Ahmet Mithat Efendi nin Eserlerinde Ermeniler
On dokuzuncu yüzyıl, Osmanlı Devleti için zor ve karmaşık bir tarihi dönemdir. Tanzimat Fermanı’na kadar Müslümanların egemen olduğu, diğer dinlere mensup milletlerin ise kendileri için belirlenmiş ve sınırları çizilmiş bir haklar ve sorumluluklar dairesi içinde yaşadığı bir toplum yapısı vardır. Devletin sınırları içinde yaşayan bütün milletlerin bir ortak kimlik altında toplanmasına ihtiyaç duyulmamış, bu talep de edilmemiştir. Ancak Batılı devletlerin ve Rusya’nın, gittikçe zayıflayan Osmanlı Devleti’nin karşısına gayrimüslimlerle ilgili birtakım taleplerle çıkması, Osmanlı Devleti’ni bu müdahaleler karşısında bir tedbir almaya yöneltmiş ve Osmanlı aydınları ve devlet adamları din, dil ve milliyet ayrımı gözetmeksizin bütün halkı aynı şemsiye altında toplayacak bir ortak kimliğe ihtiyaç olduğunu fark etmişlerdir. Tanzimat Fermanı’nın ilanının arkasında bu ihtiyacın bulunduğu söylenebilir.
Tanzimat, daha sonra Islahat Fermanı ve gayrimüslimlerin statüsünde değişiklikler yapan diğer düzenlemelerle farklı din ve milliyetlere mensup topluluklar “Osmanlı vatandaşı” üst-kimliği altında ifade edilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte, söz konusu düzenlemeler elbette alt kimlikleri ortadan kaldırmamış, farklı din ve millet mensupları toplum hayatına bu alt-kimliklerle katılmaya devam etmişlerdir.
Tanzimat’tan önceki Türk edebiyatında zımmîlerin edebiyat metinlerinde yer alıp almadıkları, alıyorlarsa nasıl bir imajla gösterildikleri farklı bir çalışmanın konusudur. Biz burada, Tanzimat’tan sonra gelişen modern Türk edebiyatında yeni bir edebî tür olarak yerini alan hikâye ve romanın en önemli temsilcilerinden biri olan Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinde Ermenilerin nasıl yer aldıklarını göstermeye çalışacağız.
Edebiyat eserlerinden toplumun objektif bir fotoğrafını çıkarmak elbette mümkün değildir. Ancak sosyal hayatla ilişkisi diğer edebî türlerden daha sıkı olan hikâye ve romanın toplum hayatına dair bir takım ipuçları verebileceği inkâr edilemez. Carter Findley’in [1] “hayal gücüne dayanan eserler yazanların (...) Türkiye’nin hayatını ve Türkiyelilerin kaygılarını tarihçiler veya sosyal bilimcilerden daha iyi açıklamış oldukları” biçimindeki görüşünün biraz abartılı olduğu kabul edilebilirse de bir gerçeği, en azından gerçeğin bir yönünü işaret ettiği kuşkusuzdur. Fakat bizim asıl üzerinde durduğumuz konu, Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerinden Ermenilerle ilgili olarak ortaya çıkan imajın gerçeklikle uyumu değil, bu imajın hangi model ve proje içinde oluştuğu ve hangi toplumsal ihtiyaçlara cevap verdiği, hangi ideolojilere nasıl hizmet ettiğidir. Başka bir deyişle, Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan ve Ahmet Mithat Efendi’nin de benimsediğini bildiğimiz “Osmanlıcılık” projesi içinde bu imajın söz konusu bütünleştirici projeye nasıl hizmet ettiğini anlamaya ve göstermeye çalıştık. Çünkü Herkül Millas’ın Türk edebiyatında Rum imajı ile ilgili çalışmasında belirttiği gibi, “edebiyat metinleri, toplumca paylaşılan siyasal görüşlerin incelenmesi için en “içten” ve “bozulmamış” kaynak sayılabilir.
