Modern Antakya’nın Mimarı: Vilyam Azaroğlu - Gündem
23 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Տրե / Օր : Ծմակ / Ժամ : Շառաւիղեալ

Gündem :

21 Temmuz 2022  

Modern Antakya’nın Mimarı: Vilyam Azaroğlu -

Modern Antakya’nın Mimarı: Vilyam Azaroğlu Modern Antakya’nın Mimarı: Vilyam Azaroğlu

Vilyam Azaroğlu, Cumhuriyet Antakyası’na yaptığı villalar, apartmanlar, oteller ve dini yapılarla damgasını vurmuş bir mimar. Onun mimari kariyerini takip etmek bir anlamda Antakya’da yıllar içindeki sosyo-ekonomik değişimin izlerine dair önemli ipuçları bulmak anlamına geliyor. Kendisi de Antakyalı bir mimar olan Şerif Süveydan, iki bölüm halinde yayınlayacağımız yazısında tam olarak bunu yapıyor. İlk bölümde, Azaroğlu’nun bıraktığı izlerin peşinden gitmeye nasıl başladığını anlatan ve Vilyam Bey’i tanıtan Süveydan, ikinci bölümde Azaroğlu’nun kariyerinin doruk noktasında yaptığı apartmanların ve dini yapıların izinden çok az insanın bildiği bir Antakya hikayesi anlatıyor. Süveydan’ın Azaroğlu Arşivi’nden ve Antakya Katolik Kilisesi Arşivi’nden elde ettiği eşsiz fotoğrafların eşlik ettiği bu yazı vesilesiyle, biz de Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin eski başkanlarından Vilyam Azaroğlu’nu ölümünün ikinci yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

Vilyam Azaroğlu adını ilk ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum, ara sıra 1980’lerde henüz ben çocukken büyüklerin sohbetlerinde bu isim kulağıma çalınıyordu: “O bina mı, ha onu Vilyam Bey yapmıştı”, “Evet, o Vilyam’ın binası”, “Sağ olsun, Mösyö Vilyam çok güzel yaptı o binayı”. Özel isimden çok sanki bir markayı veya özel bir üslubu tarif ediyordu. Antakya’da Kışlasaray Mahallesi’ndeki pek çok apartman bu markayla anılıyordu. Mimarlık okumaya başladıktan sonra çocukluğumdan beri aşina olduğum, içinde yaşadığım bu binaların mimari özellikleri günlük yaşantımın bulutsu bir arka plan imgesi olmaktan çıkıp daha ayırt edilebilir hale gelmeye başlamıştı. Geniş balkonlara açılan karo mozaikle kaplı ferah odalar, geometrik desenli boyalı demir lamalı ve üzeri ahşap küpeşteyle biten balkon korkulukları, vasistaslı pencereleri gölgeleyen zarif söveler, yine vasistaslı ve buzlu camlı ahşap iç kapılar… Bu ve benzeri incelikli detaylarla örülmüş mekanlar çocukluk anılarımın büyük kısmının fonunu oluşturuyordu.

Bir süre sonra apartmanları üsluplarından ben de ayırt etmeye başlamıştım: Sanırım bu da Vilyam Bey’in binası, evet şu da, şuradaki de mutlaka onun olmalı. Hangi binanın Vilyam Bey’e ait olabileceği hakkında fikir yürütmek hoş bir egzersiz olmuştu. Mesleki gözle yapılan daha bilinçli tanışıklıktan 10 yıl kadar sonra, Vilyam Bey’le bir bayram ziyaretinde gerçekten tanışma şansını da bulmuş, Paris’te mimarlık eğitimi aldığını, Antakya ve yakın çevresinde yüzlerce binanın proje ve inşaatını tamamladığını öğrenmiştim. Maalesef, yaşı bir hayli ilerlemiş olduğu için bu binaların hikayesini kendisinden uzun uzun dinleyememiştik.

