Türkiye’de yaşayan azınlık gençler anlatıyor: ‘Türkiyeliyim’ ne demek? -
Türkiye’de yaşayan azınlık gençler anlatıyor: ‘Türkiyeliyim’ ne demek?
Türkiye’nin büyükşehirlerinde yaşayan gençlere, ‘az’a ait olmanın ahvalini sorduğunuzda alınan cevaplar, gruptan gruba değişiyor. Sonundaysa karar size kalıyor: Yok sayılıp unutulmak ve unutmak mı daha kolay yoksa kimliğin her şeyin önüne geçtiği bir yaşam mı?
Varlık Vergisi, 1934 Trakya Olayları, 20 Kur’a Askerlik, 1915 Olayları, 6-7 Eylül Olayları, “Vatandaş, Türkçe konuş!” kampanyaları, Maraş, Sivas, Gazi Mahallesi Olayları ya da 90’larda köy yakmaları ve gözaltında zorla kaybetmeler… Osmanlı Devleti’nin Cumhuriyet’e uzanan ve bugünlere dek gelen azınlık vatandaşı ‘az’dan alıp çoğunluğa koyma, yok sayma kamusallığı…
Anadolu, Trakya ve Mezopotamya‘da yaşayan, yaşı belli bir olgunluğa erişmiş her azınlık vatandaşın vardır bir anısı ‘az’ olmaya, farklı olmaya dair. Peki 90 sonrası nesil bu konuda nasıl hissediyor, nasıl yaşıyor? Günlük hayatın akışında ‘az’dan olmak halen sorgulanabilir bir durum mu? Türkiye’nin büyükşehirlerinde yaşayan gençlere, ‘az’a ait olmanın ahvalini sorduğunuzda alınan cevaplar, gruptan gruba değişiyor. Sonundaysa karar size kalıyor: Yok sayılıp unutulmak ve unutmak mı daha kolay yoksa kimliğin her şeyin önüne geçtiği bir yaşam mı?
‘Sosyal medya rahatlığıyla cehaletin birleşimi: Gerçekten kuyruğunuz var mı?
Arsen Kabe, 17 yaşında İstanbul’da doğup büyümüş bir Ermeni genci. Babası Batman, annesi Bitlis‘li olan Arsen, kimliği ve kültürünü hiçbir zaman arka plana itmemiş. İstanbul‘daki hikayesi babasının, 1998-2000 yıllarında ticari kaygılar sebebiyle İstanbul’a taşınmasıyla başlıyor. Babası önceleri gümüşçülük işiyle uğraşırken, şimdilerde kilisede çalışıyor. Arsen de kilisede aktif rol almış, hatta kardeşine de meslek seçerken papazlığı da düşünmesini önermiş. Ama ekliyor: “Papaz olacaksa da, bilgili kültürlü bir papaz olsun.”
Arsen’le Kınalıada‘da buluşuyoruz. Ada, İstanbul’a en yakın olan ve Prens Adaları arasında da yüz ölçümü bakımından en küçük olanı. 2010 yılı ADNKS sonuçlarına göre, ortalama nüfusu 15 bin. Bunun çoğunluğunu da Ermeni, Rum,Yahudi ve Süryani aileler oluşturuyor. Adaya vardığınızda ilk fark ettiğiniz şey de, neredeyse herkesin birbirini tanıdığı oluyor.
Arsen’e, “Kimliğine dair hiç ayrımcılık yaşadın mı?” diye sorduğumuzda verdiği cevap, “Her milletin içinde iyi insan da var, kötü insan da.. Kimi insan düşmanı gibi davranırken kimi de kendi kardeşinden ayırt etmiyor. Birebir, yüz yüze karşılaştığım herhangi bir ayrımcılık söz konusu değil, fakat sosyal medya rahatlığıyla bazı insanlar size sırf kökeninizden dolayı saldırabiliyor ” oluyor.
Sonrasında bununla ilgili bir anısını aktarıyor: “Bir gün taksiye bindiğimde taksi şoförü nereli olduğumu sordu. Batman’lı olduğumu söylediğimde, “Kürt müsün?” diye diye devam etti. Ailede biraz Kürtlük olduğunu fakat tam Kürt olmadığımı söyledim. Bunun üzerine “Arap mısın?” diye sorduğunda Ermeni olduğumu söyledim. Bunu duyduktan sonra şoför üzgün bir şekilde “Ben senden atalarım adına özür diliyorum. Atalarım şeyhlerin, devlet büyüklerinin sözlerine uyarak senin atalarını öldürmüşler” dedi.”
Doğrudan ayrımcılığa uğramadığını söylese de çocukluğuyla ilgili paylaştığı detaylar kendisinin bile farkında olmadığı korkunun ve sakınmanın izlerini taşıyor: “Annem ortama bağlı olarak, ben küçükken gittiğimiz yerlerde “Bana burada mama deme.” diye tembihte bulunurdu. O zaman anlamıyordum tabii sebebini, oyun gibi geliyordu.”
