Bir Gasp Hikâyesi
Bir Gasp Hikâyesi
1930`lu yıllarda dolambaçlı bir hukuki süreç
sonucunda el konulan Surp Agop Mezarlığı`nın yerinde bugün Divan ve
Hyatt Regency otelleri ile TRT binası var.
Önümüzdeki günlerde
tadilatı tamamlanarak açılışı yapılacak olan Divan Oteli`nin ve
çevresindeki binaların yerinde, geçmişte Pangaltı Ermeni Mezarlığı
uzanıyordu. Kanuni Sultan Süleyman`ın, kendisini ölümden kurtaran Vanlı
aşçı Manuk Karaseferyan`ın isteğiyle Ermenilerin kullanımına sunduğu ve
yüzlerce yıl boyunca mezarlık olarak kullanılan, üzerinde bir de kilise
bulunan arazi, 1930`lu yıllarda Belediye tarafından `kılıfına
uydurularak` gasp edilmişti.
Pangaltı Ermeni Mezarlığı`nda,
binlerce mezarın yanı sıra, Hıristiyanların ve Müslümanların, hastalara
şifa verdiğine inandıkları, Gatoğigos V. Hagop Çuğayetsi`nin, ya da halk
ağzındaki deyişle, `Pir Yakub`un mezarı bulunuyordu. Günümüzde ise,
İstanbul`un göbeğindeki bu alanda, Divan`ın yanı sıra, Hyatt Regency
Oteli, TRT İstanbul Radyosu, Hilton ile Askeri Müze`nin bir kısmı ve
çeşitli yapılar bulunuyor.
İstanbul Belediyesi, Beyoğlu ilçesinin
en işlek ve geniş caddesi üzerinde, çok değerli bir alanda bulunan Surp
Agop Mezarlığı`nı ilk kez 1931`de istimlak etmek istedi. Arazinin
Sultan Beyazit Veli Vakfı`na ait olduğu iddia edilerek Belediye`ye
devredilmesi istemiyle dava açıldı. Uzun süren dava sürecinde, Muhittin
Üstündağ, Fahrettin Kerim Gökay, Sabur Sami Bey gibi adları çeşitli
yolsuzluk iddialarına bulaşmış yöneticiler önemli bir rol oynadı.
Ahmed
Refik Altınay gibi tarih uzmanlarının, arazinin Ermenilere ait
olmadığını kanıtlayan `bilimsel!` bilirkişi raporlarıyla üniversite
camiasından da destek bulan el koyma süreci, beklendiği üzere,
Belediye`nin lehine sonuçlandı. Surp Agop Ermeni Mezarlığı, tüm
uğraşlara ve haklı mücadeleye rağmen 1939`da bütünüyle istimlak edildi.
Üzerindeki Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi yıkıldı ve arazi zaman içinde
çeşitli sermaye grupları ve devlet tarafından paylaşıldı.
Bir
süredir yenileme çalışmaları sürdürülen Divan Oteli yeniden açılıyor.
Eskiden üzerinde Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi de olan Surp Agop
Mezarlığı`nın bulunduğu Elmadağ semtinde, bugün mezarlıktan geriye
hiçbir iz kalmazken, Divan Oteli, toplumsal hafıza üzerindeki tahribatı
ifşa eden bir zamane anıtı olarak da görebileceğimiz yeni yüzüyle
müşterilerini bekliyor. Tamar Nalcı ve Emre Can Dağlıoğlu, Kanuni Sultan
Süleyman`ın, kendisini ölümden kurtaran Ermeni aşçı Manuk
Karaseferyan`a lütuf olarak Ermenilere tahsis ettiği mezarlığa
Cumhuriyet döneminde nasıl el konduğunu, yıllar süren davaları ve bu
süreçte aktif rol oynayan bürokrat ve akademisyenleri Agos için mercek
altına aldı.
Toprak diyerek geçme tanı
Bir ulus-devlet için
yeni bir başlangıç yapmanın tarihte en sık rastlanan şekli, resmi
tarihini ortaya koyma ve eskiyi kolektif hafızadan silme girişimleridir.
Yeni sınırlar çizmeye ve eskiyi kovmaya dönük bu girişimlerde
kullanılan araçlardan biri, kentler ve kent mimarisidir. Tarihin
süreklilik duygusunun yeniden üretildiği yerler olan `anısal` mekânlar,
toplumun geçmişle bağ kurmasını sağlar. `Eski` olana ait mimari dokunun
kent yüzeyinden silinmesi, toplumsal hafızadan da silinmesine yol açar;
geçmişle toplum arasındaki sürekliliği sekteye uğratarak, toplumun
`derine inememesine`, hatırlayamamasına ve dolayısıyla, geçmişiyle
yüzleşememesine neden olur.