Bu karşılaşmadan 10 yıl kadar sonra Antakya’ya yine bayram ziyareti için geldiğimde çocukluk arkadaşlarımdan birinin oturduğu apartmanın hemen yanındaki aynı üsluptaki binanın yıkılmış olduğunu gördüm. Yanındaki arkadaşımın oturduğu Yener Apartmanı neyse ki hala ayaktaydı ama yandaki komşusunun yokluğunda sanki sakatlanmış gibi görünüyordu. Oysa şimdi karşımda duran apartmanın parka bakan balkonunda arkadaşımla oyun oynadığımız o hayal kadar güzel yaz günü hafızamda hala canlıydı. Çocukların kendi arasında Küçük Park (şimdi adı Yunus Emre Parkı olmuş) dediği ve yetişkin gözüyle gerçekten de küçük olan o parkın yeşilliğine bakan iki zarif binadan biri yoktu. Diğeri ise iki yanında yükselen yeni komşularının dev cüssesi arasında sıkışmış küçük bir mücevher gibi duruyordu.

Biraz ileride köşeyi dönünce benim doğduğum apartmanın da yıkıldığını gördüm. Kısa sürede yıkım furyası hızlandı. İçinde dokuz çocuk yılı geçirdiğim bir diğer apartman da bu furyaya dahil edilmişti. Sonraki yıllarda hummalı bir yıkım ve yeniden yapım sürecinde Antakya’nın ilk nesil apartmanlarının büyük kısmının yıkılıp yeniden inşa edildiği, mahallenin neredeyse tümden şantiye alanına dönüştüğü sert bir sürece şahit olacaktık. “Vilyam” markalı binaları teşhis etme oyunu şimdi yerini, “Ah, o da mı yıkıldı?” oyununa bırakmıştı. Antakya’nın kentsel belleğinde önemli bir yeri olan bu yapıların kaydının tutulmamış olmasının büyük bir kayıp olduğunu düşünüyordum. İnternette küçük bir arama yaptığımda Jozef ve Jülyet Jülide Naseh’in Vilyam Bey’le yaptığı bir röportaj dışında herhangi bir kayda rastlayamamıştım. Oysa Vilyam Bey’in inşa ettiği henüz yıkılmamış binalarının envanterini çıkarılmasıyla işe başlamak, ardından mümkünse yıkılmış binaların görsel kayıtlarına ulaşmak gerekiyordu. Bir süre daha her memleket ziyaretinde yeni yıkımlara tanık olduktan sonra, daha fazla beklemeyerek 2020 yılında SALT Araştırma Fonu’na başvurdum. Böylece günlük meşgale içinde sürekli ertelediğim bu iş için bir motivasyonum olacaktı.

Araştırmaya başladığımız esnada 20 Temmuz 2020’de Vilyam Bey’in vefat haberini aldık. Vefat haberinin ardından gördüğüm sosyal medya paylaşımları bizden başka pek çok kişinin de Vilyam Bey’in hatırasını benzer şekilde andığını gösteriyordu. “Vilyam Bey Kışlasaray Mahallesi’ni inşa eden mimardır” cümlesi bu açıdan önemliydi.

Vilyam Bey’le bir görüşme daha yapma şansımız kalmamıştı ama ailesiyle temas imkanımız vardı, ofisin aktif olduğu dönemden ellerinde kalan orijinal çizimleri ve fotoğrafları ve tabii ki tanıklıklarını bizimle paylaştılar. Bu vesileyle Siham Azaroğlu ve Pascale Azar Chane’e teşekkür ederiz.