Geleceğe dair planları, genelde Türkiye’de olmak üzerine kurulu. Hem atalarının doğduğu yer olduğu hem de İstanbul’u çok sevdiği için Türkiye’yi terk etmek istemiyor ve ekliyor: “Çok radikal bir durumla karşılaşmadığım sürece, başka bir ülkede yaşamayı düşünmüyorum açıkçası. Ama ilerleyen süreçte Ermenilere karşı tutum daha da sertleşirse, çocuklarımın rahat bir gelecek sürmesi adına bir Avrupa ülkesinde yaşayabilirim.”
Doğrudan ayrımcı bir davranış ya da saldırıyla karşı karşıya kalmamış olmamamın sebebi, hem sosyal yaşam hem eğitim hayatımda sürekli kendim gibi düşünen insanlarla ya da çoğunlukla Ermenilerle beraber olmam.”
Talya Ökke, Arsen’in liseden arkadaşı. Bütün ortak arkadaşları gibi, o da yaz tatilllerinde genelde Kınalıada’da oluyor. Talya, Arsen’e göre daha temkinli. Anadolu topraklarında halen “öteki” olarak görüldüklerini düşünüyor. Doğrudan ayrımcı bir davranış ya da saldırıyla karşı karşıya kalmamış olmamalarının sebebini de hem sosyal yaşamlarında hem de eğitim hayatlarında, sürekli kendi gibi düşünen insanlarla ya da çoğunlukla Ermenilerle beraber olmasına bağlıyor: “Bizzat kendi hayatımda çirkin ithaflara maruz kalmadım Ermeni olduğumdan ötürü, ancak bunun içerisinde bulunduğum çevreden kaynaklandığı aşikar. Özellikle farklılıkları kabul etmeyen kesimler tarafından tepki gördüğümüzü söyleyebilirim. Diğer taraftan istem dışı, üzerinde çok da düşünmeden yapılan, ayrımcı hareket ve sözlerle de sürekli karşılaşıyoruz.”
Ailesinin daha önce kimlik nedeniyle herhangi bir ayrımcılıkla karşılaşıp karşılaşmadığını sorduğumuzda babasının askerlik anısından bahsediyor; “Babam askerliğini Levon Ekmekçiyan‘ın idamından hemen sonra yapmış. ASALA’ya duyulan nefret Türkiye’de yaşayan tüm Ermenilere karşı tavrın değişmesini de beraberinde getirmiş. Bu sebepten ötürü askerliğinde zorlu günler geçirdiğini anlatıyor.”
Talya’nın Arsen’e nazaran yurtdışında yaşama konusunda daha keskin görüşleri var; “Düşünce özgürlüğüme karşı daha az tehdit oluşturduğundan ve çalışmak istediğim alanlardaki iş olanaklarından dolayı yurtdışına göç etmek istiyorum” diyerek bunun bir tercihten ziyade, gerekliliklerinden kaynaklandığını belirtiyor. ‘Annem, Hristiyan olduğunu 23 yaşından sonra öğrenmiş ve sonrasında vaftiz olmuş’
Deniz Metin, baba tarafından Adıyaman‘lı bir Süryani, anne tarafından ise Adana‘lı bir Ermeni genci. O da Talya ve Arsen gibi, Süryanilerin lisesi olmadığı için bir Ermeni lisesinde okuyor. Ancak evde hakim olan kültürün hala Süryani kültürü olduğunu anlatıyor. Kimliğiyle ilgili sıkıntı yaşayan her azınlık bireye normal gelecek olan hayat hikayesini şöyle özetliyor:
“Annem 23 yaşına kadar Müslüman olarak büyütülmüş. Babamla tanıştıktan sonra, babam annemin kökenini araştırmak istemiş. Araştırırken birçok ismin Ermenice olduğunu görmüş, bunun üzerine dedem ve anneannemle konuşmuşlar. Onlar da her şeyi anlatmak durumunda kalmış. Annem de bunu öğrendikten sonra, Süryani Kilisesi’nde vaftiz olup babamla evlenmişler.
Ben ilkokulu normal bir devlet okulunda okudum. Son senemde benim Hıristiyan olduğum anlaşıldı, çünkü okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi başlamıştı. Bunun üzerine ailem okul yöneticileriyle, bu dersten muaf tutulmamı istemek üzere konuşmaya geldi. Sonrasında bunu sınıf arkadaşlarım duymuş. Bana karşı tavır almaya başladılar, okula bu konuyla ilgili olarak veliler gelmeye başladı. Bunun üzerine beni o okuldan alıp Kumkapı’daki bir Ermeni okuluna yazdırdılar.”
