Efsunlu kent - Haber Arşivi 2001-2011
05 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Սահմի / Օր : Ահրանք / Ժամ : Երկրատես

Haber Arşivi 2001-2011 :

15 Eylül 2010  

Efsunlu kent -

Efsunlu kent

Bundan 20, hatta bin yıl önce de Mardin rüya gibi bir kentti; dünyanın merkeziydi...

Mardin ne dizilerdeki kadar ağdalı ne doğu mitlerindeki kadar mesafeli. Pırıl pırıl, kuru ama ferahlatıcı havasıyla, uyum içinde yaşayan halklarıyla, Akdenizlileri kıskandıracak kadar bereketli ovasıyla, benzersiz panoramasıyla, güvercinlerin, perilerin ve büyülü lezzetlerin kenti Mardin, hayatınıza girmeyi bekliyor.

Mardin'e gideceğimi öğrendiğimde garip bir şekilde ürktüğümü hatırlıyorum. Beni bekleyen bu güzelliğin haşmetinden, kültür yelpazesinin genişliğinden, sokaklardaki ayrıntıların öneminden korkmuştum. Mistik çağrışımlarla büyüleyen kentin, aciz kelimelerimle hakkını verememekten bir de... Bir usta, Murathan Mungan bile memleketi Mardin'i ve çocukluk anılarını anlattığı otobiyografik kitabı Paranın Cinleri'nde itiraf etmiş "...hep onu yazdığım halde, bir türlü yazamadığım bir 'şey': Mardin..." diye. O bile bu kadar çok sancı çektiyse... Belki rüyalarıma girecek kadar büyülü olması, belki de yakın tarihimizin sancılı gerçekleri, periler, cinler ya da güvercinler... Mardin, benim yola çıkmamı, ona doğru yol almamı bekliyordu.

Uzunca denebilecek bir süredir gezi yazısı yazan biri için bir kilometre taşı mıdır Mardin? Güneydoğu Anadolu'nun, hatta Türkiye'nin en şiirsel kentini kendi akışına bırakarak mı yazmalıyım? Sabahın çok erken bir saatinde İstanbul-Mardin uçağına binmek üzere yola koyulduğumda aklımda sorular, heyecan içindeyim. Ama daha uçaktan adımımı atıp, havasını içime çektiğim anda korkularım yerini kavuşma heyecanına bıraktı. Enlem, boylam, iklim değişikliği değildi bana kendimi iyi hissettiren. Başka bir evrene gitmiştim ve dönüş vaktine çok vardı. Tanıştığım insanlar, kokladığım kokular, renkler, tonlar, rüzgarlar ve her bir köşesine gizlenmiş asırlık lezzetler beni bir nefeste içine çekiverdi.

Ne dizi fenomeni ne de kültür turizmi, bundan 20, hatta bin yıl önce de Mardin rüya gibi bir kentti; dünyanın merkeziydi. Hemen güneyinde dinler doğuyor, doğusunda imparatorluklar büyüyordu. Batısında ise dünya doludizgin gelişiyordu. Burası MÖ 4500'lerden bugüne, Sümer, Hurri, Akad, Mitani, Hitit, Asur, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlıları içine alan bir kent oldu. Sanki efsunluydu; imparatorları, ulusları, göçebe toplulukları bir mıknatıs misali kendine çekiyordu.

Birgün sizin de yolunuz Mardin'e düşerse, kentin efsunlu dokusunun etkisi altına girmemeniz mucize olur. Yine de büyünün etkisinden çıkmak ve onu biraz daha yakından tanımak elinizde. Bunun için işe 1. Cadde'den başlamalısınız. Mardin'in bütün daracık sokakları ve girift yapısı bu caddede çözülüyor sanki. Küllerinden doğan telkariciliğin en güzel örneklerinin satıldığı kuyumcular; bıttım (yabani fıstık) sabunu, leblebi ve badem şekeri satan kuruyemişçiler; bakırcılar ve eskiciler sıralanmış bir bir. Kentin ilk butik oteli Erdoba Evleri'nin konakları da bu cadde üzerinde. İsmini Mardin'in Asur Dönemi'ndeki adı 'arz-dobey'den (kutsal yer) alan Erdoba Evleri'nde, Mardin'in dokusunu oluşturan taş işçiliğinin, ferforjelerin en güzel örnekleri görülebilir.

