21 Temmuz 2010
Sabahları herkes uykudayken doğru tuvalete. Biraz küçük, ama ne yapalım? Nota sehpasını korum önüme. Ben de klozete otururum. Susturucusu vardır kemanın; sürdün, eşiğine onu takarım, bir de garanti olsun diye mandal. Ben bile zar zor duyuyorum ama, temrin yapmış oluyorum.
Zamane ketenlerine benzemeyen, içinde kahveli-yeşilli çizgiler dolaşan kaliteli bir takım elbiseyle karşılıyor beni Levon Balcıoğlu. Nam-ı diğer “Mösyö Gode!” Gode, Fransızca sözlüklerde “tek noktadan verilen bolluk.” “Elbisenin zevkli kırışığı...”
Doğup büyüdüğü Sivas’ın o tarihte “gerçek bir şehir”olduğunu es geçmeden, babası Nişan beyin “Sivas’ın bütün ileri gelenlerine” ısmarlama diktiğini anlatıyor Levon bey. “Kalfalığı Agop Usta’dan öğrendi. Babam da ustasıyla kumaş almaya giderdi İstanbul’a. Dönüşte ustasının valizi elinde, ustası arkada, eve gelirler.”
Zaman, büyük şehrin hayalini kurarak geçer Sivas’a sığamayan Balcıoğlu ailesi için... 6-7 Eylül 1955... Beyoğlu ve çevresinde azınlıkların mallarını yağmalayan, evlerine giren, kızlarına tasallut eden kalabalığın arkasında bıraktığı yıkıntının ve yangından kalan pis kokunun 15 gün sonrası. Sekiz bin liraya Taksim Feridiye’de önceden aldıkları dört katlı binada, üç ay evvel üniversite eğitimi için gelmiş ağabeyi Karabet karşılıyor aileyi. “Korku duymadınız mı?” sorusuna kafa sallıyor Levon bey: “Hayır, kokusunu duydum.”
“14 yaşındayım. İki ay boş gezdikten sonra Mahmutpaşa’da 29 numarada Sarafyan’ın yanında tezgahtarlığa başladım. Satıcılığı öğrendim” diyor Levon bey.
Minuettoya tuvalette çalışmak
Üç yıllık Mahmutpaşa eğitiminin ardından Beyoğlu. Kuloğlu’nun köşebaşında yanyana iki mağaza var. Biri Zara, diğeri Silvio. Musevi patronu Mösyö Rober’in yanında, 17 yaşında işe başlayan genç tezgahtar Levon, mesleğini sorduğunuzda modacı veya terzi demiyor da, “konfeksiyoncu” diyor. Mal seçimini, seri yapmayı, koleksiyon beğenmeyi, kumaş seçmeyi öğreniyor Zara’da. Gustolu müşterilerin arasında kendi tabiriyle “kamiflo insanların kupesinden” kapıyor. Ve bu kelli felli adamların arasında genç yaşında dikkat çekmeyi başarıyor. “Biri girdi mağazadan içeri. Arkasında 10-15 adam. Kim bu? Lefter. Dedi ‘bana bir çorap ver’. Verdim. Oturdu benim tabureye. Çorabını çıkardı. İçiçe koydu. ‘Al, at bunu’ dedi. Aldım, dediğini yaptım. Düşünebiliyor musun? Attım o çorabı. Nasıl yaparsın bu hatayı?”
70-80 lirayı bulan haftalığıyla, Erman Han’da ısmarlama terziliği sürdüren babası Nişan beye yük olmadan yaşamını sürdürüyor. Ne zaman ki ruhuna kemanın o kalbe ziyan sesi düşüyor, o anda kendini Ağa Camii’nin sokağında, zamanın meşhur doktorlarından Divanyan’ın oğlu Berç’in karşısında buluyor. Elinde Yüksekkaldırım’dan alınma bir öğrenci kemanı, “Bana öğretir misiniz?” diyor. Al takke ver külah, haftada bir 50 liraya anlaşıyorlar. Bütün hafta çalışıp kazandığı 70-80 liranın 50 lirasını keman öğretmenine çıkarıp verecek kadar müziğe vurgun. “Notist olmak istiyordum” diyor. Berç bey, Cemal Reşit Rey’in talebesi. İyi hoş da, ne vakit çalışacak kemana? Babamız Nişan bey akşam sekiz buçukta evde olur. Verdiği parçaları çalışmadan gelirse, bir sonrakine geçirmeyecek Berç bey. Akşam yedide eve geliyor. O bir buçuk saatte ne kadar çalışabilirse çalışıyor kemana. “Sabahları herkes uykudayken doğru tuvalete. Biraz küçük, ama ne yapalım? Nota sehpasını korum önüme. Ben de klozete otururum. Susturucusu vardır kemanın; sürdün, eşiğine onu takarım, bir de garanti olsun diye mandal. Ben bile zar zor duyuyorum ama, temrin yapmış oluyorum.” Levon beyi ikinci yılın sonunda ünlü maestro Arşam Kavafyan’ın filarmoni orkestrasında ikinci kemancı. “Çok artist bir insandı Mösyö Kavafyan. 35-40 kişilik bir orkestrası vardı. Saray Sineması’nın sahnesinde askere gitmeme altı ay kalası konser verildi. Bocceri’nin minuettosunu çalıyoruz. Güzel alkış aldık o konserde.”