Ahmet Mithat Efendi’nin hikâye ve romanlarının birçoğunda Ermeni toplumuna mensup kişiler bulunmaktadır. Hatta bazı eserlerinde hikâyenin önde gelen kişilerini Ermeniler oluşturmaktadır. Yazarın elli civarındaki roman ve hikayesinin on dördünde toplam otuz sekiz Ermeni roman kişisine rastlanmaktadır. Bu otuz sekiz roman kahramanından ikisi din değiştirerek müslüman olmuşlardır. Fakat bu durum hikâyelerin sonunda gerçekleştiği için bu kahramanlar da Ermeni kimlikleriyle ön plandadırlar. Söz konusu otuz sekiz roman kahramanının yarıya yakını figüratif yani hikâyenin gelişiminde önemli bir rolü bulunmayan kişilerdir. Fakat bunlar aracılığıyla da yazarın Ermeni kimliğine ilişkin bazı belirleme veya kabulleri görülebilmektedir. Yazarın on dört romanında Ermeni kişiler yer alıyor olmakla birlikte özellikle Karnaval ve Müşahedat adlı iki eserde bu millet mensupları ön plandadırlar ve biz de diğer örneklere de değinecek olmakla birlikte daha çok bu iki romandaki kişiler üzerinde duracağız.
Bu roman ve hikâyelerdeki söz konusu otuz sekiz karakterden on biri olumlu, on dördü olumsuz nitelikleriyle dikkati çekmektedirler. Kişilik veya davranışlarıyla olumlu ya da olumsuz bir değer yargısı yüklenmeyen kahramanların sayısı ise on üçtür. Bunların çoğu yukarıda sözünü ettiğimiz figüratif kişilerdir. Ahmet Mithat Efendi’nin eserlerindeki Müslüman/Türk roman kahramanları içerisinde de elbette olumlu niteliklere sahip olanların yanı sıra çok sayıda olumsuz kişiler de vardır. Bu eserlerde kendi adlarıyla yer alan kişilerden hareketle –yazarın bilinçli olarak bir tip yarattığı durumların dışında- nasıl ki bunların milliyetine dair genellemelere gitmek doğru değilse, aynı şekilde Ermeni roman kişilerinin davranışlarını da bütünüyle milliyetleriyle ilişkilendiremeyiz. Çünkü bu kahramanların da hemen tamamı, roman ve hikâyelerde kendi adlarıyla yer almaktadırlar. Oysa Yahudiler söz konusu olduğunda yazarın genellikle kahramanın adını vermediği, sadece Yahudi demekle yetindiği görülüyor. Dolayısıyla bu eserlerdeki hemen tamamı olumsuz olan Yahudi roman kişilerinin davranışları doğrudan doğruya milliyetleriyle ilişkilidir. Ermenilerde ise durum çoğunlukla böyle değildir. Ancak bazı olumsuz davranış gösteren Ermeni roman kişilerinin adları verilmeden sadece milliyetleriyle anıldığı da görülmektedir. Örneğin Para romanında kayınpederini dolandıran Sulhi’nin bu dolandırıcılık işindeki ortakları olan Ermeniler bu şekilde sadece milliyetleriyle zikredilmişlerdir. Söz konusu romanda Sulhi adlı roman kişisinin iltizamcılık yapan kayınpederinin Trabzon’daki ortakları arasında bulunan iki Ermeni ve İstanbul’da üç Ermeni ile anlaşan Sulhi, o sene iltizam işinden zarar edilmiş gibi gösterilmesini sağlar ve kazanılan parayı aralarında paylaşırlar. Burada esas suçun planlayıcısı Sulhi’dir, Ermeniler onun planını uygularlar. Dolayısıyla burada asıl sahtekâr Sulhi’dir, ama o her hangi bir zümrenin, cemaatin veya milletin temsilcisi olarak değil kendi adıyla eserde yer alır. Oysa Ermeniler, adları belirtilmediği için –bunun bir sebebi elbette eserdeki rollerinin önemli olmayışıdır- bir anlamda mensubu bulundukları toplumu temsil etmektedirler. Aynı şekilde Bir Fitnekâr adlı hikâyede de Mümtaz Beyin malî işlerini idare eden Ermeni sarraf, hileli iflasla Mümtaz Bey’in zarara uğramasına sebep olmuştur. Bu işte de asıl dolandırıcılığı yapan Mümtaz beyin uşağıdır, fakat onun adı milliyetiyle birlikte anılmazken söz konusu sarrafın adı bildirilmemiş, sadece Ermeni olduğu belirtilmiştir.