Bu yazıda kullanılan görsel içeriğin büyük kısmı Vilyam Bey’in aile arşivinden sağlandı. Ancak 2002 yılında Vilyam Bey’in geçirdiği talihsiz bir rahatsızlığın ardından ofisin kapanması sırasında çizimlerin önemli bir kısmı kaybolmuştu. Elde kalan görsel malzemenin tasnifi ve binaların projelerle eşleştirilmesi gerekiyordu. Eski ofis çalışanlarıyla yapılan görüşmeler bir yere kadar yardımcı olmuştu. Kalan kısmı parçaları birleştirerek bizim yapmamız gerekti. Araştırmanın başından itibaren fikir ve emeğiyle bana katkı veren Evrim Gürel Süveydan’la arşivdeki çizimleri elden geçirip binalarla eşleştirmeyi başarabildiğimiz çizimleri derleyerek bir envanter oluşturduk. Yazıda eldeki envantere ait çizim ve görselleri paylaşacağız.

Neden Vilyam Azaroğlu?
Vilyam Azaroğlu Antakya’yı apartman tipi konutla tanıştıran ilk mimar. Onun ortaya koyduğu tipolojinin kentin gelişimi üzerinde somut etkileri oldu. Çok katlı binaların yaygınlaşmasıyla Antakya yeni bir yapı tarzı ve yeni bir ölçekle tanıştı. Bu değişimin takip edilmesi Antakya’nın son 50 yılına ait kentsel gelişim sürecine de bir bakış sunma imkanını verir.

Azaroğlu Antakya’da kendi özgün üslubuyla neredeyse ilk bakışta tanınabilecek çok sayıda bina inşa etmişti. Benzerlerini İstanbul’da Moda, Erenköy ve Suadiye’de görebileceğiniz 4-5 katlı geniş balkonlu, ahşap doğramalı, pasif iklimlendirmeye yönelik bazı önlemlerin düşünüldüğü, giriş kapılarında ve balkon korkuluklarında metal işçiliğinden özgün örneklerin bulunduğu bu yapılar sade bir inşaat pratiğiyle yaratılabilecek konforlu bir hayatın özgün örnekleriydi.

Azaroğlu’nun tanımlamasıyla Akdeniz mimarisinin özelliklerini modern apartman tipolojisine uyarlayan bu binalar, gerek mimari nitelikleri gerek sayıları itibariyle kentin mimari dönüşümünde önemli izler bıraktı. Şehrin en varlıklı kesiminde yer alan ve dönemin modalarını yansıtan bu binaların belirlediği standardın o yıllar için bir model oluşturdukları söylenebilir.

Antakya’nın tarihi dokusu ve hatta Antik Çağ’a ait izler ve kalıntılar üzerinde pek çok araştırma yapıldı, ancak şehrin tarihi çekirdeğinin dışına taştığı 1950’ler ve sonrasındaki katmanlara ilişkin çok az sayıda çalışma var. Söz konusu çalışmalar da henüz bu kapsamlı imar sürecinin bütününü kapsamaktan uzak. Oysa bu tür araştırmalar tam da içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle giderek daha önemli hale geliyor.

Sadece Antakya değil, Türkiye’deki şehirlerin neredeyse tamamı 1950-2000 arasındaki yapılaşma katmanını hızla kaybediyor. Deprem riski, konut sahiplerinin değişen beklentileri, konfor/lüks arayışları, kent merkezlerinde yoğunluk artışını dönüşümün finansal koşulu haline getiren yıkım ve yeniden inşa döngüsü bu vahşi sürecin şiddetini artırıyor. Modern döneme ait bu yapılar “tarihi” nitelikte eserler olarak görülmediği için onları koruyacak herhangi bir mevzuat engeli de olmuyor. Sonuçta kentlerin bir dönemine ait izlerin bütünüyle silindiğini söylemek mümkün.

Sosyal medyada giderek popülerleşen “Ankara Apartmanları”, “Kadıköy Apartmanları” gibi sayfaların gördüğü ilgi bile yıkımın ne denli şiddetli yaşandığının işareti. Tarihi değer taşımadığı düşünüldüğü için hoyratça silinen bu yapıların aslında şehirlerin bir dönemine tanıklık ettiğini nihayet fark ediyoruz. Evet, tıpkı Proust’un dediği gibi, gerçek hayalci, hayalindeki yerin orada olduğunu gidip teyit etmeye ihtiyaç duyar. Bizim kentlerimizin yakın dönemine ait modernleşmenin ilk izlerini taşıyan, bugün hayatta olan geniş bir kesimin yaşadığı bir katman neredeyse silinmiş durumda.

