01 Kasım 2010
DİYARBAKIR’DA çocukluğunun geçtiği Gâvur Mahallesi’ni arkadaşımız Helin Alp’le gezen Margosyan’un ilk yorumu: Eskiden Gâvur Mahallesi’ydi. ‘Gâvur’u gitti, mahallesi kaldı.
Eskiden Gâvur Mahallesi’ydi. Şimdi “Gâvur”u gitti, mahallesi kaldı... “Bu sözler, 1938 yılında Diyarbakır’da doğan Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan’a ait. Söyle Margos Nerelisen, Gâvur Mahallesi ve Tespih Taneleri kitaplarının yazarı olan Margosyan ile eski Diyarbakır diye bilinen Sur İçi’nde, sokaklarında top koşturduğu Gâvur Mahallesi’nden, doğup büyüdüğü evine doğru bir yürüyüş yaptık.
Minaresiz cami olur mu? Ya da kulesiz kilise?
Eskiden Müslümanların Gâvur Mahallesi ismini taktığı yerdeyiz. Ermenilerin, Keldanilerin, Süryanilerin ve bir sokak aşağıda Yahudilerin yaşadığı Gâvur Mahallesi’nde. Yani eski Diyarbakır’da. Mıgırdiç Margosyan ile Diyarbakır’ın iki Ermeni kilisesinden biri olan ve son iki yıldır restorasyon çalışmalarının yapıldığı Surp Giragos Kilisesi’nin bahçesinde buluşuyoruz. Bilinen tarihi 800’lü yıllara dayanan Surp Giragos Kilisesi, 1400 metrekarelik ibadet alanıyla Ortadoğu’nun en büyük kilisesiymiş bir zamanlar. Şahane kulesi ile birlikte. Mıgırdiç Margosyan’ın dediği gibi 1915’te Ermeniler, tespih taneleri gibi dağılınca, kilise de yalnızlığa terk edilmiş... Kulesi, hemen yanıbaşındaki Ulu Cami’nin minaresinden uzun olduğu gerekçesiyle top atışıyla yıkılmış. “Zemininde altın var” diyer kazmalarla delik deşik edilmiş, direkleri bakımsızlıktan yerle yeksan olurken yazıtlar da çalınmış. Adeta talan edilmiş kilise. Savaş sırasında askerî üs olarak kullanılmış, yangınlar geçirmiş hatta bir dönem Sümerbank’ın deposu olarak da kullanılmış... Her şeye inat ayakta kalan Surp Giragos Kilisesi, gerçek sahiplerine 1955 yılında devredildi. Şimdi Anıtlar Kurulu’ndan onay bekleyen restorasyonu yapılıyor, ama kulesiz olarak tabii ama bu bile Diyarbakırlı Ermeniler için bir mucize. O yıllarda Diyarbakır’da bu kliseyi sadece 50-60 Ermeni ailesi kullanıyordu.
"Her geldiğimde bir şeyler eksiliyor"
Margosyan ve ailesi de son kalanlardan. “Bu kilisede vaftiz edildim” diye” söze başlayan usta yazara “Yıllar sonra ne hissettiğini” soruyorum. “Her geldiğimde bir şey eksiliyor. Hiçbir şey bıraktığım gibi değil” diyor çaresizce. Önceki gün geldiği Diyarbakır’da yıllar önce bıraktığı ne varsa hepsini, tabiri yerindeyse, bir bir yoklamış Margosyan. Yorgun olduğunu söylüyor ama beni kırmıyor. Kiliseden evine doğru yürüyoruz. Bundan seneler önce sadece Hıristiyanların yaşadığı Diyarbakır’daki bu mahalle, şimdilerde Xançepek adıyla biliniyor. Yeni sakinlerinin kaderi de en az Ermeniler kadar acı. Bu mahalle de evleri yakılan, yıkılan bu yüzden köyden kente göç etmek zorunda kalan, savaştan kaçan Kürtler’in mecburi yerleşim yerlerinden biri oldu. Bir hikâyeden başka bir hikâyeye geçiyor insan bu “kuçe”lerde. Kilisenin sağından yürümeye devam ettik. Bir zamanlar Mıgırdiç Margosyan’ın koştuğu sokaklarda yine çocuklar vardı. Margosyan, “Babam, 1915’te “kafleye” gidenlerin ardından kalanları tesbit etmek için tespihinden bir boncuk çekerdi ve “Şurada şu kadar Ermeni kaldı” derdi. Şimdi kimse yok. Ne benim evim eski ev ne de sokaklar eski sokaklar. Taşların kalitesi bile değişmiş” diyor aşağıya doğru salınarak yürürken. Anlatmaya devam ediyor: ‘’Kapı komşularımız Keldaniler, Süryaniler’di. Yahudiler, şimdiki adıyla Kore Mahallesi olan aşağı sokakta yaşarlardı. Biz de onlara “Moşe” derdik. Evler hep taş binaydı. Bazalt taşlı, görkemli evlerdi.” Derken bir iç çekiyor ve ‘’Şimdi hepsi gecekonduya dönüşmüş’’ diye ekliyor. Kürtçe “Xaço”, Türkçe “Gâvur” diye bağırırmış Müslüman çocukları arkalarından. Korkarlarmış. Kilisenin papazı Arsen’in ardından da yazın karpuz kabuğu kışın kartopu atarak “Keşiş keşiş, g.tüne bir şiş!” diye bağıran çocuklar olduğunu söylüyor. “Ben bunu böyle yazmayayım” deyince de hemen müdahale ediyor: “Aynen böyle yaz!’’
