Karşılaşmalar, yıkıntılar ve umutlar: Der Hagop Minasyan’ın öteki tarihi
Kadıköy Süleymanpaşa doğumlu Der Hagop Minasyan ile eski Kadıköy’ü, İzmir Ermenileri’ni konuştuk. Der Hagop, Kadıköy’ün Ali Suavi Sokağı’nı, eski evlerini ve Anarad Hığutyun Rahibeler Okulu’nu anlattı.
Ne zaman eskilerin yanında Kadıköy Ali Suavi Sokağı’ndan söz açsam, muhakkak birileri “Der Hagop’un anılarını dinlemelisin. O bu sokağın her köşesini karış karış bilir” derdi. Der Hagop, sadece Kadıköy değil, İzmit Armaş (Akmeşe)- Bardizag (Bahçecik) bölgesi Ermeni cemaati konusunda da uzmandı. Bu konuda değerli bir çalışması var, Bithynia Tümlüğü İçinde Akmeşe (Armaş). Toplumsal Tarih Dergisi’nin eski bir sayısı mı gerek, hemen yönlendirilirim, “Der Hagop’ta muhakkak vardır. Bir soruveriniz” Kimdi bu Der Hagop? Bir vesile ile randevulaştık. Onun kişisel tarihinde epey yerinin olduğunu bildiğim eski Kadıköy Anarad Hığutyun Ermeni İlkokulu, yeni Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde beklemeye başladım. Heyecanlı, biraz da gerilimliydim. Der Hagop, sevgili eşi Digin Zartar ve biricik kızı Narod Siranuş ile beraber geldi. Niyeyse ciddi işlerle uğraşan insanlar asık suratlı olmalı gibi bir önyargımız var. Ben de öyle birini bekliyordum. Ne yanılgı! Karşımda son derece insancıl, kibar, hatta biraz çocuk ruhlu bir adam vardı. Hanımefendiler için ayrı bir masa ayrıldı. Bizim masada da koyu bir sohbet başladı. Sanat Tarihçisi ve Teolog Der Hagop Minasyan’ı dinleyelim.
Hagop Minasyan, Kadıköy, Süleymanpaşa Sokak doğumlu. Aile büyüklerinin geçmişi Harput, Burdur, İzmir ve Bursa (Yalova) Çengiler’e (Sugören) uzanıyor. Annesi Siranuş Minasyan’ın adı, Osmanlı dönemi sanatçılarından, ailenin yakın akrabası Siranuş Aleksanyan’dan geliyor. Siranuş Aleksanyan, tıpkı Elize Binemeciyan, Bayzar Fasulyacıyan, Azniv Minakyan, Roza Felekyan, Beatris Kalfayan, Victorya Haçikyan, Toto Karaca, Peruz Agopyan gibi döneminin ünlü oyuncuları arasında yer alıyor. 1922 yılında, Muhsin Ertuğrul’un Kemal Film için çektiği ilk film olan İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk/Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli’ nde “Kemal’in annesi” rolünü Siranuş Aleksanyan üstleniyor. Mütareke yıllarında sevgilisi tarafından öldürülen Mediha Hanım’ın hayat öyküsünden bir kesiti senaryolaştıran Muhsin Ertuğrul, bu filmi ile epey takdir topluyor. Öyle ki, Nijat Özön, bu filmin Kemal Film için bir gelenek yarattığını, bu senaryonun benzerlerinin yıllar içinde defalarca tekrar edildiği saptıyor. Siranuş Aleksanyan, sonraki yıllarda Fransa’ya yerleşiyor. 1950 yılında Fransa’da vefat ediyor. Bugün Siranuş Aleksanyan’ın adı, Der Hagop’un kızında yaşatılmaya devam ediyor. Der Hagop, ailenin tiyatro-sinema sevgisini şöyle anlatıyor; “Hem benim hem eşimin ailesinde çok sayıda sinema-tiyatro oyuncusu var. Bu nedenle oyunculara karşı müthiş bir sevgi ve saygıyla büyüdük. Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti tiyatro ve sinema sanatçıları manevi olarak bizim akrabamızdır.