Türkiye`nin ulus-devletleşme
deneyiminde toplumun geçmişle bağını koparma şiarının önemli rol
oynadığını göz önünde bulundurursak, tarihi yeniden gözden geçirerek
alternatif hafıza alanları oluşturabiliriz. Bu yazı da, unutulanı "geri
çağırarak" alternatif bir hafıza alanı yaratılmasına katkı sunmak için
kaleme alındı.
Divan Oteli, toplumun geçmişle olan bağını koparma
işlevi gören yapılardan biri. Birkaç yıl öncesine kadar Taksim Gezi
Parkı`nda karşımıza mezartaşları çıkıyordu. Bugün Gezi Parkı`nın Askeri
Müze`nin, TRT İstanbul Radyosu binasının, Hilton ve Divan otellerinin
olduğu bu alan eskiden bir Ermeni mezarlığıydı. Surp Agop Mezarlığı`nın
tarihçesine ve bugün yeniden açılan Divan Oteli`ne bakıp, köklü bir
geçmişin nasıl bir adaletsizliğe kurban gittiğini hatırlamak gerekiyor.
Çünkü, Mithat Sancar`ın dediği gibi, "Unuttuğumuz pek çok şey ebedi
olarak yitip gitmez; geçici olarak ona erişemeyeceğimiz bir yerde bizi
bekler."
Edebiyatın tanıklığı
Bu yitip gitmeyi engellemek için
tutunulabilecek en sağlam dallardan biri, edebiyatın tanıklığıdır.
Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları`ndaki tanıklığıyla, kentin
yüzeyinden silinmiş olsa da yitip gitmeyen bir olayı, Surp Agop
Mezarlığı`nı hatırlatmaya çalışır bize:
"(...)Yeni vali kulüp
binasını yıktırmak istiyor, onlara karşıdaki Surp Agop mezarlığında
küçük bir arsa vereceğini söylüyordu. Bunu vereceği de galiba
şüpheliydi. (...) Hanımlardan biri eski mezarlığın toprağında tenis
oynamanın uygunsuz olacağını söyleyince de hava yumuşadı ve birdenbire
sessizlik oldu. (...) Eski mezarlığın üstünde tenis oynanmayacağını
söyleyen hanım o köşedeki arsanın mezarlarla değil eski bir kilisenin
yıkıntısıyla kaplı olduğu söylenerek yatıştırıldı."
Aynı çaba,
Ahmet Aziz`in Aşkale Yolcusu Kalmasın romanında da görülür:
"Servetlerinin göz doldurur hâle gelmesi ise, Varlık Vergisi yılına
tekabül ediyor. Ortalıkta bir insanlık dramı yaşanırken, onlar o yıl
şaha kalktılar. (...) Geçen yıl istimlâk edilen, Surp Agop Mezarlığını
ve Surp Krikor Lusavoriç Kilisesini münasebetsiz bir fiyata satın almak
için araya öyle hatırlı adamlar koyuyorlar ki şaşırıp kalırsın.
Fısıldanan isimleri duydukça hayretler içinde kalıyorum. Mezarlığın ve
kilisenin çok ucuza düşürüleceğini düşünüyorum."
Hafızanın
tutunacağı diğer bir dal da dönemin basın organlarıdır. Fakat bu çalışma
için taradığımız kaynaklarda gördük ki, Türkiye`deki ve Türkiye
dışındaki Ermenice basın konuya geniş yer verirken, Türkçe basın sessiz
kalmış. Dava sürecini bütünlüklü olarak takip eden tek kaynağın,
Armaveni Miroğlu`nun, Ermenice basını tarayarak kaleme aldığı ve bu
yazıyı oluştururken sıkça başvurduğumuz "Pangaltı Ermeni Mezarlığı (Surp
Hagop Mezarlığı)" başlıklı makale (Toplumsal Tarih, no 187) olduğunu da
belirtmeliyiz.
Mezarlığın tarihçesi
Surp Agop Mezarlığı`nın
tarihi, 1560`ta İstanbul`da yaşanan büyük veba salgınıyla başlar. Ermeni
cemaati, salgında ölenleri, o zamanlar şehir dışı sayılan Elmadağ`da,
bugün Surp Agop Hastanesi`nin bulunduğu alanın karşısındaki Surp Agop
Mezarlığı`na gömmeye başlar.