Bir Mimarın Mesleki Hikayesi
Bu noktada hikâyeyi biraz geri alıp Vilyam Azaroğlu’nu tanıyalım. Azaroğlu Antakya’nın Ortodoks cemaatinden İskender ve Polina Azar’ın üç çocuğundan en küçüğü. 1927 yılında Antakya’da, şimdi Katolik Kilisesi tarafından kullanılan, avlulu tipik bir Antakya evinde doğmuş.

7 yaşında, henüz Antakya Fransız mandası altında Suriye’ye bağlı iken, Kapusen rahiplerinin okulu St. Pierre İlkokulu’nda eğitimine başlamış. Şimdi elimizde çok az görsel malzeme ve bilgi bulunan bu okulda eğitim dili Fransızca ve Arapçaydı. Okulda o zamanın şartlarına göre oldukça modern ve gelişmiş bir sinema salonu, kütüphane ve sosyal faaliyetler için odalar bulunduğu söyleniyor.

Antakya’nın 1939’da Türkiye’ye katılmasının ardından müfredatı değiştirilerek adı Gazi Paşa İlkokulu olan okulu hatırlayan çok az kişi kalmış olsa gerek. Araştırma sırasında Antakya Katolik Kilisesi’nden Peder Domenico Bertogli’yle yaptığımız görüşmede okula ilişkin sadece birkaç fotoğrafa erişebildik. Sonradan okul yıkılarak yerine bir iş hanı yapıldığı için fotoğraflarda görülen taş bina ve avlusundan hiçbir iz yok.

İlkokulu bitirdikten sonra Vilyam Bey, Beyrut’ta yine Fransızca ve Arapça eğitim veren Collège de la Sagesse’de orta okulu ve liseyi yatılı okumuş. 1874’te Beyrut Başepiskoposu Joseph Debs tarafından temelleri atılan Sagesse, bugün de eğitimin her seviyesinde okullara ve enstitülere sahip bölgenin en köklü eğitim kurumlarından biri olarak biliniyor. Türkiye’deki benzer okullar gibi Fransız eğitim sistemiyle entegre olduğu için yüksek okulu Fransa’da okumak isteyen öğrenciler için uygun bir seçenek olmayı sürdürüyor. Lübnan’da daha çok Marunilerin tercih ettiği okulun 1930’larda bütün bölgenin en gözde okullarında biri olduğu söylenebilir.

Ardından Paris’te École des Beaux-Arts’ta Mimarlık Bölümü’ne kaydolup 1950’de eğitimini tamamlamış. Vilyam Bey’in Paris dönemine ait elimizde aile arşivinden birkaç fotoğraf var sadece. Paris’ten sonra İsviçre’de Fribourg’a geçmiş. Fribourg’da hem şehircilik ve mimari okumuş, hem de oradaki bazı bürolarda çalışmış. Vilyam Bey’in çizim arşivinde bu döneme ait diploma projesine ait bir çizim, bir otel projesi ve bazı detay çizimleri bulunuyor.

Bu çizimlerden görebildiğimiz kadarıyla dönemin hâkim modern üslubuna yakın bir eğilimi var ama özellikle merdiven ve korkuluk detaylarını incelediğimizde klasik mimari üsluba ait bir eğitim de aldığı görülüyor. Aynı dönemde heykele yeteneğini de keşfettiğini anlatıyor, fakat elimizde bu heykellere ait karakalem bir eskizin dışında maalesef hiçbir kayıt yok.

Özel fotoğraflardan çıkarabildiğimiz kadarıyla Vilyam Bey Paris ve İsviçre’deki hayata kolay intibak etmiş. Orada hayatının son dönemine kadar temasını kesmediği bir arkadaş çevresi olduğu anlaşılıyor. Kısacası Antakya’ya dönmek için pek fazla nedeni yok.