Bu coğrafyanın tüm oyuncularını akrabam olarak kabul ederim. Siranuş Aleksanyan’ın eşi Harutyun Aleksanyan, anne tarafımdan akrabamdır. Harutyun Aleksanyan eskiden Yalova sınırları içinde olan, Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün emriyle Bursa’ya bağlanan Çengiler’de 1857 yılında dünyaya gelmiştir. Başlarda Güllü Agop’un ekibinde sahne alan Harutyun Aleksanyan, Güllü Agop ile yaşadığı anlaşmazlıklar sonucunda ekipten ayrılarak Tomas Fasulyacıyan, Mınakyan Topluluğu ve Şahan-Oksen Şahinyan ile sanat hayatına devam etmiştir. Çok verimli bir oyuncu olarak bilinen Aleksanyan özellikle kötü karakterleri canlandırmakta çok başarılıymış. 1917 yılında vefat etmiştir. Mezarı Şişli Ermeni Mezarlığı, Sanatçılar Bölümü’ndedir. Aleksanyan çifti hem başarılı meslek hayatlarıyla, hem de yaşantılarıyla örnek bir çift olmuşlar. Onlar gibisi kolay kolay gelmez artık.” Siranuş Aleksanyan, her ne kadar başarılarla dolu bir ömür geçirmişse de, ailenin ikinci Siranuş’unun, Der Hagop’un annesinin hayatı epey zorluklarla geçmiş. “Annem Siranuş’un çocukluk yılları çok zor şartlarda geçmiş. Anneannem Eftik ve Dedem Garabed Yalova (Bursa) Çengiler’de mutlu mesut, kendi halinde bir yaşam sürerken 1915’de dedemi askere almışlar. Anneannem de kalanlarla birlikte Şam’a giden göç yoluna zorunlu olarak dahil olmuş. Uzun ve zorlu yolculuktan sonra Şam’a varmayı başarmış. Üstelik Şam’da dedemle yeniden karşılaşmış. Bu çok büyük bir kavuşmadır. Annem 1919 yılında Şam’da doğuyor ve Türkiye’ye dönüyorlar. Amaçları yeniden Çengiler’e dönüp, kaldıkları yerden devam etmek. Çok masum, çok safça bir istek. Oysa ki köylerine dönmek yasaklanmış. Kendilerinden geriye hiçbir iz kalmadığını anlayınca İstanbul’da sil baştan bir yaşam kuruyorlar.” Yalova Çengiler’in kendi halinde ailesi, yaşadıkları zor koşullara rağmen İstanbul’un Kadıköy’ünde yeni bir hayat kurmayı başarmışlar.
İZMİR ERMENİLERİ
O sıralarda İzmir’de de benzer olaylar yaşanıyor, bir başka aile İstanbul’a göç hazırlığı yapıyormuş. Ailesinin İzmir sevgisini miras alan Der Hagop, yere göğe koyamadığı İzmir’i anlatıyor. “Babamın ataları Harput kökenli. Fakat çok eskiden İzmir’e yerleşmişler. Haynots (Ermenilerin Yeri) olarak bilinen İzmir Ermeni mahallesinde çok güzel, çok mutlu bir hayat kurmuşlar. Bu mahalle günümüz Basmane semtinin önünde uzanan caddenin karşı tarafından başlayarak, günümüzdeki İzmir Fuar Alanı’nın tümü ve yine Kahramanlar Mahallesi’nin başlangıcına uzanır. Küçük bir bakkal dükkânı varmış dedemin. Onunla geçinirlermiş. İzmir, 1915 öncesi nüfus sayımında 21.000 Ermeni nüfusa sahip. Bu nüfusun büyük çoğunluğu kentin önde gelen isimlerinden. İzmir Ermenileri etkili bir cemaat. Kiliseleri, okulları, dernekleri, yayınları var. İzmir Ermenileri, Anadolu’nun geri kalan kısmına nazaran 1915’i daha az zararla atlatıyorlar. Burada sözlerim yanlış anlaşılmasın. Tarifi mümkün olmayan acılar yaşanmış ama Anadolu’nun geri kalanıyla kıyasladığımızda görece iyi bir tabloyla karşılaşıyoruz. Örneğin Dedem Hagop Minasyan ve Babaannem Zaruhi Hovhannesyan Minasyan, 1916 yılında İzmir’deki Surp Isdepannos Katedrali’nde evlenmişler. Bugün o katedralden hiçbir iz kalmadı. İzmir Ermeni Mahallesi Haynots, 1922 yılında yakılmış. Ailem de Yunan çıkarması zamanı İstanbul’a kaçmak zorunda kalmışlar. Böylece babamın ömründe de bir İstanbul sayfası açılmış. Anne ve babamın yolları 1939 yılında Kadıköy’de kesişmiş. Bu karşılaşmanın meyvesi ben ve kız kardeşim Hilda olmuşuz.”