Vanlı Margos Natanyan`ın 1929`da
kaleme aldığı mektuba göre, mezarlığın üzerinde bulunduğu topraklar,
Kanuni Sultan Süleyman`ın aşçısı Manuk Karaseferyan sayesinde Ermenilere
geçmiştir. Sultan`ın Buda`yı zaptetmesinin ardından, onu zehirlemek
için bir komplo kuran Almanlar, Manuk`tan bu komploya dahil olmasını
isterler, çünkü Sultan, onun bilgisi haricinde hiçbir şey yememektedir.
Manuk bu isteği reddeder ve komployu meydana çıkarır. Sultan, Manuk`u
mükâfatlandırmak ister. Manuk, ondan, İstanbul Ermenileri için bir
mezarlık talep eder. Sultan da, Pangaltı`ndaki geniş araziyi Ermenilere
verir. Natanyan`a göre, bu arazi Taksim`den Harbiye`ye kadar uzanır.
Vanlı Karaseferyan ailesinden, 1808 yılında ölen Harutyun Karaseferyan
da, Manuk Efendi gibi, Pangaltı Ermeni Mezarlığı`na gömülür;
mezartaşına, o mezarlığın padişah fermanıyla kendi atasına verildiği
yazılmıştır.
1865`teki kolera salgınından sonra, artık şehrin
önemli merkezi olan Pera`ya çok yakın olan Surp Agop Mezarlığı`na ölü
defnedilmesi yasaklanır. Buna karşılık, fiişli Ermeni Mezarlığı cemaate
tahsis edilir. Surp Agop Mezarlığı`na ölü defnedilemediği için boş kalan
araziye, Istepan Paşa Aslanyan`ın çabalarıyla, Surp Krikor Lusavoriç
Kilisesi inşa edilir.
Sultan Abdülaziz korudu
1872`de,
fiehremaneti (Belediye), Surp Agop Ermeni Mezarlığı`na el koyup arazisini
Harbiye arazisine katmak ister, ancak Sultan Abdülaziz, mezarlık
topraklarının padişah fermanıyla Ermeni cemaatine verildiğini ve
Ermenilere ait olduğunu onaylar. 1912`de, Belediye, caddeyi genişletmek
için, mezarlığın bir kısmını almak ister. Cemaate, toprağın bedeli
olarak değil, sadece, duvarın yapımı, kemikler ve mezartaşlarının
taşınması gibi masrafların karşılığı olarak 15 bin altın ödenir.
Mezarlık`taki "anıtlar"
31
Mart Olayı sonrası mezarlığa gömülenler, ayrı bir bilgi karmaşasına
sebep olur. 1909`da, Hareket Ordusu İstanbul`a yaklaşırken, Taşkışla ve
Selimiye kışlalarında barikat kuran Avcı Taburları`ndaki askerler
şiddetle karşı koyar ve öldürülürler. Cesetler Surp Agop Ermeni
Mezarlığı`na gömülür. Bir Generalin 31 Mart Anıları adlı kitabın yazarı
Mustafa Turan, bu durumu, "31 Mart olaylarının bu zavallı kurbanları bir
Müslüman mezarlığına bile layık görülmemişler, Ermeni Mezarlığı Surp
Agop`a gömülmüşlerdir" diye anlatır. Öte yandan, bu olayda ölen Hareket
Ordusu askerleri ve Hıristiyan gönüllüler, görkemli bir törenle,
birlikte gömülürler. Enver Paşa, mezar başında yaptığı konuşmada
"Müslümanların ve Hıristiyanların yaşarken ve ölürken, bundan böyle
hiçbir ırk ve inanç ayrımı tanımaksızın yurtsever arkadaşlar
olduklarının nişanesi olarak yan yana yattıkları"nı söyler. Arsen
Avagyan, Ermeniler ve İttihat ve Terakki adlı kitapta, Hareket
Ordusu`nda savaşırken ölenlerin de Surp Agop Mezarlığı`na gömüldüğünü,
hatta mezarlığa, kardeşliği ve Müslüman-Hıristiyan birliğini temsil eden
bir anıt dikildiğini belirtir. Oysa bu iddiaya kaynak olarak
gösterilen, Edwin Pears`in Forty Years in Constantinople adlı kitabında,
bu anıtın, aslında Hürriyet Tepesi`nde bulunan Abide-i Hürriyet olduğu,
Hareket Ordusu`nda hayatını kaybedenlerin de İngiliz Kız Lisesi`ne ait
arazinin bitişiğine gömüldüğü yazılıdır. Enver Paşa da bu konuşmayı o
anıtın önünde yapmıştır.
