Balad Yıllanmış Şarap Kadar Güzel...
İstanbul’u bir deniz kızı olarak düşünürsek, Balat onun masalsı dünyasının eski bir tebessümdür. Denize açılan dar sokakları, ahşap binaları ve Arnavut kaldırımı dik yokuşlarıyla İstanbul`un geçmişe dönük yüzünü günümüze inat son gücüyle ayakta tutmaya çalışan bu eski Haliç semti, adeta sararmış bir fotoğraf misali geçmişten günümüze varlığını sürdürmektedir.
Günümüzde İstanbul’un hemen her semtinde olduğu gibi bu sahil semti de, masmavi denize karşı, pencereleri kiremit kırmızısı sardunya çiçekleriyle bezenmiş ahşap evlerinde birçok farklı kültürden insanları bir arada barındırmış eski bir azınlık mahallesidir. Bugün hala eskisi gibi, yokuş başlarında, sokak aralarında, Sermet Muhtar Alus’un yıllar önce kaleme aldığı, süslü-püslü kadınları, melon şapkalı, siyah setreli, altın köstekli, sakallı beyleri ve kıyılarında vızır-vızır işleyen kayıkları, ve yelkenlileriyle o eski Balat’ı bulamasak da, geçmişe uzanan dar sokak aralarında bu semt Rum, Musevi ve Ermenilerden kalma eski anılarla dopdoludur. Rumca da olduğu gibi Ermenice dede “Saray” anlamına gelen “Balad” adı değişmeden günümüze kalmış nadir İstanbul semtlerinden biridir.
Osmanlı donanması komutanlarından Hamza Bey, kentin alındığını gördükten sonra Bizans’ın Haliç’e gerdiği zincirin üzerine yürüdü ve limana girdi. Bütün gemileri Balat kıyısına yanaştırdı. Kapalı olan Balat kapısını kırdırıp karaya çıktı. Bizans döneminde bu kapının adı “Bassilakis Philis” yani Hünkar Kapısı’ydı. Çünkü imparatorların ikametgahı olan “Blekarnea” sarayına giden yol bu kapıdan geçiyordu. Bizanslılar kenti terk ettikten sonra azalan nüfusu artırmak için Fatih Sultan Mehmet`in emriyle diğer bölgelerden İstanbul`a göç ettirilenler arasında yer alan yoksul Musevi aileler de bu kapıdan geçerek Balat`a yerleşti. Balat`ta bulunan Ermenilerin evleri ve kapıları ise diğerlerinden farklıydı. Balat’ın önemli bir özelliği de bu ufak semtte Rum ve Ermeni kiliselerinin, Sinagogların ve camilerin iç içe olmasıydı. Bu, Osmanlı döneminde İstanbul`da farklı kültürden insanların bir arada yaşayabildiklerinin bir göstergesi. Çarşı içindeki Ahrida Sinagogu`nun az ilerisinde Hagios Stradi Ortadoks Kilisesi bulunuyor. Fotoğraf çekmek için farklı enstantaneler arayanlar, semtin diğer Ortadoks kiliseleri ile Ayvansaray`a doğru ilerlerken karşılaşacaklardır.
Mahallenin tek Ermeni kilisesi olan Surp Hreşdagabet Kilisesi ise Kamış Sokağı`nda yeralıyor. Kilisenin delhizinde bulunan Ayazmanın suyunun şifalı olduğuna inanılıyor. Perşembe ve Pazar günleri açık olan kiliseye Müslüman, Hristiyan birçok hasta ve sakat, şifa bulmaya geliyor. Kilisenin hemen yakınındaki Voyvodina Caddesi üzerinde faaliyetini sürdüren, 1762’li yıllarda inşaa edildiği sanılan “Tahta Minare Hamamı”nın halk arasında (Ermeni batağı) olarak anıldığı dönemlerde, hamam özellikle İstanbul Ermenileri arasında oldukça ilgi görür. Dönemin genç Ermeni güveyleri evlenecekleri günün önceki gecesi bu hamamda yıkanarak sabahlar ve kendilerini gerdek gecesine hazırlarlarmış. Bir zamanlar Balat kapısının bulunduğu sanılan yerden girince sizi Balat çarşı meydanı karşılıyor.
1890 yılından beri varlığını sürdüren ünlü Agora Meyhanesi de bu çarşıda bulunuyor. Tabii Duziko kadehlerinin birbirine çakılarak, Buzuki eşliğinde Zeyvekiko ve Kasap havalarının oynandığı ve neşeli kahkahaların sokaklara taştığı o eski Agora Meyhnesi değil artık burası...
Ferruh Kaya Sokağı`nda bulunan Ferruh Kekuda Camii Mimar Sinan`ın eseri. İskele yakınındaki Yusuf Şücaüddin Camii ise geçtiğimiz yıllarda restore edilmiş. Balat`ta bulunan kiliselerin, bugün semt dahilinde cemaatleri kalmamış artık. Kiliseler sadece belli günlerde diğer semtlerde yaşayanlar için kapılarını açıyor.
Zaman birçok şeyi silmiş yok etmiş burada, insan dokusu kalmamış ama Balat`a özgü o mistik hava, o mimari doku hala mevcut. Ve Balat tıpkı yıllanmış eski bir şarap gibi buruk ve güzel...