İncelediğimiz romanlardan, Ahmet Mithat Efendi’nin Ermeni roman kişilerini alafranga hayat tarzına daha yakın kimseler olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır. Bu durum kısmen onun eserlerindeki Ermenilere ilişkin olumsuz imaja hizmet etmektedir. Kendi kültürüne ve millî kimliğine yabancılaşmış müslüman/Türk kahramanların Ermeni ve Rumları evlerinde uşak, hizmetçi gibi görevlerde istihdam etmeleri bir olumsuzluk olarak eleştirilmiştir. Örneğin Felatun Beyle Rakım Efendi romanında alafranga bir kişi olan Mustafa Meraki Efendi’nin evinde Ermeni ve Rumları çalıştırması, onun olumsuz özelliklerinden biri olarak gösterilmiştir. Yine Jön Türk romanında da Kâzım Bey’in hizmetçilerinin Rum ve Ermeni oluşu onun alafrangalığının bir göstergesi sayılmıştır. Bekarlık Sultanlık mı Dedin? adlı hikâyede alafranga Süruri Bey Ermeni aşçı ve Rum hizmetçi çalıştırır. Bu ve benzeri örnekler, Ahmet Mithat Efendi’nin yerli gayrimüslimleri alafranga hayata daha yatkın kişiler olarak kabul ettiğini göstermektedir. Ancak evlerinde yerli gayrimüslimleri istihdam eden veya bunlarla başka türlü ilişkiler kuran bütün roman kişilerinin olumsuz olduğu söylenemez. Örneğin Felatun Bey’in tam karşıtı olarak yerli ve millî değerleri temsil eden Rakım Efendi’nin Ermeni bir arkadaşı vardır; ona Türkçe dersleri verir ve karşılığında onun kütüphanesindeki Fransızca eserlerden yararlanır. Yine Rakım Efendi’nin bir Ermeni iş adamıyla olumlu ilişkileri vardır. Son derece olumlu ve hatta idealleştirilerek sunulan kişiler arasında da Ermeni uşak, ayvaz kalfa vb istihdam edenler bulunmaktadır.
Yazarın eserlerinde diğer gayrimüslim Osmanlı vatandaşları gibi Ermenileri de “yerli” kabul ettiği ve “ecnebi”lerden özenle ayırdığı görülmektedir. Buna bağlı olarak, “yerli” özelliklerini koruyan Ermeniler davranışlarından dolayı övülmüş, Batılı gibi olmaya özenenler eleştirilmiştir. Örnek olarak, Müşahedat romanının kişilerinden Siranuş, modern bir eğitim aldığı, mükemmel Fransızca bildiği ve Batı adab-ı muaşeretini tanıdığı halde dejenere olmadığı ve kendi kimliğini koruduğu için olumludur. Aynı romandaki Agavni, babasının bir Levanten olması dolayısıyla İtalyan pasaportuna sahip bulunduğu halde, yirmi bir yaşına geldiğinde “Ben Maryam’ın kızı Agavni’yim” diyerek pasaportunu yırtmış, Osmanlı-Ermeni kimliğini öne çıkarmış, bu davranışı dolayısıyla anlatıcı tarafından tebcil edilmiştir. Aynı romandaki Bogos Ağa ve Vortov Dudu, geleneksel Şarklı tavır ve davranışları dolayısıyla sempatik kahramanlar olarak sunulmuşlardır. Buna karşılık Karnaval romanındaki Mösyö Hamparsun, bir Batılı gibi yaşamaya özendiği için gülünç duruma düşürülmüştür. Yine Müşahedat romanındaki Karnik ve Kirkor adlı kahramanlar, yerli Ermeni kimliklerine yabancılaştıkları için olumsuz biçimde tasvir edilmişlerdir. Tıpkı Türk roman kahramanlarından Felatun Bey’in Batıyı yüzeysel tanıması, çalışmadan yaşayan bir mirasyedi oluşu dolayısıyla gülünç durumlara düşürülmesi gibi Mösyö Hamparsun, Karnik ve Kirkor da aynı sebeplerle gülünçleştirilmişlerdir.