Bir başka iddia ise, Surp Agop
Mezarlığı`na 1919`da bir soykırım anıtı dikildiği yönündedir. O yıl
İstanbul`da bu amaçla bir komite kurulduğu ve bir dizi anma projesi
olduğu doğrudur. Ünlü Ermeni entelektüel Teotig de bu komitededir;
1915`te götürülen ve öldürülen Ermenilerin biyografilerini toplamaya ve
yazmaya bu sebeple başlar. Teotig`in `11 Nisan Anıtı` adlı kitabının
kapağında yer alan fotoğraftaki anıtın Surp Agop Mezarlığı`ndaki anıt
olup olmadığı, maalesef bilinmiyor. Rita S. Kuyumjian`ın, Teotig ve
kurulan komiteyi konu alan kitabında bu anıttan hiç bahsetmemesi, ve
bugün elimizde, bu anıtın açılışı veya orada yapılan töreni gösteren
hiçbir fotoğraf bulunmaması nedeniyle, bu bilgi şimdilik sadece bir
iddia niteliği taşıyor.
Dava başlıyor
Beyoğlu ilçesinin en
işlek ve geniş caddesi üzerinde bulunan Surp Agop Mezarlığı, geniş ve
oldukça değerli bir araziye sahiptir. Bu yüzden, 19. yüzyılın sonunda
başlayan, arsayı elde etme çabaları, eskiyle bağını koparmış yeni bir
İstanbul kurmayı hedefleyen Cumhuriyet döneminde de sürer.
Bu
hedef doğrultusunda, 1931`de, İstanbul Belediyesi, arsanın Sultan
Beyazit Veli adlı bir vakfa ait olduğunu iddia ederek, diğer metruk
mezarlıklar gibi Belediye`ye devredilmesi talebiyle Tapu İdaresi`ne
başvurur ve dava açarak hukuki süreci başlatır.
Armaveni
Miroğlu`nun makalesinde aktardığına göre, bunun karşılığında, Cemaat
Cismani Meclisi tarafından gerekli belgeler hazırlanarak Ankara`daki
Tapu Genel Merkezi`ne müracaat etmek üzere iki temsilci gönderilir.
Temsilciler, Pangaltı Ermeni Mezarlığı`nın metruk olmadığını, sadece
zamanında, sağlık nedenlerinden dolayı oraya ölülerin gömülmesinin
yasaklandığını açıklarlar. O tarihten sonra birçok kez, arsanın Ermeni
cemaatinin mülkü olduğunun tescillendiğini ve bu yüzden, el
konamayacağını belirtseler de, Tapu Merkezi, İstanbul Tapu İdaresi`ne,
arsanın Belediye üzerine kaydedilmesini emreder.
Dönemin patriği
Mesrop Naroyan, Ermeni cemaatinin temsilcisi olarak dava sürecini takip
eder ve müdahil olur. Belediye, Surp Agop Mezarlığı`na el koymanın yanı
sıra, mezarlığa ait gayrimenkullerin gelirine de haciz koyunca, Patrik
Naroyan ve vekil Kevork Torkomyan, mezarlığın metruk olmadığı
gerekçesiyle Patrikhane adına Belediye`ye dava açar. Patrikhane`nin
avukatı Maksut Narlıyan ve Necati Bey, mezarlığın, mahkeme son kararını
verene kadar resmi olarak Belediye`ye geçmesine izin verilmemesini talep
eder. Mahkeme, davanın sürmesi sebebiyle, Belediye`nin arsayı geç elde
etmesinden meydana gelecek değer kaybını karşılamaları için 20 bin lira
kefalet gösterilmesi şartıyla, talebi kabul eder.
Bu karar
üzerine, Belediye`nin avukatları, Türkiye`de Ermeni cemaatinin ve bir
Ermeni Patrikhanesi`nin var olmadığını, Bakanlar Kurulu`nun 19 Temmuz
1915 tarihli kararıyla Ermeni Patriği`nin Kudüs`e sürgün edildiğini ve
Patrikhane`nin de oraya nakledildiğini iddia ederler. Amaçları, Patrik
Naroyan`ın cemaat adına dava açma hakkı olmadığını kanıtlamaktır.