Mıgırdiç Morgosyan Sokağı'ndayız
Kilisenin köşesine geldiğimizde “Bu ev’’ diyor, “İpekböcekciliği üç evde yapılırdı, biri de buydu’’ diyerek anılarını tazeliyor. Hemen karşıda Surp Giragos Kilisesi’nin papazı Arsen’in evini gösteriyor: ‘’Bu evden kalan tek şey pencere gibi olan demir parmaklık.’’ Gülümsüyor, “Buradan Arsen’in kızlarıya flört ederdim” hemen sonra da adının verildiği sokağı gösteriyor gururla. Yol devam edecek diye beklerken o küçük dar sokaklarda sağa kıvrılan minicik bir yol çıkıveriyor karşımıza. En fazla dört adım atıyoruz. ‘’İşte benim evim’’ diyor. Duruyoruz, kapıyı çalıyoruz... İçerden 10 yaşlarında çocuklar başlarını uzatıyor. Sonra evin sahipleri olan kadınlar geliyor. “Girebilir miyiz?” diye izin istiyoruz. Margosyan’ın doğup büyüdüğü eve izin isteyerek giriyoruz. Girdiğimiz ev aslında aynı avluya bakan bir ev. Eskiden orda akrabaları, halası otururmuş. Avludan, yeni demir bir kapıyla ayrılmış kendi evi. Giremiyoruz. Oraya demir kapı koymuşlar, kilitli. Yıkık, dökük, harabeyi andırıyor. Anlatmaya başlıyor: “Bu bahçede koştururduk. Nar ağaçları vardı, dut ağacı da. Ortada avlu, etrafında eyvan dediğimiz odalar vardı. Genelde avluda süs havuzları dediğimiz küçük havuzlar olurdu. Biz çimmek deriz. O havuzlarda yüzerdik. İki katlı dört odalıydı evimiz. Hepimiz fakirdik. Her aile bir odada yaşardı. 15 metrekareydi odalar. Biz yedi kardeştik. Avlu, banyo, tuvalet müşterekti. Dedeler, ninelerle beraber otururduk. 1915’ten sonra kalanların çocuklarıydı. Kimisi demirci, kimisi taş ustası, kimisi kuyumcu. Benim ailemden dört kişi kayıp. İkisi amcam. Babamın annesi, nenem sırf bu yüzden delirmiş. Biz bir şekilde kurtulmuşuz.’’
"Ermenice öğrenmek için İstanbul'a gittim"
Babası diş teknisyeniymiş Margosyan’ın. 1915 olaylarında dört yaşındayken tehcire çıkmış fakat , Siverek’te kaybolmuş. On yedi yaşına kadar Müslüman olarak yaşamış. Sarkis olan adı dört yaşlarında sünnet edilip Müslümanlaştırıldıktan sonra olmuş Ali. Aslında bir “filla”, yani Ermeni çocuğu olduğunu sonra öğrenmiş. Margosyan’ın babası oğlunu ortaokuldan sonra Ermenice öğrenmesi için İstanbul’da Ermeni okuluna göndermiş: “Aslında ilk Ermeniceyi birazdan göreceğimiz Papaz Arsen’in evinde öğrendim. Şimdi orası kahvehane olmuş.’’
‘Diyarbakır’a geldiğinizde nerde kalıyorsunuz?’ diye soruyorum. ‘Otelde’ diyor, ekliyor: “Çocukluğumu özlüyorum. O atmosferi özlüyorum. Ben de isterim bir evim olsun ama ne katacak bana. Mutlu olacağımı sanmıyorum. Hagop olmayacak, Vanes olmayacak. O atmosferin içinde olamadıktan sonra ne anlamı var? Artık Gâvur Mahallesi’nin, gavuru yok, mahallesi var sadece. İyi ki de gitmişim İstanbul’a.’’