Yazarın, Ermenileri “yerli” olarak kabul etmesine bağlı olarak, onların Osmanlı kimliğinin kendilerini Batılı mezpepdaşlarından farklı kılan bazı özelliklerinin bulunduğunu ileriye sürdüğünü görüyoruz. Karısının ihanetini yakaladığı halde Katolik kilisesinin boşanmayı yasaklaması nedeniyle ondan ayrılamayan Mösyö Hamparsun’un içine düştüğü zor durumu da Batılılaşmaya bağlayan yazar şöyle demektedir: “Bizim taraflarda Hıristiyanlığın bazı mezahibi ve hatta Katoliklerin bazı cemaatleri vardır ki zevc zevcesinin fuhşunu eliyle tutarcasına isbat edebilir ise talak-ı külliye kadar varıp o halde diğer bir kadınla akd-i izdivac edebilir. Ancak Şark Katolikleri Roma ile irtibatını arttırdıklarından beri onlar miyanında dahi talakın her halde adem-i meşruiyeti kuvvet bulmuş ve her ne kadar talak-ı külli vaki olsa bile zevc ve zevcenin yeniden teehhüllerine cevaz gösterilmemekte bulunmuştur.” Böylece Ahmet Mithat Efendi’nin, Osmanlı gayrimüslimlerinin Batı ile yakın temaslardan sonra yerli geleneklerini terk ettikleri ve dolayısıyla bozuldukları biçimindeki görüşü bu noktada da karşımıza çıkmaktadır.
Müşahedat romanında da yerli Hristiyanlar arasında evliliklerde kız tarafının drahoma vermesi geleneğinin bulunmadığını, bu âdetin yine Batıyla temaslardan sonra yerli gayrimüslimler ve Ermeniler arasında yaygınlık kazandığı, bu durumun kızların kocaya varmasında büyük problemler yarattığı ve Osmanlı toplumu içinde fuhşun yaygınlaşmasına sebep olduğu üzerinde durulmuştur. Aynı konu yazarın Henüz On yedi Yaşında romanında bu kez Rumlarla ilgili olarak tekrar edilmiştir. Bu da yazarın birçok eserinde ısrarla üzerinde durduğu yabancılaşma probleminin gayrimüslimler arasında yaşanan bir boyutunu göstermektedir.
Yine aynı konuyla ilişkili olarak, Batıyla temasların artmasından sonra bazı Ermenilerin adlarını bu adların Batı dillerindeki yazılış ve söylenişleriyle değiştirerek kullanmaları yabancılaşmanın bir göstergesi olarak sunulmuş ve eleştirilmiştir. Müşahedat’ta millî değerlerine önem vermesiyle öne çıkarılan Siranuş, bir bakıma yazarın görüşlerinin dile getirerek “Malum ya böyle Frenkleşen Kirkorlar ‘Greguvar’ ve Ohannesler ‘Jan’ ve Viçenler ‘Vensan’ filan olurlar” der. Bütün bunlardan Ahmet Mithat Efendi’nin Ermeni toplumunun Şarklı özelliklerini korumasını istediği sonucu çıkmaktadır.