Patrikhane avukatları, mezarlık davasını bir kenara bırakıp, mahkemeye,
Ermeni cemaatinin varlığını kanıtlayan deliller sunmak zorunda kalırlar.
Patrikliğin ve Patrikhane yönetmeliğinin yeniden onaylanışını gösteren
18 Ekim 1915 tarihli kararname, Belediye avukatlarının itirazlarını
çürütür ve mahkeme, Belediye`nin taleplerini reddederek Patrikhane`nin
dava açma hakkı olduğunu kabul eder. Böylece, Türkiye`de hukuksal
şahsiyetlerin tüm haklarına sahip bir Ermeni cemaati olduğu ve dini
kurumları adına hak sahibi önderinin Patrik Naroyan olduğu onanmış olur.
Ahmed Refik`in "mütaalası"
Mahkeme,
Sultan Beyazit Veli Vakfı`nın sınırlarının belirlenmesini ister ve
içlerinde tarihçi Ahmed Refik Altınay ve İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri
Müdürü Aziz Ogan`ın da bulunduğu dört kişilik bir bilirkişi heyeti atar.
Mezarlığın Ermenilere ait olduğunu gösteren belgelerin sahte olduğunu
iddia eden Altınay, arazinin Sultan Beyazit Veli Vakfı`nın mülkü
olduğunu `bilimsel` yollarla ortaya koyar.
Bu süreçte, Türkiye
basınının Surp Agop Mezarlığı davasına ilgisi artar. Yayımlanan
haberlerde, genellikle, tarihçi olarak davaya müdahil olan Altınay`dan
övgüyle bahsedilir. Altınay, Akşam gazetesine Surp Agop Mezarlığı davası
hakkında bir röportaj verir. Dava için hazırladığı raporun tarihsel
arkaplanını anlattığı röportajda, Patrikhane avukatı Necati Bey`in
davada bahsi geçen hisar konusunda bilgi eksiği olduğunu, "Türk her şeyi
yıkar ama kendi yaptığı hisarı asla" diyerek belirtir.
"Malum" sonuç
Bilirkişi
heyeti, yaptığı araştırmalar sonucunda hazırladığı raporda, mezarlık
arsasının Sultan Beyazit Veli Vakfı`na ait olduğunu belirtir. Vakıflar
Müdürlüğü`nde yapılan toplantıda, Ahmed Refik Bey, Sultan Beyazit Veli
Vakfı`na ait olduğunu ileri sürdüğü belgelerden örnekler sunar ve vakfın
sınırlarıyla ilgili bilgi verir.
1933`te, İstanbul Hukuk
Mahkemesi, bu rapora dayanarak, Surp Agop Ermeni Mezarlığı`nı,
Mezarlıklar Kanunu`na göre metruk mezarlık olarak kabul eder ve arazinin
Belediye`ye geçmesine karar verir. Ahmed Refik Altınay`a, Belediye`ye
yaptığı "milyarlar değerindeki katkılar"dan dolayı bir ev tahsis edilir.
Bu
arada, davayla ilgili tüm belgelerin bulunduğu, Sultanahmet`teki Adliye
Binası 3 Aralık 1933`te çıkan yangında yok olur. Bu yüzden, Surp Agop
Ermeni Mezarlığı davası, mahkemelerin yeniden faaliyete geçmesine kadar
ertelenir. Halbuki, Miroğlu`na göre, belgelerin hepsinin birer kopyası
Tapu Dairesi`nde ve Belediye`de mevcuttur.
1 Mart 1931`de
başlayan Surp Agop Mezarlığı davası 26 Kasım 1934`te bitmiştir. Mahkeme,
diğer kararlara ek olarak, Patrikhane`nin, mahkeme masraflarını ve
Belediye Vekili`nin 150 lira avukatlık masrafını ödemesine karar verir.
İkinci bir dava
Bir
süre sonra, Beyoğlu Üç Horan Kilisesi Yönetim Kurulu Başkanı Prof.