KADIKÖYÜ’NÜN ALİ SUAVİ SOKAĞI: HAYATLAR, HATIRALAR
Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği Ali Suavi Sokağı’nı anlatırken Hagop Minasyan’ın gözlerinin içi parlıyor. Karşımda oturan ve heyecanla büyük maceraları, görkemli hatıraları, etkileyici kavuşmaları, felaketleri, trajedileri anlatan Der Hagop, söz Ali Suavi Sokağı’na geldi mi adeta çocuksu bir hal alıyor. “İlkokul yıllarımda Ali Suavi Sokağı’na taşındık. O gün bugündür ben bu sokağa meftunum. Babam, Ali Suavi Sokağı başta olmak üzere bütün Kadıköyü’nün tesisatçısıydı. Ali Suavi, benim için bir sokak olmanın ötesindedir. Bütün sokak başından sonuna kadar bir aileydi, evimizin bir odası gibiydi. Karşılıklı saygı, sevgi, güleryüz vardı. Sokağın başında bir pasaj var, Harunoğlu Pasajı. Onun yerinde, çok eskiden büyük bir villa vardı. Kadıköyü’nün Ermeni Katolik ailelerinden Harunyan Ailesi’nin villasıydı. Onnik Harunyan’ın torunu Anarad Hığutyun’da Okulu’nda benim öğrencimdi. Harunyan villasının yanında, emniyet teşkilatında özel görevli biri otururdu. Bu beyefendinin oğlu Fikri ile arkadaştım. Biraz ileride iki ihtiyar hanım otururdu. Canları sıkıldıkça hemen evlerinin karşısındaki Surp Levon Kilisesi’nin bahçesine giderler, kilimlerini sererler ve akşama kadar orada otururlardı. Sokağın tarihçesini ben o iki hanımdan öğrendim. Bana oldukça ilginç bilgiler vermişlerdi. Örneğin herkes tarafından bilinir ki Surp Levon Kilisesi, 1911 yılında yapılmıştır. Oysa o iki hanımefendi başka bir bilgi verdiler. ‘Bu kilise yapılmadan önce, ahşaptan yapılmış bir kilise vardı’ derlerdi. Bu ahşap kilisenin çan kulesi yokmuş. Çan, ağaca bağlıymış ve oradan çalınırmış. Büyük ihtimalle o çan, şu an çan kulesinde olan 4. çandır. Çünkü diğer üç çan, kilise yapıldıktan sonra özel döktürülmüş, üzerinde hem İtalyanca, hem Ermenice yazılar olan, üç takım çandır. Demek ki o 4. çan o zamanlardan kalmaydı ki buraya eklediler. Bu gibi pek çok bilgiyi o iki hanımefendiden öğrendim. Çocukluğumda Surp Levon Kilisesi’nin cemaati çok kalabalıktı. Bayram günleri bahçeye taşardı insanlar. 60’lı yıllarda 110 aile bu kiliseye bağlıydı. Kadıköy Merkez, Bağlarbaşı, Göztepe ve Modalı Ermeni Katolik ailelerden söz ediyorum. Günümüzdeki cemaati inanın tanımıyorum. Onun dışında kimler vardı? Bir düşünüyorum. Ekseriyetle patates-soğan satan gezici bir manavımız vardı. Kendisi Grek’ti. Kim, kiminle, nerede, ne yapmış bilgisini ondan alırdık. Maryam Beyleryan, sokağımızın önemli figürlerindendi. Dört evladını kimseye muhtaç olmadan, dikiş dikerek büyüttü. Hayat koşulları zordu ama Digin Maryam yüzünden gülücüğünü, dilinden tatlı sözünü eksik etmezdi. Değerli din adamı Kaspar Beyleryan’ın annesiydi. Kaspar Beyleryan, 1961 yılında Surp Levon Kilisesi’nin din görevlisi oldu ve kırk yıla yakın bu görevini sürdürdü. Maryam Beyleryan’ın elle çalışan dikiş makinesi, ekmek teknesi, gözünün nuru o dikiş makinesi bizim evde duruyor. Ondan bir hatıra olarak saklıyoruz. Kendisini bu vesileyle sevgi ve saygıyla anıyorum. Cevat Bey