28 Eylül 2010
“Ahtamar ah” yazım epeyce bis aldı. Konuya devam etmem, gözlemlerimi daha ayrıntılı yazmam istendi. Belli ki bu hepimiz için (hepimiz derken “hepimizi” kastediyorum. Yani Türkiye’de yaşayan Ermeni, Türk, Kürt, Azeri, Çerkes vs. asıllılarla, diasporada yaşayan Ermeni asıllı Türkiyeliler) ciddi bir ihtiyaç. Bu ihtiyaç belki 1915’ten de önce, belki Anadolu’daki kırılmanın sosyo-politik zemininin olgunlaştığı 18. yüzyıldan beri ertelenen bir psikolojik durum. Yürekler ne kadar sertleşmiş, bu sertlik düşünceleri ne kadar savurmuş olursa olsun, en radikallerden en cesur özgürlükçülere değin örtük veya açık, “eve dönmeye” şiddetli bir ihtiyaç gözlemliyorum.
Biz “kendini kendinden kovan” bir coğrafyanın gurbetteki çocukları olarak, eve dönmeye, aynı coğrafyanın, havanın, suyun, ekmeğin, toprağın, yollardaki tozun, düzlüklerdeki başakların, sarp kayalıkların, o kayalıkların dibindeki vadiden kıvrılan nehirlerin, Ağrı’nın, Ilgaz’ın, Süphan’ın yücelerindeki karın, Anadolu denen rahme düşen tohumların kardeş kıldıkları olarak bu “buluşmayı” içten içe diliyoruz. Kendi kendinden kovuluş, kovuluşların, terk edilmelerin en acısıdır çünkü. Bu gurbet artık bitsin istiyoruz, hepimiz, hepimiz derken...
Anadolu’ya her gidişimde, tıpkı Ahtamar Surp Haç Kilisesi’nde 95 yıl sonra yapılacak o ilk ayine katılmak için gittiğim Van’da olduğu gibi, bu kendinden kovuluşun dönüş yolunda gibi hissediyorum kendimi. Van’a ilk defa gitmiş olmama rağmen, orayı kendi evim gibi hissetmem, “ben burada yaşayabilirim” diye kendi kendime söylenme ihtiyacı duymam belki de bundan. Vanlı hemşerilerimle yaşadığım teklifsiz kucaklaşmanın, onların olağanüstü misafirperverlikleri bir yana, bendeki ve eminim oraya gelen herkesin ruhsal dünyasında bulduğu karşılık bu. Haç, çan, ayin, Ermeni sorunu, Türkiye’nin değişen devlet bakışı derken, tüm bunların asıl güvencesi olan “insan”ın gözden kaçmaması için yazıyorum bu ikinci yazıyı.
Ermeniler (veya başka kimler varsa), bu ülkeden kovulurken, kalanlar da kovuldu, farkında mısınız? Evimiz, ocağımız dağıldı bizim. Kardeşlerin dağıldığı ev, ev olur mu? Çocuklarına sahip çıkamayan, onları ayıran ana babaya ne denir?
Kendi kendinden kovulmak böyle bir şeydir. Ne gidenin, ne kalanın huzuru kalır. Ekmek tat vermez, tuz tuzluğunu yitirir.
O yüzden, diasporayı şeytanlaştıranlara prim vermeyin. Diaspora dediğinin çoğu, kendinden kovulan bizlerdir işte. Haksızlığa uğrayan, acılarına hürmet gösterilmeyen, dolayısıyla yas tutamayanların öfkesiyle, yüz yıldır “evden” gelecek bir ses bekliyorlar, toprak filan değil... Böyle diyenler yalan söylüyorlar.
Artık dönemeyecek olsalar da, “eve dön” çağrısını bekliyorlar. Çünkü bunun herkesi iyileştireceğini hissediyorlar. Saygı, hürmet ve yas tutma hakkının kendilerine tanınmasını bekliyorlar.
İyi de, 1915 ve diğer tüm felaketlerin yas hakkı herkesin, herkes derken...
Kendinden kovulan Ermeniler, Türkler, Kürtler, Çerkesler, Azeriler ve herkes; herkesin gönül sözlüğündeki anlamı “Biz”.
O yüzden, ölenler, kovulanlar olarak, kalanları şeytanlaştıranlara da prim vermeyin. Onlar da mağdur çünkü, onlar da kendinden kovulanlar, kardeşleri ellerinden alınanlar çünkü.
Ahtamar Adası’nın dik merdivenlerinde Ermeni tantiğin, koluna girmiş inmesine yardım eden Vanlı gençle sohbetine kulak misafiri olduğumda hissettim eve döndüğümü...
“Sen Hay(1) mısın” diye sordu tantik(2). Vanlı genç, “Hayır, değilim, Kürt’üm, ama ailemizde çok Ermeni asıllı akrabamız var.” Bir diğer yaya(3) ise, bir başka Vanlı gence “Bizi çok iyi ağırladınız. Kendimizi evimizde hissettik. Çok duygulandık” diyordu. Vanlı gencin ise, Anadoluluya has o tevazula yanakları kızarıyordu sadece.
Geçen yazımda duygularımın bölünmüşlüğünden bahsetmiştim. Eminim sadece Ermenilerin değil, kendinden kovulduğunu hisseden herkesin yaşadığı bir bölünme bu. Bu bölünmenin nedeni, adalet duygusunun eksikliği... Bir özür dilenmeli herkesten. Ama her mağdur gibi, bunun okkalı, eksiksiz ve tatminkâr olmasını bekliyorsunuz.
İşte tam o noktada bir yol ayrımına geliyorsunuz. Ya bardağın dolu tarafına bakıp devam edeceksiniz, ya da boş tarafını görüp acınızda yoğunlaşıp, katılaşacaksınız.
Çünkü biz daha yeni yeni hasar tesbiti yapıyoruz, yeni yeni konuşuyoruz, dertleşiyoruz. Sevgili Hrant’ın dediği gibi, içine düştüğümüz 1915 metrelik o kör kuyudan başını uzatanlara benzetiyorum kendimizi. Gün ışığının birbirimizi tanımakta, “Kardeşim” diyerek kucaklaşmakta bizlere yardımcı olacağını düşünüyorum.
O nedenle, kendimize güvenelim, gönlümüzdeki, hedefini yanlış seçmiş boykotlarımızı kaldıralım. Doğru adımları destekleme cesaretimiz olsun, çünkü doğru iş, yanlış amacı bile peşinden sürükler, iyileştirir.
Vanlı hemşerilerime bir kez daha teşekkür ediyorum. Van Denizi’ne giremediğim için hayıflanıyorum, vakit yoktu. Dediler ki, Van Denizi’nin suyu, yaraları hemen iyileştirirmiş.
Hep birlikte girsek, yürek yaralarımızı da iyileştirir mi acaba?