Amasya’nın Carcurum Kışlası’na gitmeden Yüksekkaldırım’dan zamanın moda şarkılarının, portofinoların, çigan müziklerinin notalarını topluyor. Koltuğunun altında notalar, 1960’ta bir grup askerin yönetime el koyduğu tarihte askere gidiyor. Orduevinde orkestrayı kuruyorlar. Kemanda Levon, akordeonda ve vokalde Jery, piyanoda Sarkis, armonikada Vahe, gitarda Atilla, davulda Mustafa ve yine vokalda Yanni. En azından bu orkestrada ekalliyet, ekseriyeti oluşturuyor.
1962’de askerden dönen Levon Balcıoğlu “konfeksiyon işi büyük yatırım” deyip, başka bir iş kurma isteğiyle Perşembe Pazarı’nda yaşlıca bir iş sahibi arar. İşi ondan öğrenecek, sonra da ortaklık teklif edecektir. Ara Akar’ın dükkanında yağlı ve grafikli olarak ikiye ayrılmış conta yapımında kullanılan klingritler büyük rulolar halinde dizilmiş alıcılarını bekliyor. 60 lira haftalıkla Pazartesi gel başla. “Önce seyretmek istedim. Şaşırdı patron. Tanımadığım branş. Sabah erkenden gelip temizliği yapıyorum. Sonra seyrediyorum. Hangi malı nerden vermek lazım. İki gün sonra ‘tamam’ dedim. Bir haftanın sonunda artık gelene gidene rahatça mal satıyorum. İkinci hafta benim haftalık oldu 75 lira. Mağazanın içinde yağdan zemin görünmüyor. Kocaman bir depo var aşağıda. Yürünecek gibi değil. Bir rulo hiç yoksa yüz kilo çeker. Yüzlercesi orda burda yığılmış. Hepsini çeke çeke, altlarını temizledim. Mağazanın zemininden bir Ermeni ustanın işi çiniler çıktı. Patron girdi mağazadan. Ayağını geri attı: ‘Ne yapmışın sen buraya’ dedi. Adam başladı mı bana âşık olmaya. 8 ayın sonunda 15 senedir orda çalışanlarla aynı parayı alır oldum. Ama çıktım patronun karşısına; ‘bırakıyorum’ dedim. Çok üzüldü. Anladım ki, ben bu işin sahibi olmak istiyorsam konfeksiyon kadar masraf yapmam gerekir. Asıl işime dönmeye karar verdim; konfeksiyonculuğa.”
Bir yandan da gizli aşkı müziği sürdürüyor. Zamanın ünlü müzisyeni Semih Olcay’la Taşlık Gazinosu’nda sahne alıyorlar. Bir gün Yıldırım Gürses’in çağrısı sonucu Batı enstrümanlarıyla Türk Sanat Müziği icra etmek üzere 25-30 kişilik büyük bir grup kuruyorlar. Grup Altın Mikrofon şarkı yarışmasına katılacak. Ali ve Barbaros Erköse kardeşlerin de içinde olduğu grup o yarışmanın birincisi oluyor.
Fitilli kadifeden moda
Para kazanma vakti. Levon bey yeniden Beyoğlu’na döner. “Cebimde 8,500 lira var. Rumeli Han’ın üçüncü katında bir oda tuttuk. İki üç makinesi olan bir adam var. Ben parayı koydum, o makineleri. Konfeksiyona başladık...” Birkaç mağazaya ilk üretimleri pantolanlardan vermeye çalışırlar, başaramazlar. Bir buçuk yılın sonunda sepeti koluna, herkes yoluna... “Benim elimde bir tek satamadığım pantolonlar. Babamın Erman Han’daki dükkana yığdık. İçerisi zaten küçük. Bir an önce pantolonları elden çıkarıp zararı telafi etmeye çalışıyorum. Konsinye birkaç mağazaya bıraktım. Aa, bir baktık, bizim pantolonlar birer ikişer satılmaya başladı. Az bir maldı zaten. Bitince yenilerini yapmaya başladım. O ara en çok satan neyse, ondan ürettim.”