Amca ve Aliye Hanım Teyze çok değerli komşularımızdı. Kızları Melike, oğulları rahmetli Ali Salih ve Melih ile birlikte sevgi dolu bir aileydiler. Cevat Amca, gemicilik işletmesinde çalışırdı. Gemileri ilaçlayan kişiydi. Bir mesleği daha vardı, sünnetçilik. Kadıköyü’nün sünnetçisiydi. Aliye Teyze ikinci annemdi. Sağlık memuruydu, evlere iğne yapmaya giderdi. Ne kadar fakir fukara varsa sağlık işlerini ücretsiz yapardı. Tıpkı efsane doktorumuz Jirayr Kaynar gibi! Jirayr Kaynar, insanlık için yaşamıştı. O gibi insanlar 500 sene yaşasa da azdır. Aliye Hanım Teyze bir yaz günü beni çağırdı. O yıllarda evlerimizde buzdolabı yoktu. ‘Oğlum, şu şişeleri size ayırdım. Hepsine su doldur, dolaba güzelce yerleştir. Hiç değilse sabah akşam bir soğuk su içersiniz” dedi. Ailemin bu habere nasıl mutlu olduğunu anlatmaya sözcükler yetmez. Ben bu yaşıma geldim, hala ne zaman buzdolabını açıp da bir soğuk su içsem, Aliye Teyzem aklıma gelir. Bu bir yudum su onun canına gitsin diye içerim. Eşsiz bir aileydiler. Bir de sokağımızın sonunda bir Osmanlı paşasının evi vardı. Görkemli bir evdi. Hizmetçileri, uşakları, aşçıları vardı. Osmanlı kökenli ailelerin güngörmüş zarafetiyle kimse yarışamaz. Onlar da böyle bir aileydi. Bir pazar günü uşakları bizim evin kapısını çaldı. Musluk bozulmuş, tesisatçıya ihtiyaç varmış. Babam alet çantasını hazırladı. Beni de yanına aldı. Paşazadelerin evine musluğu tamir etmeye gittik. O sırada Hanımefendi aşağı indi, bizi gördü. ‘Bugün sizin ibadet gününüz. Biz bir şekilde idare ederiz. Çocuğunu al, kiliseye git. Hafta içi bir gün gelirsiniz’ dedi. Asalet budur benim için. Bu olayı unutamam.”
KADIKÖYÜ’NÜN EVLERİ: BAHÇELERDE KUYU, EV İÇLERİNDE SARNIÇ
“Benim küçüklüğüm üç katlı ahşap bir evde geçti. Ahşap evlerde en alt kat genelde bodrum olurdu. Odun, kömür burada depolanırdı. Giriş katında iki oda vardı, üstteki katlar yatak odalarıydı. Mutfak genelde giriş katta olurdu. Onun için aşağı inilirdi. Isıtmak için soba yakılırdı. Baca tutuşmasından dolayı çok yangın çıkardı. Fenerbahçe’de, Moda’da siren sesleri duyuldu mu koşar, yangın seyrine giderdik. En yoksulun evi bile sabun, lavanta kokardı. Evin bütün odaları her gün süpürülürdü, merdivenler arap sabunu ile fırçalanırdı. Yaz sıcağında kışa hazırlık olarak salça kurutulurdu, tarhana yapılırdı. Buzdolabı yoktu ama bahçelerde kuyu vardı. Soğuk su içmek için testilere konan su, kuyuya sarkıtılırdı. Et, balık günlük alınırdı. Şimdiki gibi pahalı yiyecekler değildi. Uskumrunun, istavritin kimse yüzüne bakmazdı. Etler bozulmasın diye tepsiye konulur, kuyunun içine sarkıtılırdı. Tabii ara sıra kuyunun içine kova, tepsi vs. düşürdüğümüz de olurdu. O zaman da, kuyu çengelleri vardı. Kuyunun içine onlar sarkıtılırdı. Şimdi tarihe karışmış bir eşyadır. Evlerimiz kuyulu ve sarnıçlıydı. Kuyu bahçede olurdu, sarnıçlar da evin içindeydi. Yağmur suyu sarnıçta biriktirildi. Her evin bir kedisi vardı. Ahşap evlerin hemen hepsinin bir kedisi olurdu. Bu nedenle eski İstanbullular kediyi çok sever, sayar.”