Yine bir bakıma Batılılaşmayla ilgili olarak, Ahmet Mithat Efendi’nin gayrimüslim kadın kahramanlarını ve bunlar içerisinde Ermenileri, müslüman toplumun pek tasvip etmeyeceği aşk ve bazen ihanet ilişkilerine sokmada daha rahat davrandığı görülmektedir. Henüz On Yedi Yaşında romanında hikâyenin baş kahramanı Kalyopi fuhuşa sürüklenmiş bir Rum, onunla aynı genelevde çalışan Agavni ise bir Ermeni’dir. Genelevi çalıştıran Maryanko adlı kadın da bir Ermeni’dir. Yazar bu eserde de her ne kadar fuhuşun Avrupa ile ilişkilerin artmasından sonra Osmanlı topraklarına giren ahlakî bir hastalık olduğu tezini ispatlamaya ve yerli gayrimüslimleri ve Ermenileri bir anlamda bu hastalığın mağdurları gibi göstermeye çalışsa da, bu konuda gayrimüslimlerin müslümanlara göre Batı tesirine daha açık olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır. Karnaval romanında Ermeni milletinden Madam Hamparsun’un, Müşahedat’ta Novart’ın kocalarını aldatmaları, Bekârlık Sultanlık mı Dedin adlı hikâyede aşçı Seropik’in Rum uşak Petraki ile yaşadığı gayrimeşru ilişki bu konuyla ilgili diğer örnekler olarak zikredilebilir. Burada özellikle Madam Hamparsun örneği dikkat çekicidir. Bu tür bir ihanet davranışının öznesi olarak kişileştirilirken Madam hamparsun’un Ermeni kimliğinin, -ama aynı zamanda alafranga hayat tarzına mensup biri oluşunun- Ahmet Mithat Efendiye bir kolaylık sağlayıp sağlamadığı, başka bir deyişle evli bir müslüman kadınını bir romanda buradakine benzer bir kişilikle çizip çizemeyeceği sorusu sorulabilir. Müslüman kadın roman kişileri arasında da yazarın gayri ahlaki bulduğu davranışlar içinde olanlar vardır. Fakat kocasına ihanet eden evli kadın örneği bulunmamaktadır.
Belirtmeye çalıştığımız üzere, yazar Ermeni roman kişilerini “yerli” ve “Osmanlı” olarak kabul etmekle birlikte bazı durumlarda Osmanlılığı –belki kendisi de çok farkında olmadan- müslümanlıkla sınırlamaktan kurtulamamıştır. Yukarıda sözünü ettiğimiz Karnaval romanında Mösyö Hamparsun’la Zekâi Bey arsında geçen bir diyalogda bu durum görülmektedir. Son derece güzel bir kadın olarak tasvir edilen Madam Hamparsun’a ilgi duyan Zekâi Bey bu ilgisine karşılık alamayınca, kadının başka bir müslüman erkekle olan ilişkisini kocasına ihbar etmek ister ve Mösyö Hamparsun’a, karısının “bizim Osmanlılardan” biriyle ilişkisi olduğunu söyler. Buna karşılık Mösyö Hamparsun, “Benim Osmanlılardan ahbabım çok, hangisi?” diye sorar. Bu diyalogda hem Zekâi Bey’in muhatabını, hem de Hamparsun’un kendisini “Osmanlı”nın dışında tuttukları anlaşılmaktadır. Yani Osmanlı sözü Müslüman/Türk anlamında kullanılmıştır. Aynı şekilde Müşahedat romanında da yazar olarak romana katılan Ahmet Mithat, roman kişilerinden Siranuş’la tanışmak için kartvizitini verince Siranuş, Ahmet Mithat adını herkes gibi kendisinin de zaten önceden tanıdığını söyler. Bunun üzerine yazar, “Osmanlılarca biraz marufiyetimi ümit edebilirsem de...” deyince Siranuş “Acayip! Bizce neden maruf olmasın?” şeklinde tepki gösterir. Bu diyalogda da “Osmanlı” sözünün Müslüman/Türk anlamında kullanıldığı görülmektedir. Bu diyalogda Siranuş’un “biz”le kastettiği, “Osmanlı”dan farklı bir kimlik, Ermeniliktir. Ancak bu diyaloğun hemen ardından yazarın, Ermeni okuyucular tarafından da romanlarının okunuyor olmasına sevindiği, hatta bazı romanlarının Ermeni harfleriyle Türkçe yayımlanan bir gazetede tefrika edilmiş olmasını çok önemseyerek anlattığı görülmektedir.