Anadolu’nun kışlığı fitilli kadifeye gözü takılıyor Levon beyin. 4-5 renk fitilli kadife alıyor, birkaç küçük ayrıntı ekliyor; arka ceplere kapak dikiyor, yandan cep koyuyor, çift biritli yapıyor pantolonları. Bu pantolonlar satılmaya başlayınca heyecanı da artıyor. Pantolonların üzerine safariler üretiyor. Apoletli, kolu manşetli, körüklü cepli. Üç güzel model yapıyor, bu mallara beklenmedik bir ilgi oluşuyor. “Beyoğlu o vakit Türkiye’nin aynasıydı. Anadolulu tüccar buraya gelir, vitrinleri gezer, sanki kendi mağazasına almayacakmış da, herhangi bir müşteriymiş gibi, gelir bakar, ne iyi satıyor, ona göre seçimini yapardı. Benim safariler bir anda büyük bir ilgiyle karşılanınca ben de ufaktan etiketlere telefon numaramı koymaya başladım.” Büyük bir hızla yükselişe geçiyor Levon bey. Birinci yılın sonunda mağazalar sipariş yarıştırmaya başlıyor. Artık, kendileri gelip mal sırasına giriyorlar. Üç ayrı atölyeye diktiriyor mallarını. İşin ustalıklarını öğreniyor gitgide. “Kumaşın havı önemli, kalıp çıkarmayı öğrenmek lazım. Yaz geldi. Şantuktan pantolon yaptım bu sefer. Ah göreceksiniz o kumaşları. Olsa da şimdi birer elbise giysek... Aynı modelleri sadeleştirip yazı da öyle geçirdik. İki sezonda iş bitti!” Herkes için yeni, belki biraz abartılı... O tatlı Ermeni rüküşlüğünden avangart bir üslup çıkıyor ortaya. Dahası, bütün Anadolu sırtlayıp götürüyor kendi mağazalarında satmak için bu renkli gencin hayallerinden çıkma yeni modayı... Diğer konfeksiyoncular bu malları taklit etmeye başlıyor. “Ertesi yıl yeni ceketler yaptım. Monosunu, kurvazesini, safariyi yine yaptım. Modeller çalınmasın diye ütücüye yollamıyorum. Herkes baktım safarileri yapmış, yılı onla geçirecekler. Dedim, ‘tamam!’ Verdim ceketleri ütüye. Safarileri ben mağazanın köşesindeki yerinden arkaya doğru attırdım. Yeni üç tip ceketi koydurdum. İşte o tarihte, şimdiki Galatasaray Kulübü’nün hemen yanında, Hasnun Galip’teki ilk yerimi tuttum. Üstüste koyup dört beş kalıbı keserken ellerimi parçalayan makasların yerine de elektrikli makinalar aldım. Bir makastarım var artık, dört atölye de bana çalışıyor.”
Gode A.Ş. Hasnun Galip’te
25 yaşına geldiğinde Beyoğlu’nun, dolayısıyla Türkiye’nin de modasına yeni bir rüzgar katan, kendi coşkun heyecanıyla gitgide Batılılışan bir çizgiyi kabul ettiren Levon Balcıoğlu hem koleksiyonlarını sergilediği hem de tasarımlarını yaptığı Hasnun Galip’teki mağazasının tabelasını asarken biraz uzağına geçip seyrediyor: “Gode A.Ş.!” Artık piyasada Levon Balcıoğlu’ndan mal alanlar onun yeni adını da kulağına fısıldıyorlar: “Gode bey!”
Artık ünü bütün Türkiye’ye yayılmıştır Gode’nin. Kendi kurallarını koyan, Martino mağazasının sahibi mal almaya geldiğinde, kârdan yüzde 35 hisse isteyen, “Başka kimseden erkek giyimi alamazsınız ama” şartını da geçerken hatırlatan, 10-12 mağazaya mal veren bir konfeksiyon efsanesi. Dönemin bütün popüler sanatçıları, işadamları, politikacıları Gode’den giyiniyor. Mağazaların en görünen vitrini Gode’ye ayrılacak. “Gode’nin kreasyonlarını görmek için sekreterden randevu almış mıydınız? Kusura bakmayın, Gode randevu ile mal satar.”