Hovsep Celal, yapılan haksızlığın giderilmesi amacıyla yeni bir dava
açıp `tedbir-i ihtiyat` talep eder. Mahkeme, bu talebi, mezarlık
arazisinin, üzerinde bina olan kısımları için ve 10 bin lira kefalet
gösterilmesi şartıyla kabul eder ve bu kısımların dava bitene kadar
cemaatte kalmasına karar verir. Fakat Belediye, davanın sonuçlanmasını
beklemeden, tapularını çıkarttırıp haritalarını hazırlattığı bu arsaları
satmayı planlar. Bu arada, arazinin değer tespiti için müracaat edilen
mahkeme, arazinin 3 yıl öncesiyle güncel değeri arasındaki farkın
tespiti için bir komisyon kurar. Arazinin değer kaybına uğradığına karar
verilince, Belediye, tazminat, ve 3 yıllık toplam kirayı talep eder.
Bunun
üzerine Tapu Merkez Kurulu, arazinin tapusunu Belediye`ye vermeyi
kararlaştırır. Mahkemenin tespit komisyonunun yazdığı raporda, arazinin 3
yıl içindeki değer kaybının 124 bin lira olduğu belirtilir. Belediye,
bu bedele satışın gecikmesinden doğan zararı da katıp, Patrikhane ve
vekillerinin aleyhine 180 bin liralık tazminat davası açar. Gazeteci
Asım Us`un iddiasına göre, Patrikhane bu bedeli ödememek için araya
Sabur Sami Bey`i sokar. Belediye`yi davadan vazgeçiren Sabur Sami Bey,
bunun karşılığında, mezarlık arazisinin Patrikhane`nin elinde kalacak
olan yaklaşık 6 bin m2`lik kısmını alır. Kızının üzerine yaptırdığı bu
araziyi, Milli Reasürans İdaresi adına satışa çıkarır ve 60 bin liraya
satar. Bu arada, mezarlığın önündeki haç ve tabela çoktan kaldırılmıştır
ve kitabesi bugün Şişli Ermeni Mezarlığı`ndadır.
Mezarlık yok oluyor
Vakıf
daha sonra, arazinin kendisine ait olduğu iddiasıyla yeni bir dava açsa
da sonuç alamaz. Böylece, Belediye ile Ermeni cemaati arasında uzun
yıllar süren mesele, İçişleri Bakanlığı`nın emriyle, İstanbul Valisi
Muhittin Üstündağ ve Beyoğlu Üç Horan Vakfı`nın Yönetim Kurulu`ndan
Arşag (Adil) Surenyan arasında imzalanan anlaşma ile sona erdirilir
(Atatürk`ün bir dönem diş doktorluğunu yapmış olan Arşag Surenyan, eski
Galatasaray başkanı Faruk Süren`in dedesidir). 850 bin
metrekarelik arazi Belediye`ye geçer; Patrikhane`ye ise 6 bin
metrekarelik arazi ve 3 bin 200 liralık mahkeme masrafı bedeli kalır.
Yeni İstanbul`un temeli
Surp
Agop Ermeni Mezarlığı, tüm bu uğraşlara ve haklı mücadeleye rağmen,
1939`da bütünüyle istimlak edilir. Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi
yıkılır; mezar sahiplerine, mezarları taşımaları için süre tanınır.
Ardından, mezarlığın üzerine büyük binalar dikilmeye, Elmadağ da bugünkü
halini almaya başlar. Mezartaşlarının çoğu, şehir planlamacısı Henri
Prost`un tasarladığı yeni Eminönü Meydanı`nın onarımında ve Gezi
Parkı`nın merdivenlerinin yapımında kullanılır.
1939`da, Surp
Agop Mezarlığı davası, bir iktidar hesaplaşmasının aracı olarak tekrar
açılır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü`nün adeta görevden el
çektirdiği Muhittin Üstündağ`ın `görevi suistimal` davasına konu olan
mezarlığın kaderini değiştirecek bir sonuç çıkmaz. Dava, Bakanlığa haber
vermeden işlem yaptığı gerekçesiyle, Üstündağ`a 50 lira ceza
verilmesiyle sonuçlanır.
Lütfi Kırdar`dan sonra göreve gelen
Belediye Reisi Prof. Fahrettin Kerim Gökay, arsanın satışına başlar.
Öncelikle misafirhane yapılmak üzere Koç`a satılan arsanın üzerinde
bugün Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, Gezi Parkı, TRT İstanbul
Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi`nin bir bölümü bulunuyor.