Fakat ailesinin ısrarı ve 1955’teki kısa süreli bir Antakya ziyaretinde karşısına çıkan bir fırsat hayatının akışını değiştirmiş. Babasının arkadaşı avukat Ahmet Rıza Eryılmaz kendisi için bir ev tasarlamasını ister. Sonradan Kışlasaray Mahallesi adını alacak bölge henüz tarihi kentin hemen sınırında boş bir alan iken, burada güzel bir müstakil ev yaptırmak istemiş. Vilyam Bey’in Antakya’da inşa ettiği ilk binanın kent için pek çok yenilik içerdiği söylenebilir. Sonraki binalarında da rastlayacağımız geniş bir balkon, modern bir üslup cephe çizimlerinde kendini gösteriyor. O dönem Antakyalıların pek rastlamadığı alafranga tuvalet, fayans kaplama gibi teknik yenilikler de bu modern görünüme eklenince, bu bina kentte epey meşhur olmuş. Maalesef bina sonradan yıkılarak yerine bir apartman yapıldığı için bu ilk villaya ait fotoğraflara ulaşamamış olsak da bazı çizimleri arşivde mevcuttu.

Bu ilk binanın kentte yarattığı etkinin ardından 1950’lerde tarımsal kalkınmayla hızla zenginleşen bir kesim Vilyam Bey’den kendileri için de benzer evler yapmasını talep etmişler. Vilyam Bey, bu ilk döneminde Antakya, İskenderun ve Reyhanlı’da varlıklı aileler için benzer müstakil evler yapmış. Böylece Antakya’daki ilk yıllar boyunca hep gündemde olan Fransa’ya dönüş hayali sürekli olarak ertelenerek, memleket ziyareti bir tür kesin dönüş haline gelmiş.

Ali Bermede için yapılan müstakil ev, bu dönemde inşa edilen yapıların tipik bir örneği. Geniş teraslar, balkonlarda gözlenen kıvrımlı hat, zemin kattaki geniş veranda, öndeki küçük yuvarlak kolonlar, net ve sade geometriyi zenginleştiren özel metal işçiliğinin sergilendiği korkuluklar, yüksek merdiven ışıklığı bu dönemin tipik özellikleri. Çizimlerdeki teknik açıklamaların Fransızca olmasına bakılırsa Vilyam Bey bu yapıların statik çizimlerini ve detaylarını da kendisi hazırlamış görünüyor.

Bu ilk yıllara ait Rıfat Deviren Villası araştırma süreci devam ederken yıkılmış olsa da yakın döneme kadar ayakta kalabilmiş ve fotoğraflarına ulaşabildiğimiz nadir bir örnek. Aynı dönemin benzer örneklerinde görülen mimari üslup bu binada da okunabiliyor. Öndeki geniş taraça ve üst kattaki teras, geniş pencereler, balkon döşemesinin ince alnının bina cephesine getirdiği hafiflik…

Binanın yıkım öncesinde Antakya’da yapı denetim ofisi bulunan Serdal Kısar tarafından çekilen son fotoğrafları

1956-1960 arası için Vilyam Bey’in Antakya’daki kariyerinin ilk dönemi demek mümkün. Bu döneme ilişkin şu notları akılda tutmakta fayda var. Vilyam Bey’in memleketine dönüşünün ardından ilk yıllarda Türkçe konuşamadığını kendi beyanından ve yakınlarının tanıklıklarından biliyoruz. Bu nedenle resmi kurumlar ve Arapça bilmeyen müşterilerle tercüman aracılığıyla anlaşabilmiş. Vilyam Bey’in Türkiye’deki mimarlık ortamıyla neredeyse hiç ilişki kurmamış olmasının nedenlerinden biri bu dil sorunu olsa gerek. Yaşamının ilerleyen yıllarında Türkçe konuşmaya başlamış olsa da her zaman biraz çiseleyerek Türkçe konuşabiliyordu. Ofisinden arta kalan mesleki yayınlara bakılırsa okuduğu yayınların büyük kısmı da Fransızca idi. Dil ve kültür bariyeri onun zaten merkezden epey uzak bir taşrada kendine ait bir cep içinde kalmasına neden olmuş. Fakat buna rağmen ofisin ürettiği çizimlerin ve yapıların kalitesinin İstanbul ve Ankara’daki mimarlık pratiğinin ürünlerine denk olduğunu söylemek gerekir. Bu seviye ancak varlıklı bir müşteri havuzunun talebi ve rekabet koşullarının az olduğu bir ortamda mümkündü.