KARTAL YUVASI

Tıpkı Erdoba Eveleri gibi cadde boyunca dizilen bütün eski ve yeni binaların iki yönlü manzarası var. Biri uçsuz bucaksız ova, diğeri ise gece ışıklandırmasıyla Mardin Kalesi. 'Kartal Yuvası' ismini hak eden kale, kayalarla o kadar uyumlu ki Mardinlilerin anlatmayı çok sevdiği kente hakim insanüstü güçler tarafından yapıldığına inanabilirsiniz. Tarih boyunca ele geçirilemez olarak ün yapan kaleden tarihte ilk defa, 4. yüzyılda Bizanslı tarihçi Ammianus Marcellinus söz etmiş.

Cadde üzerinde kah kalenin kah ovanın manzarasına bakan tarihi binaların hemen hepsi Mimarbaşı Lole imzalı. Cumhuriyet Meydanı'ndaki 1895 yılında Mimarbaşı Lole tarafından Süryani Katolik Patrikhanesi olarak inşa edilen büyük bina bugün Mardin Müzesi. Avlusu, sakin bir köşe arayanların kaçamak noktası adeta. Bugün PTT binası olarak kullanılan Şahtana Ailesi Konağı da yine Lole tarafından 1890 yılında yapılmış. Kapı ve encerelerindeki sövelerinde, iç mekandaki nişlerde ve mihraptaki taş işçiliği dikkat çekici. Tam karşısında Şehidiye Medresesi yer alıyor. Artuklu hükümdarı Nasreddin Artuk tarafından 13. yüzyılda yaptırılan medresenin Binbir Gece Masalları'nı anımsatan minaresinde de Mimarbaşı Lole'nin imzası var. Söylenceye göre Lole bu minareyi iskelesiz yapmış. Bu minareyi ova manzarasıyla birlikte en güzel, hemen üzerindeki çay bahçesinden izleyebilirsiniz. Kapısıyla görenleri büyüleyen Kız Meslek Lisesi, Papaz Gabriel Akyüz'ün görevli olduğu, Kırklar Kilisesi olarak da bilinen Mar Behnam Kilisesi ve Zinciriye Medresesi yolun kuzey kısmındaki dokuyu oluşturuyor.

BİR MARDİN KLASİĞİ

Kentin girift dokusu içinde özenle işlenmiş bağlantılar abbaralar (aynı ailenin farklı parselleri arasındaki geçişleri sağlayan, sokakları birbirine bağlayan kabaca yapılmış, yuvarlak kemerli, basık geçişler), eski ahşap işlemeli kapılar, güvercin motifli güzelim dökme kapı tokmakları ve dar sokaklardaki ulaşımı ve taşımacığı sağlayan eşekler (Mardin Belediyesi'nin çöp toplama için kullandığı eşekler çok ünlü) gözünüzden kaçmaması gereken ayrıntılar. Bakırcılar Çarşısı'nda zamanın durduğu kahvelerde soluklanmak, bakır işçiliği, semercilik gibi geleneksel zanaatları loş ışıklı taş dükkanlarında icra eden Kürt, Arap, Süryani, Ermeni ya da Türk esnafla sohbet etmek bir Mardin klasiği.

Mardin evleri, kullanışlı espasları, ferah iç avluları, kameriyeli odalarıyla mimarinin ulaşması gereken son nokta sanki. Bir avlunun diğerinin çatısını oluşturduğu bu iç içe geçmiş evlerde Ermenilerden Sünnilere, Süryanilerden Yahudilere her dinden ailenin yaşamı da birbirine kenetleniyor. Mardinlilerin tüm siyasi, dini ve ekonomik sürtüşmelere rağmen huzur içinde yaşamayı nasıl başardığını anlamanız için biraz yüksekçe bir pencereden aşağı doğru bakmalısınız. Damlarda yaşamın sürdüğünü görmek insana mutluluk veriyor. Bir avluda küçük bir çocuk tahtta (Mardinlilerin sıcak yaz gecelerinde uyuduğu, ılık kış akşamlarında misafi r ağırladığı yerden yüksek tahta çardaklara verilen ad) kitap okurken annesi dağların yüksek kesimlerinde yetişen mazruna üzümünden yaptığı pestil ve cevizli sucukları kurutmak için asıyor. Ara sokakların birinden çıkan yaşlı teyze, abbaradan geçerek muhteşem bir tahta kapıyı çalıyor. Elinde kiliçesiyle (Süryanilerin Paskalya, yılbaşı gibi önemli günlerde; Müslümanların cenaze ve mevlitlerde ikram ettiği tarçınlı, baharatlı bir çörek) iç avluya süzülüveriyor. Günbatımına yakın bir damdan genç bir adam takla kuşlarını (Mardin'in sembolü bu güvercinler, alkış sesiyle havada takla atmaya eğitiliyor) gökyüzüne salıyor.