Ermeni roman kahramanlarının meslekî dağılımına baktığımızda şöyle bir tablo çıkmaktadır: Sekiz tüccar, altı hizmetçi, uşak, ayvaz vb., Sekiz ev kadını, iki sarraf, iki fahişe, iki işçi, iki memur, iki küçük esnaf, bir ressam, bir avukat. Dört kişinin ise mesleğinin ne olduğu anlaşılamamaktadır. Bu tabloyu Rumlarla karşılaştırdığımızda, uşak, hizmetçi vb. nin oranının Rumlarda daha yüksek olduğunu, Rumlar arasında sadece bir tüccarın bulunduğunu görüyoruz. Bir bütün olarak baktığımızda Ermeni roman kahramanlarının sosyal statü bakımından Rumlara kıyasla daha iyi durumda olduklarını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, Ahmet Mithat Efendi’nin hikâye ve romanlarında Ermeniler, dışlanan veya yabancı kabul edilen kişiler olarak değil, Osmanlı toplumunun çok milletli yapısının önemli bir parçasını oluşturan unsurlar olarak yer almaktadırlar. Bu eserlerde elbette olumsuz özellikleriyle öne çıkan Ermeniler bulunmakla birlikte çok sayıda olumlu Ermeni roman kahramanı da yer almaktadır. Bu kişilerin davranışlarından hareketle milliyetlerine dair olumlu ya da olumsuz genellemelere gidilmemiştir. Ancak yazarın Ermenileri Batılı hayata daha yatkın, bu bakımdan yabancılaşmaya daha açık bir unsur olarak kabul ettiği söylenebilir. Türk ve müslüman roman kişilerinde olduğu gibi Batıyı bilim ve teknoloji gibi olumlu değerler bakımından doğru anlayan kişilerde Batılılaşma bir meziyet, fakat sadece kültür unsurlarıyla ve yüzeysel olarak tanıyanlarda bir kusur olarak gösterilmiştir. Ermenilere ilişkin olarak doğrudan doğruya milliyetlerinden kaynaklanan sebeplerle kınama, aşağılama veya küçük görme söz konusu olmamaktadır. Bu bakımdan yazarın eserlerinde Ermenilerin Rum ve Yahudilerden daha olumlu bir imaja sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yahudilerin imajının tamamen olumsuz olduğunu yukarıda belirtmiştik. Rumlarla ilgili olarak da bazı olumsuz davranışlardan hareketle bu kişilerin Rumluklarına atıfta bulunulmuştur. Fakat Ermenilerde bu durum görülmemektedir.
Konuşmamızın başındaki soruya, yani bu imajın hangi model ve proje içinde oluştuğu ve hangi toplumsal ihtiyaçlara cevap verdiği, hangi ideolojilere nasıl hizmet ettiği sorusuna dönecek olursak, bu imajın Osmanlıcılık model veya projesi içinde oluştuğunu, buna hizmet ettiğini ve birlik ihtiyacına cevap verdiğini söyleyebiliriz.
Yard. Doç. Dr. Fazlı Gökçek