Vilyam Bey proje ve inşaat sürecinin tek yüklenicisi idi. Malzemenin seçiminden fayans veya banyo armatürlerinin ithalatına kadar bütün işi bizzat yönetiyordu. Bu sürecin pratikte nasıl yürütüldüğüne ilişkin pek az bilgimiz var. O dönemde kalıp veya inşaat demiri gibi kaba yapı malzemeleri veya karosiman, doğrama, cam, kiremit gibi ürünler nasıl tedarik ediliyordu? Ya da o dönem için farklı veya yeni imalat tiplerinin ustaları nasıl bulunuyordu, kendi aralarında nasıl organize oluyorlardı? Yakın çevresi ve tanıdıklarıyla yapılan sohbetlerde Vilyam Bey’in geniş bir ustalar ve kalfalar grubuyla birlikte çalıştığı dile getirilmişti, fakat bunların çok azı hayattaydı. Ofis çalışanlarının uzak hatıraları dışında işlerin pratikte nasıl yürütüldüğüne dair geride hiçbir görsel veya yazılı doküman kalmamıştı.

İnşaat pratiğine ilişkin Vilyam Bey’in kişisel arşivinden bize kalan en önemli belge arşivde bulduğumuz bir defterdi. Yapı Bilgisi ders notlarını andıran bir binanın temel kazısından betonarme tekniğine, merdiven detaylarından, mekanik sistemlere kadar özet bilgileri içeren bu defter gerçekten ders notları mıydı, yoksa inşaat sürecinde yardımcı olması için Vilyam Bey’in kendisi için derlediği mesleki notlar mıydı? Bunu şimdilik bilemiyoruz. 1940-50 döneminde Paris’te mimarlık öğrencilerinin ders notları veya el kitaplarına bakarak bir fikir edinmemiz mümkün olabilir. Bu not defterinin Antakya için tümüyle yeni olmasa da henüz pek yaygınlaşmamış modern bina teknikleri için yol gösterici olduğunu söyleyebiliriz.

Antakya’nın geleneksel mimarisinin bize farklı üsluplarda oldukça zengin bir birikim sunduğu söylenebilir. Ahşap, taş, metal ve cam ustalığına dayanan bu mimari geçmiş, Halep ve Beyrut’la aynı kültürel havzanın ürünüdür. Vilyam Bey’in bu yerel mirasla ilişkisinin dolaylı olduğunu söyleyebiliriz. Sadece plan kurgusu, inşaat tekniği açısından değil, örneğin metal korkulukların tasarımında da bu fark açıkça görülür. Geleneksel örneklerdeki ferforje motifleriyle kıyaslandığında, Vilyam Bey’in metal korkuluk tasarımları soyut geometrik figürleriyle Ankara ve İstanbul’daki dönemin apartmanlarına daha yakın. Bu durum Vilyam Bey’in binalarında yerel ustaların etkilerine pek az itibar ettiğini, daha ziyade binanın bütün süreçlerinde mutlak bir kontrol sağladığını gösteren önemli bir işaret. Dönemin tanıkları da kişisel sohbetlerde Vilyam Bey’in işin her detayına hakimiyetine mutlaka değiniyorlar.





Bu haber nehna kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (nehna) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(nehna). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+