötesinde nasıl bir insan olduğunu, yaşadıkları acılarla kendi içine kapanan bir toplumdan adeta bir ulus yarattığını ve geçmişin acılarını bir kenara bırakarak, Türkler ve Ermenilerin bundan sonraki hayata nasıl birlikte devam edeceklerine kendisini adayan bir insan olduğunu bizzat tanıklarının anlatımıyla özetliyor.
Kitabı okurken Hrant Dink’in herkesi en çok etkileyen yönü olan Anadoluluğu’ndan ben de çok etkilendim. Ama en çok Hrant Dink’in de Anadolu insanının geniş yüreğine rağmen kalabalıklar içinde yalnızlık kaderine mahkûm olduğunu görmek etkiledi. Kitabı okurken Hrant’ın başta ailesi olmak üzere etrafındaki herkese bizzat değdiğini, kayıtsız kalmadığını, maddi manevi dertlerine koştuğunu ancak kendisine yönelik başlatılan ‘sürek avından’ sonra girdiği ‘güvercin tedirginliği’nde yalnız bırakıldığını hissedip üzülmemek mümkün değil. Ailesiyle bu tedirginlikler yüzünden iyice zor günler yaşarken, arkadaşları bu gidişin hayra alamet olmadığını fark edememişler. Bir anlamda yalnız bırakmışlar. Bu kötü bir niyet veya ilgisizlik değil aslında, sadece kendilerinin de benzer süreçler yaşadıkları için bir tür kanıksama hali... O kadar kendilerinden saydıkları için bunca saldırının O’nun ‘aydın ve demokrat’ kişiliğine değil ‘Ermeni’ kimliğine olduğunu gözardı etmişler. Gerçi bunu fark edip, Hrant’ı uyarsalar, yahut ondaki tedirginliği paylaşsalar ne değişirdi? Başta Yargıtay 9. Ceza Dairesi hâkimlerinin büyük çoğunluğunun ‘Türklüğe hakaret’ suçlaması kararını onamasından sonra “geliyorum’ diyen ve Trabzon ile İstanbul Emniyeti’nin aymazlık derecesindeki lakayt tutumuyla artık iyice açık olan suikastın önlenmesini sağlar mıydı? Bu aşamada bunun çok da önemi yok.
Hrant Dink davası en başından itibaren koca bir utanç davasıdır bu topraklar için. İlk utanç, ‘bir çatlak bulup girecek kadar’ aşkla bağlı kaldığı bu topraklarda ‘Türklüğe hakaret’ ettiği suçlamasından aldığı cezadır. İkincisi, bu cezayla birlikte kendisine yöneltilen öfkeye kurban edilmesidir, gazetesinin önünde yüzüstü kaldırıma düştüğü andır. Bundan daha da büyüğü, artık yılan hikâyesine dönen dava sürecidir. Eşi Rakel ve çocukları olmak üzere bütün ailesinin o mahkeme salonlarında adeta alaya alınmasıdır.
“Çocuktan katil yaratan’ karanlığın temsilcilerinin, görevi korumak olan devlet görevlilerinin aymazlığının yargılandığı değil, üç tutuklu sanıkla göstermelik bir adalet anlayışına mahkûm olmamızın istenmesidir.
Hrant Dink halen o kaldırımda delik ayakkabısıyla yatıyor. O kaldırımda yatan sadece O’nun naaşı değil. Ailesi başta olmak üzere Ermenilerin bu topraklarda hayatına devam edebilmesi... Sadece onların değil vicdan sahibi her insanın adalet duygusunu hissedebilmesi de o kaldırımda yatıyor. Vicdan ve ifade hürriyeti, yaşamın kutsallığı, farklılıklara saygı ve daha bir çok şey... Bu dava işte bu yüzden çok önemli.
AİHM davayı işte bu şekilde değerlendirdiği için “ifade özgürlüğü”, “yaşam hakkının güvence altına alınması” konusunda Türkiye’yi mahkûm etti.
Varsa bu ülkenin adaletine düşen, TMK’daki değişikliği jet hızıyla değerlendirip Ogün Samast’ı çocuk mahkemesine sevk ettiği gibi, Hrant Dink davasını AİHM’nın dikkat çektiği çerçevede en kısa sürede sonuçlandırmasıdır.
Ve yine vicdan sahibi her bireyin başta olmak üzere, Adalet Bakanı ve hükümetin diğer temsilcilerinin de Beşiktaş Adliyesi’ndeki davanın ‘derin devletin’ koruyuculuğunu değil, adalet ve vicdanın tesisini sağladığını takip etmeyi görev bilmesidir.