Rejimin yapıtaşları
Surp
Agop Mezarlığı davası, bir yolsuzluk vakası olarak apaçık önümüzde
duruyor. Resmi ideolojinin, özel mülkiyet, devlet radyosu, askeriye gibi
yapıtaşlarını tek tek üzerine döşediği mezarlığı geri almak, bugün
`hukuki` açıdan neredeyse imkânsız. Ancak, bu tür haksızlıklar
karşısında sessiz kalarak, gaspların üzerini örterek huzur
bulamayacağımız da aşikâr. Surp Agop örneği, Türkiye`nin
gayrimüslimlerinin ölülerinin bile rahat bırakılmadığını;
mezartaşlarının, yeni bir İstanbul`un ve yeni bir Türkiye`nin inşasında
kullanıldığını gösteren örneklerden sadece biri. Bugün ihtiyacımız olan
şeffaflık, yüzleşme ve resmi bir ağızdan çıkacak bir özür, Surp Agop
Mezarlığı sakinlerinin ruhlarının huzur bulmasını sağlar belki de...
Belki ancak o zaman gerçekten gömebiliriz "ölülerimizi."
Mezarlığa el koyma öyküsünün aktörleri
Muhittin Üstündağ
İstanbul
Valiliği, CHP İstanbul İl Başkanlığı ve 1928-1938 yılları arasında
İstanbul Belediye Başkanlığı yapmıştır. fiehir Tiyatroları`nı İstanbul`a
kazandırmasıyla ve Eminönü Meydanı`nda yaptırdığı düzenlemelerle
tanınır.
İsmet İnönü`nün siyasetten nispeten uzaklaştırıldığı bir
dönemde, Mustafa Kemal`in yakın çevresinin desteğini almış, İnönü`nün
cumhurbaşkanı olmasıyla siyasetten uzaklaştırılmıştır.
Fransa`dan
getirttiği şehir planlamacısı Henri Prost`un İstanbul üzerinde yaptığı
çalışmalar sonucunda şehrin yüzü değişmiştir. Surp Agop Mezarlığı
arsasının çok kıymetli bir arsa olduğuna da değinen Prost`un planları
Üstündağ tarafından da onaylanmış ve çalışmalar başlamıştır. Arsayı
Belediye`ye `kazandırdıktan` sonra, Eminönü Meydanı`nı buradaki
mezartaşlarıyla yaptıran Üstündağ`ın adı başka yolsuzluk iddialarına da
karışmıştır.
Özellikle Asri Mezarlık meselesiyle dikkatleri
üzerine çeker. Çeşitli usulsüzlükler nedeniyle farklı davalarda
yargılanır ama beraat eder. Gazeteci Asım Us`un aktardığına göre, bu
beraate sebep olan şey, ifşaatta bulunma tehdididir; çünkü, ihmali
olduğu görülen konularda ve yolsuzluk iddialarının altında, dönemin
İçişleri Bakanı fiükrü Kaya`dan aldığı emirler yatmaktadır.
Sabur Sami Bey
Kayseri
eşrafındandır. Mülkiye`den mezun olmuş, 1915 ve sonrasında Antalya
mutasarrıfı olarak görev yapmıştır. Ermeni katliamlarında aktif görev
alıp almadığı bilinmese de, yargılamalar sırasında, kendisine "Erzurum,
Diyarbakır ve Musul vilayetlerinde bir tane Ermeni kalmadı, Antalya`da
hâlâ ne işleri var?" diye şifreli bir telgraf gönderen Dr. Bahattin
fiakir`i ifşa ederek suçunun sabitlenmesini sağlamıştır.
Görevi
sırasında, amele taburlarını oluşturan Rum ustalara yaptırdığı ve şu
anda Serik ilçesinde bulunan okul ve belediye binasıyla tanınır.
Cumhuriyet tarihinde, namı yolsuzluk ve usulsüzlüklerle sabittir. İlk
olarak, 1924`te, Soykırım`dan kurtulmayı başaran ve Türkiye`ye dönerek
mallarına sahip çıkmak isteyen Ermenilere para karşılığı sahte belge
çıkarttığı ve yardım ettiği iddiasıyla, aralarında Yunus Nadi, Kılıç Ali
ve Ruşen Eşref gibi ünlü isimlerin de bulunduğu 10 kamu görevlisiyle
birlikte hakkında tahkikat başlatılır; tahkikattan bir sonuç alınamaz.
Mustafa
Kemal`in değişmez Dahiliye Nazırı fiükrü Kaya`ya yakınlığıyla tanınır.
Evkaf ile Belediye arasındaki Asri Mezarlık sorununa, atanmış dört hakem
varken, sulh hakemi olarak dahil olabilmesi; Dahiliye`de çalışmamasına
rağmen Dahiliye Vekâleti adına bir otomobil aldırması; 30`ların sonunda
patlak veren meşhur otobüs davasının başaktörü olması, bu yakınlığın bir
sonucu olsa gerek.