LEZZETLERE DOĞRU

Bundan 20, hatta bin yıl önce de Mardin rüya gibi bir kentti; dünyanın merkeziydi.
Mardin'in tarihi ve etnik ayrıntılarını takip ederken aklımızın bir köşesini de yemekleri kurcalıyor. Mardin mutfağının Arap, Türk, Ermeni, Kürt ve Süryani mutfaklarının hoş bir karışımı olduğunu söyleyebiliriz ama Mardinlileri yakından tanıdıkça, aslında tek bir Mardin mutfağından bahsetmenin pek de doğru olmadığını anlıyoruz. Ziyaretimizde bize eşlik eden Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV) yetkilisi Çiğdem Yılmaz'ın evine ikbebet (haşlanmış içli köfte) yemeğe davet ediliyoruz. Salonun tam ortasında tertemiz bir yer örtüsünün üzerinde evin kızlarından Lütfi ye Pamukçu, yarma ve çiğ köftelik bulguru kişnişle yoğuruyor. Evin büyükannesinin sessiz ama kontrollü denetimi altında bize ikbebetin büyüklüğü ve şeklinin nasıl evden eve değiştiğini anlatıyor. Maharet tabii ki küçük ve ince yapabilmekte; bu herkesin harcı değil. İncecik hamuruyla haşlanan küçücük ikbebetlerimizi yerken her ikisi de öğretmen olan Çiğdem Hanım'ın annesi Nilüfer Yılmaz ve teyzesi Müzeyyen Demirkol'dan Mardin yemeklerinin ayrılmaz bir parçası olan sumak suyunun nasıl yapıldığını öğreniyoruz. Sumak suyu ağustos ayında yapılıyor. Çarşıdan ya da bahçelerden sumak toplanıyor. Çeşitli aşamalardan geçirilerek güneşle randevusuna hazırlanıyor. Küçük porselen ya da cam kaplara paylaştırılan sumak suyu, tortusu iyice dibe çöksün diye Mardin evlerinin güneşli damlarında buharlaştırılıyor. Sumak suyu, çöken tortuyu kaldırmadan berrak yerinden alınıyor ve ince bir süzgeçten geçirilip cam şişelere aktarılıyor. Nilüfer Hanım, etli sarmaya, dolmaya ve kısıra mükemmel bir lezzet katan sumak suyunu ağustos ayında yapıp tüm kış kullandıklarını anlatıyor. Biz yabancıların ise dilersek çarşıdan alabileceğimizi ekleyerek yüreklerimize su serpiyor.

Çiğdem Yılmaz daha sonra bizi KEDV'in atölyesine götürüyor. Burada Mardinli kadınları maddi açıdan desteklemek için kurulan kooperatifte çalışan Zeynep ve iki güzel kızıyla tanışıyoruz. Zeynep Hanım, şiirsel hareketlerle yosun sabunu yapıyor. Bu sabunun büyük şehirlerde rağbet görmesinden mutlu, "Selülite iyi geliyormuş," diyerek anlatıyor.

Akşamüstü çayı için Erdoba Evleri'nin günbatımında garip bir sessizlikle büyüleyen terasında soluklanıyoruz. Önümüze otelin meşhur hurma tatlısı geliyor. Otelin yöneticisi Özgehan Hanım'la uzun, keyifli bir sohbete dalıyoruz Mardin mutfağı üzerine. İş hayatının yoğunluğuna rağmen mutfak üzerine çok iyi yetiştirilmiş bir genç kadın, Özgehan Hanım. Kentin mutfağını anlamamıza yardımcı oluyor anlattıkları: "Kadınlar, Mardin mutfağında yemeklere kendi yorumunu katar. Her evde başka bir usül vardır. Mesela benim annem ikbebete fıstık koyar. Bir de bizim ailenin kadınlarının eli küçüktür; içli köfteyi küçük küçük, güzel açarız. Sembuseki (kapalı lahmacun) yoğurtla, mantı gibi yeriz. Kimi üzerinde yağ yakar, kimi yuvarlık yapar."

En iyisi nefesinizi tutup sizi lezzetler, pırıl pırıl, mistik ayrıntılarla ağırlayan bu kentin manzarasını aklınıza kazıyın.





Bu haber kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı () ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+