6/7 EYLÜL 1955’TE KADIKÖY
“Sokağın huzuru 1955 yılında, 6/7 Eylül Pogromu’nda kaçtı. Bir daha da toparlanamadı. Çocuktum fakat bütün detayları ile hatırlıyorum. Üstelik dün akşam olmuş bir olay gibi anımsıyorum. Ali Suavi Sokağı’ndaki evimizde uyuyordum. Sabaha karşı cam kırıkları, feryat figan sesleri ile uyandım. Sokakta ne asker, ne polis vardı. Evimizin üst kat penceresinden Yeldeğirmeni Ayios Georgios Rum Ortodoks Kilisesi’nin yanışını elimiz kolumuz bağlı bir şekilde izledik. Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nin camlarını kırdılar. Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi’ni tanınmaz hale getirdiler. İkonalar parçalandı, camlar kırıldı, bahçesi talan edildi. Sokağımızdaki Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi askeri karargah oldu, hiç dokunmadılar. Bir süre sonra sıkıyönetim ilan edildi. Askerler burada konuşlandılar. 6/7 Eylül’ün saldırganları evlere de girdiler. Bugün Grek hastanesinde yatan Kadıköylü kız kardeşler vardır; Marika ile Nelly. Onların da evlerine girmişler. O neşeli, güzeller güzeli kızlar korkudan akıllarını kaçırmışlar. 2010’lu yıllara kadar Kadıköy sokaklarında o vaziyette dolaşırlardı. Esnaf bakardı bu kız kardeşlere. Hikâyelerini herkes bilir, sahip çıkarlardı. Biz babamla ertesi sabah Altıyol’dan Rıhtım’a doğru yürüdük. Sokak ortasında bir çocuk bağırıyordu; ‘Alın, evinize götürün. Gâvur malıdır, helaldir.’ Bu manzarayı nasıl unutayım? Dayım Aleksan, gömlekçiydi. Dükkânı Bahariye Caddesi’nde Ankara Pastanesi’nin karşısındaydı. Aile dostumuz, Şerife Hanım teyzemiz olayları duyar duymaz Ayrılıkçeşme’deki evinden fırlayıp gelmiş. Dayımın dükkânının önüne oturmuş. Bayrak ve Kuran ile nöbet tutmuş. Hem de ertesi gün, sabaha kadar. Sabah evimize geldi, bize sarıldı. Ağladık uzun uzun…”
KADIKÖY ANARAD HIĞUTYUN RAHİBELERİ OKULU
Çocukluğunun geçtiği sevgi dolu ortamı dinledikçe, Der Hagop’un neden bu kadar yumuşak huylu, gözlerinin içi gülen, tam bir beyefendi olduğunu daha iyi anladım. Milletinin diğer fertleri gibi çalışkandı, becerikliydi. “Elinden ne iş olsa gelir” derler ya, tam da öyle! Babasından tesisatçılık ve duvar ustalığı öğrenmiş. Bir yandan da sanat tarihi ve teoloji dersleri almış. Özel ilgi alanı Turan-Türk Tarihi ve İslam Araştırmaları. Kısa bir süre sonra yayınlanacak olan “Deşti Kıpçak Üçlemesi” çalışmasına son şeklini vermek için gece-gündüz demeden çalışıyor. Bütün meslek hayatında İncirdibi Ermeni Okulu, Kamp Armen ve Anarad Hığutyun Okulu günlerini ayrı bir yere koyuyor. “Anarad Hığutyun Okulu, rahibelerin yönetiminde olan bir okuldu. Anarad Hığutyun, Meryem Ana’ya atfedilen bir unvandır, Lekesiz Hamilelik demektir ve bir Ermeni Katolik tarikatıdır. Benim küçüklüğümde bu okulda dört rahibe vardı. Görev yaptığım yıllarda sadece bir rahibe kalmıştı; Soğome Bardakçıyan. Otoriter kişiliğiyle meşhur Rahibe Soğome, Erzurum(Garin) doğumluydu. İstanbul’da dört Anarad Hığutyun merkezi vardı. Esas ana bina Beyoğlu’ndakidir. Diğerleri Pangaltı, Samatya ve Kadıköy. Günümüzde yalnızca Samatya Anarad Hığuytun binası okul olarak hizmet vermeye devam ediyor. 