Stanoz’un en uzun güzü -
Stanoz’un en uzun güzü
Herkesin anısı dipsiz kuyulara gömülmüş. Çakıl taşlarıyla sınırları çizilmiş eski bağlardan, bahçelerden, çürümüş ağaçlardan geçen rüzgârın ıslığı; anıları çınlatıyor sanki. Stanoz’un anıları kimlerin özlemlerinde eskidi kim bilir? Hiçbir parçası kalmamış bir yapboz şimdi Stanoz.
Onca ıssızlığın içinden, yorgun yollardan gidiliyor. Koyu güz bulutlarının altında, derin bir vadide sessizce uyuyor Stanoz. Beyaz bir akbaba süzülüyor gökyüzünde. Yamaçlardan göğe doğru yükselen konglomera kayalar çırılçıplak. Eteklerinden aşağıya uzanan bozkır; keven, sorguç, kekik, üzerlik, yılgın, yavşan otlarının sararmış yapraklarını ve dikenli çalıları titreten rüzgârın sesiyle uyanıyor. Vadinin dibinde durgun akıyor Zir Deresi. Bir vaftiz leğeni gibi ruhunu yıkıyor Stanoz’un. Kıyıdaki salkım söğütlerin suya eğilen dallarının ve kavakların sararmış yapraklarının hışıltılı sesi vadinin metrukluğunu avutuyor. Sazlıklarda su kuşları uçuşuyor; ürkek, korkak. Yıkık rıhtım duvarları, eski taş köprü, viran bahçeler, dikenli tellerle çevrilmiş eski mezarlık... Kadim bir kasabayı arıyordum; evler, sokaklar, insanlar, isimler, yüzler, sesler hepsi yitmiş. Sırları pul pul dökülmüş bir kara aynanın içinden geçip kırılgan sözcüklerle örülü bir romanın içinde dolanıyor gibiyim.
Mezarlığın içine giriyorum; ben adım attıkça uzaklaşıyor sanki her şey. Mezarların çoğu kazılmış; delik deşik. Hiçbir taş dik durmuyor. Üzerlerindeki sembollerin, yazıların çoğu silinmiş. Yazılı, sembollü birkaç taş kalmış. Bir mezar taşında “Onun için ağlamayın... O ölmedi... Uyuyor.” yazılı...
Bir zamanlar küçücük bir cennetmiş kadim Stanoz. Tarım, hayvancılık, sof üretimi ve ticareti yapılırmış. Tiftik, kadınlar tarafından eğirilerek iplik haline getirilir, dokuyucular tarafından dokunur, yıkanır ve cendereciler tarafından düzeltilip, sof kumaş halinde satılırmış. Evlerin bir bölümüdeki sof tezgahlarında üretilen kumaşlar yüksek mevkideki kimselere elbise yapılırmış. Sof ticaretinin yapıldığı en önemli pazar, Stanoz’da kurulduğu için ülkeye gelen yabancı seyyahların çoğu buraya gelir ve seyahatnamelerinde Stanoz’u anlatırmış.
Stanoz’a ait ilk bilgi, 1462-63 yıllarına ait Ankara Mufassal Tahrir Defteri’nde geçiyor. Defterdeki bilgilere göre nüfusun çoğunluğunu Ermeniler oluşturuyormuş. Buradaki Ermeniler 15'inci yüzyılın başlarında Klikya’dan gelmişler. 1605’te İran’dan gelen Ermeniler de Stanoz’a yerleşmiş. Keçi tiftiğinden kumaş dokuyan Stanozlular meyvecilik, boyacılık, balıkçılık gibi işlerle de uğraşarak mutlu mesut yaşarlarmış. 1571-72 Evkaf Defteri’nde, Stanozlular tarafından verilen 21.979 akçenin Sultan Bayezid’in Amasya’da yaptırdığı imaret ve medreseye vakfedildiği yazıyor. Bu defterdeki bilgilere göre Stanoz ve çevresine Türkler yerleştirilmiş. Bu dönemde yerleşik olmayan ve yerleşik halkın mallarına, canlarına zarar veren aşiretler de Stanoz’a yerleştirilmiş...