Kemal Tahir`in Yol Ayrımı adlı romanında
anlattığına göre, Çek sefiri, Falih Rıfkı Atay`a gelerek, ondan,
Türkiye`ye açmak istedikleri Skoda fabrikasının mümessili olmasını
ister. Bu görevi daha önce Sabur Sami`nin yaptığını, ama onun, iddia
ettiği gibi politik nüfuzlu biri olmadığını da ekler. Yine Asım Us`a
göre, Amerika`da yaşasa ünlü dolandırıcı İnsül gibi olacağı söylenen
Sami Bey`in, Muhittin Üstündağ`dan sonra göreve gelen Lütfi Kırdar
tarafından resmi dairelere girişi yasaklanmıştır.
Fahrettin Kerim Gökay
1949-1957
yılları arasında İstanbul Valiliği ve Belediye Reisliği yapmış, bu
dönemde halkın "Mini mini valimiz, ne olacak halimiz" tekerlemesini
diline dolamasına sebep olmuştur. Aynı zamanda akıl hastalıkları
doktorudur; 1939`da, Mazhar Osman`la birlikte Milli Nüfus Siyasetinde
(Eugenique) Meselesinin Mahiyeti adlı kitabı kaleme almış ve Türk ırkını
arileştirme üzerine çalışmalar yapmıştır.
"Halk plajlara akın
etti, vatandaş denize giremiyor" lafıyla da tarihe geçen Gökay, 6-7
Eylül olaylarında `yetersiz` kalması sebebiyle istifa etmek zorunda
kalmıştır. Öldüğünde, 6-7 Eylül`den sonra elde ettiği 630 tapusu olduğu
ortaya çıkmıştır. Bu tapular, İstanbul`da bir felaket yaşanırken,
Gökay`ın neden `yetersiz` kaldığını açıklamaktadır.
Ahmed Refik Altınay
1880`de
Valideçeşme`de doğdu. Askeri eğitim aldıktan sonra, Harbiye Mektebi`nde
Coğrafya, Fransızca ve Tarih öğretmenliği yaptı; I. Dünya Savaşı
sonrasında askerlikten istifa etti. Tarih araştırmalarıyla tanınır.
İttihatçı olmadığı iddia edilse de, İttihatçıların Yeni Mecmua
gazetesinde uzun yıllar çalışmıştır. Savaş sonrası Talat Paşa hakkında
çıkan arama emri üzerine ilk basılan yerin, Altınay`ın Büyükada`daki evi
olduğu bilinir. 1918`in sonlarında İkdam gazetesinde tefrika edilen
`İki Komite İki Kıtal` adlı yazı dizisi, Soykırım`a dair `mütekabiliyet`
tezlerini temellendirse de, özellikle Eskişehir`de yaşananlara
tanıklığı ve Krikor Zohrab ile Vartkes Serengülyan`ın katili Çerkes
Ahmet`le yaptığı mülakatları içermesi açısından kıymetlidir.
Cumhuriyet`in kuruluşuyla birlikte, bir tarihçi olarak gözden düşmeye
başlar. 1931`in sonlarında mezarlık davasına bilirkişi olarak atanır ve
Başbakanlık Arşivi`nden bulduğu tek nüsha belge ile davanın kaderini
değiştirir. Buna rağmen, Türk Tarih Tezi`ne destek vermemesi nedeniyle
bizzat Mustafa Kemal tarafından aşağılanmış ve hatta "Kalemin bizimle
olmasa bile ters düşmesin!" diye uyarılmıştır. 1933`teki Üniversite
Reformu`yla, yeni üniversitenin kapısı da yüzüne kapanır. Yayıncısına,
parasal açıdan çok sıkışık olduğunu bildiren bir mektup yazar; ardından,
mezarlık davasına katkılarından dolayı Belediye tarafından kendisine
bir ev hediye edilir. 1937`de İstanbul`da vefat eder. Cumhuriyet`le olan
inişli çıkışlı ilişkisi cenazesine de yansır. Ancak, sessiz sedasız
gömülmüş olsa da, iktidar Muhittin Üstündağ ve Mahmut Esat Bozkurt
tarafından temsil edilmiştir. (TN/ECD/AS)
Tamar NALCI - Emre Can DAĞLIOĞLU
* Yazı, Agos gazetesinden alınmıştır