Zambak Sokak’taki binayı alıp dekore ettirirken, Türkiye de 1970’lere merhaba demek üzeredir. Gode ilk mağazacılık deneyimini yaşamak üzere, o tarihte açılmış ve arkasındaki tanınmış kişilere rağmen başarılı olamamış bir mağazaya, Hakan mağazasına ortak olur. Mağaza derin borç yükü içerisindedir. Bu genç girişimci alacaklılarla uzun görüşmeler yapar ve hem onların hem de mağazanın kurucularının memnun kalacağı bir uzlaşma ortamı yaratır. Dört ay gibi kısa bir sürede borç yükünden kurtulur mağaza. Daha sonra eski sahipleri Gode’yi kendi tabiriyle “diskalifiye” eder. Ama, Gode bey dönemin ünlü avukatlarından birini tutar ve hakkı olanı alarak ayrılır. Cebinde parası, artık ortaksız bir iş kurmanın zamanı geldiğini düşünür. Beyoğlu’nun Taksim’e doğru sağ yakasında yürürlerken, bir dükkana gözü takılır. Yeni tefrişatı yapılmış, lokanta olmayı bekleyen büyük bir mağaza. Ağabeyi Karabet’e, “Bu yakadaki bütün dükkanlar boş” derken içte içe gülümsemektedir. “Nasıl boş Levon, hepsi dolu, görmüyor musun” der biraderi. “Sen görmüyorsun, bütün dükkanlar boş!” O mağazanın sahibine bir blöf yapıp dükkanı satmak istediğini duyduğunu söyleyerek başlayan görüşmenin bir ay sonrasında, nasıl bir ticari öngörüyse bu, dediği çıkar ve adam şimdiki İstiklal Kitabevi’nin bulunduğu mağazayı Mösyö Gode’ye satar. Alan mağazası kepenklerini müşterilerine açtığında yıl 1975’tir. 15 yıllık bir yolculuk böylece başlar. “Vakko, Goya ve Alan mağazaları birarada anılırdı o tarihlerde.” Sonra, zaman değişir. Konfeksiyoncuların yerini hazır giyimciler almaya başlar. Mösyö Gode, Osmanbey’e kayan tekstil toptancılarıyla birlikte yavaş yavaş taşınma vakti geldiğine karar verir.
Akademi İstanbul
Arada uzun bir boşluk... Sonra bir gün yeni bir heyecan. Akademi İstanbul. Araksi hanım çağırmış Mösyö Gode’yi: “Durumlar hiç içaçıcı değil. Bize biraz yardımcı ol. Tüccarlığından faydalanalım.” Bakıyor, durumlar gerçekten parlak değil. Okulu tanımayan yok. Ama, parası har vurulup harman savrulmuş. Hiç aklında yokken onu Akademi İstanbul’un sahibi kılan süreç de böylece başlıyor. Eğitim, içinde uzundur hissetmediği heyecanı yeniden uyandırıyor. Gelip gitmeye başladığı bu kuruluşun 2007’de isim hakkını alarak yeniden işe koyuluyor. “Bir süre kapalı tuttum okulu. Hazırlıkları yeniden yapmak gerekti. Ama, öğrenciler gelip kayıt yaptırmak istiyorlar. Biz sertifika veren bir kurumuz. Ama ameli bir yapımız var. Sinema-TV öğrencisi misin? Sete gidersin. Staja. Biz iş bağlantısını sağlarız, ama kimilerinin dediği gibi öyle iş güvenceli eğitim diye bir şey yok. Eğer sana verilen eğitimi doğru alırsan, sağladığımız stajı iyi değerlendirirsen, bizi arayıp seni işe isterler. Böyle o kadar çok genç çıktı ki bizim okuldan...”
Milli Eğitim’e bağlı, meslek edindirme amaçlı bir akademi. Vakıf haline gelmek, dört yıllık üniversite olmak istiyorlar. Modadan reklama, gazetecilikten sinemacılığa geniş bir eğitim programı. Sıcaklığını, heyecanını buraya da yansıtmış. Ayrılmadan önce, Hasnun Galip’teki ilk dükkana gidiyoruz. Bara dönüşmüş olan dükkana girdiği anda sonradan yapılma duvarları, bölmeleri teker teker kaldırıyor gözümüzün önünden. Bir gaz sobası yangınıyla mağazanın iki dakikada nasıl tutuştuğunu anlatıyor. Bacaklarındaki yanık izlerini göstererek.
Mösyö Gode’yi takdimimdir...