Stanoz’un girişindeki Zağar Köprüsü’nü, dere boyunca yamaçlardan göğe uzanan sarp kayaları ve bu kayalara bağlanan iplerin üzerinde gösteri yapan ip cambazlarını ilk yazan gezgin Evliya Çelebi’dir. Stanoz’un bin haneli, camili, hamamlı, sof işleyen tezgahlarla dolu bir yer olduğunu da anlatır Evliya Çelebi. Yöreyi 1830’lu yıllarda gezen İngiliz seyyah William Francis Ainswort, ellisi Müslüman dört yüz haneli yerleşim merkezinden, kiliseden ve hali vakti yerinde olan ahalisinden söz eder. Frederick Burnaby adlı bir İngiliz de seyahat yazılarında, Stanozlu rahibin kendisine, yöredeki Yahudi, Ermeni ve Müslümanların huzur içinde yaşadıkarını anlattığını yazar...
[stanoz-un-en-uzun-guzu-835982-1.]
Ve I. Dünya Savaşı başladığında her şey değişir. Tehcir ve vahşet başlar. İstanbul’dan Ayaş’a götürülen Ermeni aydınlarına yiyecek ve eşya götürdükleri için 15 Ağustos 1915’te, yaşları 15’ten büyük olan Stanozlular tutuklanarak Ankara’ya götürülür. Bir kısmı serbest bırakılır. Büyük bir bölümü Çayaş Bahçesi’nde öldürülür. Kadın ve çocuklar çevredeki Türk köylerine dağıtılır. Geride kalanların çoğu tehcire uğrar...
Ve savaş döneminde Stanozluların evleri yağmalanır, soyulur, yakılır. Bağlar, bahçeler talan edilir.
Ve yıllarca mezarlıkları definecilerin talanına uğrar. Taş üstünde taş kalmaz. Hayalet bir yere dönüşmüş Stanoz... Olmayan yüzüne bakıp “Onun söylemediklerinin yerine ne söylenebilir? Söyleyemeyeceklerinin yerine? Olup bitmiş ama onun bilmediği şeylerin yerine? Tüm hafızalardan kaybolup gitmiş şeylerin yerine?” diyen Marguerite Duras’yı anımsatıyor karşımdaki gizli, gömülü duranlar her şey.
Ve şimdi unutkanlığın dehlizlerinde gizli. Adlar, anılar, yüzler silinmiş; geçmişin karanlığı örtülmüş üzerlerine. Giz dolu bir romanın içindeyim. Kahredici bir mutsuzluk, utanç dolu bir umutsuzluk doluyor kalbime. İçim kavruluyor, kararıyor. İnsan kemikleri, kafatası... Bu ıssızlığın içinde paramparça olmuş, yanmış, dibe gömülmüş, unutulmuş, yıkılmış ne varsa peşine düştüm. Herkesin anısı dipsiz kuyulara gömülmüş. Çakıl taşlarıyla sınırları çizilmiş eski bağlardan, bahçelerden, çürümüş ağaçlardan geçen rüzgârın ıslığı; anıları çınlatıyor sanki. Stanoz’un anıları kimlerin özlemlerinde eskidi kim bilir? Hiçbir parçası kalmamış bir yapboz şimdi Stanoz.
Nereye dokunsam ellerim, nereye baksam gözlerim yanıyor. Hiç bu kadar “Hiç kimse” gibi hissetmemiştim kendimi. Ve Emily Dickinson’ın “Ben hiç kimseyim./ Ya siz kimsiniz?/ Siz de mi hiç kimsesiniz?” dizeleri dolanıyor dilime. Taşlara fısıldıyorum bu dizeleri. Sesim yankılanıyor. Her bir ölü sesleniyor sanki yattığı yerden; “Ben de hiç kimseyim.” diye. Bir karaağaç var orta yerinde mezarlığın. Dallarında koyu kırmızı küçücük meyveleri duruyor; kan çiçekleri gibi solgun ömürler tutanağı...
Bu haber birgun kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (birgun) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(birgun). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com