1915 öncesi Anadolu’nun birçok yerinde Anarad Hığuytun Rahibeleri Okulu vardı. Tarihe karışan okullardandır. Kadıköy Anarad Hığutyun Okulu, her zaman için ilkokul olmuştu. Ben burada sınıf ve branş öğretmenliği yaptım. O zamanlar seksen öğrencisi vardı. Servisle de taşınırdı öğrenciler. Bütün öğretmenler kadındı, tek erkek bendim. Şu an iç kısımda kafe olarak hizmet veren yer şapeldi, altarın olduğu yerdi. Burada dua okunurdu. Şapeli bir süre sonra üst kata taşıdılar. İçerde bir çan duruyor. O çan buraya ait en eski objelerdendir. Günümüzde orijinalitesi bozulmuş bir mekândır. Anarad Hığutyun Okulu kapandıktan sonra üç yıl boyunca boş kaldı. Atıl bir durumdaydı. Kolej, sağlık merkezi vb. yapılması için de başvurular oldu. Fakat hükümet reddetti. En sonunda kültür merkezi olması için onay verildi. Burası uzun yıllardır Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak hizmet veriyor.
.
KAMP ARMEN: HRANT DİNK VE AZİZ NESİN
Der Hagop Minasyan, yaz tatillerinde gönüllü öğretmenlik yaptığı Kamp Armen günlerini özlemle hatırlıyor. Büyük bir Aziz Nesin okuru olduğu için, Kamp Armen’deki öğretmenlik yıllarına Aziz Nesin’in kitapları eşlik edermiş. Bir de güzel anısı var; “Aziz Nesin öldüğünde bir yıl kadar boşluk hissettim. Ben bir din adamıyım, kiliseye bağlıyım. Aziz Nesin ise bir ateist! Fakat ben vaazlarımda onu hep sevgi ve saygıyla anarım. Okumadığım kitabı yok. En sevdiğim kitabı da Havadan Sudan’dır. En çok hediye ettiğim kitaptır. Hrant Dink’le bir Aziz Nesin anım var. 1967-1970 yılları arası Kamp Armen’de öğretmenlik yaptım. Hrant da öğrencimdi. Aziz Nesin’in yeni bir kitabı çıkmıştı; Memleketin Birinde Hoptirinam. Çok merak ediyordum. İstanbul’a giden biri olsa da istesem diye bekliyordum. Hrant dedi ki, ‘Ben bir günlüğüne annemin yanına gideceğim’ Hemen ona para verdim, kitabı ısmarladım. İki gün sonra döndü. Bana doğru, anlamlı anlamlı gülerek geliyor. ‘Kitabı aldın mı Hrant?’ diyorum. Kıkır kıkır gülüyor. ‘Ver bakayım kitabı, üstü de sen de kalsın’ dedim. Hrant, İstanbul’da bir kitapçıya girmiş, Aziz Nesin’in kitabını istemiş. Kitapçı Aziz Nesin adını duyar duymaz, komşu dükkâna seslenmiş, ‘Görüyor musuuuuun, heyyy! Çocukları bu yaşta komünist yapıyorlar.” Meğer bu yüzden gülüyormuş. Neyse, yine de kitabı almayı başarmış Hrant. Elinde tuttuğu kitap, ne maceralarla alınmış kitaptı. Saklıyorum hâlâ. Bu çürümüş zihniyet, bu Aziz Nesin’e saldıran zihniyet yıllar geçti, tükenmedi. Hrant’ı da katletti. Onu çok özlüyorum.
ASKERLİK: ‘GOMİDAS’IN MEMLEKETİDİR KÜTAHYA!’
Zaman akıp giderken Hagop Minasyan’ın askere gitme vakti de gelmiş. Yedek subaylığını Kütahya’da yaptığı için çok sevinmiş. “Çünkü Gomidas’ın memleketi” diyor. Gittiği her ortamda kendisini sevdirmeyi, saydırmayı bildiği gibi, Kütahyalılarla da güzel, anlamlı, derin dostluklar kurmayı başarmış. “Askerliğimi yedek subay olarak Kütahya’da yaptım. Üstelik Gomidas’ın evine çok yakın bir yerde. Kütahya’nın son Ermenilerinden, radyo tamircisi Artin Köylüoğlu ile o yıllarda tanıştım. Kütahya Ermeni Kilisesi o zamanlar harap durumda da olsa ayaktaydı. Yıllarca depo olarak kullanmış. Oldukça bakımsız. Kilisenin içini gezmeyi, Anadolu Ermeniliğini hissetmeyi çok istedim. Fakat bir sorunumuz vardı; kilisenin anahtarı kayıptı. Yıllarca içine kimse girmemiş. O kadar bakımsız, viran bir haldeydi ki size nasıl tarif edeyim… 1971 yılında, Artin Köylüoğlu’yla pencereden atlayıp, kiliseye girdik. İyi ki o kalem işi süslemeleri, o zarif kiliseyi büyülenerek uzun uzun izledim. Askerliğimi yapıp, İstanbul’a dönünce haberini aldım ki kilise yıkılmış. Ne acı değil mi? Hangi acıya üzüleyim? Hayat çok ilginç karşılaşmalarla, tesadüflerle dolu. Vakitlerden bir vakit, ben bir vesile ile Viyana’ya gittim. On gün boyunca kenti bir güzel gezdim. Çalışmayı da ihmal etmedim. Kütüphanelere, arşivlere elimden geldiğince zaman ayırdım. Viyana Ermeni Mıkhitarist Manastırı’nda çalışırken 90 yaşında Kütahya kökenli bir rahip tanıdım. Bana çok şey anlattı. Ermenice olarak Kütahya Ermenilerinin tarihini yazmıştı. Kısa süre sonra vefat haberini aldım. Bu karşılaşma bir tesadüf müydü? Hayır, hiç sanmıyorum.”
HAYATIMIN EN DEĞERLİ HEDİYELERİ: ZARTAR, NAROD SİRANUŞ
Söyleşimiz yavaş yavaş sona ererken, Der Hagop, bu yoğun konuşmaya rağmen sevgili eşinin masasına çeşitli ikramlar yollatmayı da unutmuyordu. Garsonların hepsi büyük bir saygıyla davranıyordu. Merak ettiği kilisenin içini görmek için, her şeyi göze alıp, penceren atlayan Der Hagop, sevdiği kadının uğruna kim bilir neler yapmıştır diye düşündüm. Yanılmamışım! Birbirlerine bağlılıkları her hallerinden belliydi. Digin Zartar ve Der Hagop, Taksim’de, diş hekimi olan bir dostlarının muayenehanesinde tanışmışlar. Digin Zartar, o yıllarda Beyoğlu’nda döneminde oldukça tanınan bir kürk ve moda evinde modelist olarak çalışıyormuş. Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe ve sanatçı Zeki Müren başta olmak üzere dönemin bütün tanınmış simalarının modelleri onun elinden çıkmış. Tanıştıktan bir süre sonra evlenmişler. Narod Siranuş bu evliliğin güzel bir hediyesi. Karı koca biricik kızlarını üstüne titreyerek büyütmüşler. Bu güzel ailenin en yakın tanıklarından biri Beyoğlu’nun meşhur fotoğrafçısı Maryam Şahinyan. Düğün fotoğrafları ve kızlarının bebeklik fotoğraflarını Maryam Şahinyan çekmiş. Der Hagop, “Çok hanımefendi bir insandı” diye andığı Maryam Şahinyan’ı hiç unutmamış. Kızları büyümüş. Torunları bile olmuş. Ailenin mutluluğundan hiçbir şey eksilmemiş.
Der Hagop, geçtiğimiz günlerde bir yaş daha aldı. Okumayı, araştırmayı, yazmayı büyük bir tutkuyla sürdürüyor. Şimdilerde yayına hazırladığı yeni kitabının heyecanı içinde. “Her Ermeni bir belgedir” denir ya! Hagop Minasyan bu sözün tam karşılığı benim için. Ömrünüz uzun olsun Der Hagop. Nice yıllara!
*Der: Ermenice ‘Efendi’ anlamına geliyor.
**Digin: Ermenice evli kadınlara hitap şekli.
https://www.gazeteduvar.com.tr/hayat/2020/04/12/karsilasmalar-yikintilar-ve-umutlar-der-hagop-minasyanin-oteki-tarihi/