Süryani olduğumu bilmeyen bir Ermeni aile dostumuz, Süryaniler için Çingene sözcüğünü hakaret olarak kullanmıştı.”
Meselenin sadece ırk ya da dinden ziyade çoğunluğun içindeki azınlık olmak olduğunu belirten Deniz, Ermeni ilkokulundaki günlerinde Ermenice bilmemesinden kaynaklı bazı öğretmenlerinin kendisiyle alay ettiğinden, sınıf arkadaşları arasında küçük düşürüldüğünden bahsediyor. Buna, kendilerinin Süryani olduğunu bilmeyen bir Ermeni aile dostlarının Süryaniler için ‘Çingene’ tanımlamasını hakaret olarak kullanmasını da ekliyor.
Mesele doğrudan yöneltilen ayrımcılık olduğunda, Deniz’in de buna dair pek fazla anısı yok, zira, küçük bir topluluk içerisinde ve dışarıya fazla açılmadan yaşamlarını sürdürüyorlar. Ama yaşadığı bölgede fiziki olarak da azınlık olan vatandaşların karşılaştığı, karşılaşacağı şeylerin çok daha farklı olabileceğinin bilincinde.
Talya ve Arsen gibi, onun da çok fazla Türk ve Müslüman arkadaşı var; bununla ilgili ise hiçbir sorun yaşamıyorlar. Deniz de her toplumun içerisinden iyi ve kötü insanların çıkabileceğini, bunun belli bir ırka mal edilemeyeceğini söylüyor. Yurtdışına gitme konusuna ise olumlu bakıyor, “Kimliğimden bağımsız olarak, farklı kaygılarımdan ötürü ileride başka bir ülkede yaşamak isteyebilirim gibi geliyor.”
‘Tanımadığım bir ortama girdiğimde, Türkçe ismimi kullanıyorum’
Emin Benyamin Karakaş, Bartın doğumlu, Türkiyeli bir Yahudi. Özel bir üniversitenin gazetecilik bölümünde okuyan Benyamin, gelecekte savaş muhabiri olmak istediğinden bahsediyor. Bunun için de İsrail’e gidebileceğine değiniyor. Türkiye’de Yahudi bir vatandaş olmaktan kaynaklı ayrımcılığın asıl sebebinin, farklı renklere karşı duyulan korku olarak yorumluyor:
“Türkiye’de Yahudi bir genç olmak kimliğini gizlediğinde kolay, ama bunu açık ettiğinde de aslında o kadar da zor değil. Zor olan şey şu, insanlar kendilerinden farklı bir renkle karşılaştıkları zaman öncelikle bir geri adım atıyorlar. Bunun dışında ben herhangi bir sorun yaşamadım. Buna bağlı herhangi bir ırkçılığa ne arkadaş çevremde ne de ilişkilerimde maruz kaldım. ”
Diğer gençler gibi, onun da ırkçılığa maruz kaldığı yerler hep sosyal mecralar olmuş. Anonim olmanın farklı bir güç verdiğini belirten Benyamin, internet üzerinden oynadığı oyun esnasında Adolf Hitler‘e edilen övgülerden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor, “Sosyal medyada bir oyun oynarken, Adolf Hitler ile ilgili olarak oldukça kötü bir mizah vardı. Bunu hiç unutamamıştım, bu benim yaşadığım ilk ırkçılıktı. Daha sonrasında da birkaç kez Adolf Hitler’e övgü dolu sözler duyduğumu hatırlıyorum.”
Kendisi her ne kadar farklı bir kimlik olmaktan kaynaklı olumlu ayrımcılıkla karşılaştığını söylese de, ailesi temkinli davranmasından yana. Ailesindeki birçok kişinin hala en az bir Türkçe ismi olduğuna değiniyor, tıpkı kendisine verilen “Emin” adı gibi. Bunun yanında, farklılığını sadece kendini yakın hissettiği insanlar arasında açık edebiliyor: “Çok küçük meblağlar için bile insanların birbirini öldürdüğü bir ülkede, karşımdaki insana kimliğimi açık bir şekilde belli edersem güvende olmayacağımı hissediyorum. O yüzden genelde yeni bir ortama girdiğim zaman “Emin” adımı kullanıyorum. Sadece güvende ve rahat hissettiğim yerlerde kimliğimi insanlarla paylaşıyorum.”
Yurtdışına göç etme konusuna çok sıcak bakmıyor, ülkesinde kalmaya devam etmek istiyor. Bu durumu da “Ben buralıyım, burada doğdum, burada büyüdüm, çocuklarım da benim gibi burada doğup büyüyecekler.” diye açıklıyor ve ekliyor, “Ama bir gün gidersem, gideceğim yer İsrail olacaktır. ”
Azınlık içindeki azınlıklar: Afro-Türkiyeliler ve Aleviler
İnanç farklılığından dolayı, çoğunluğa ait olmayan gruba ‘azınlık’ denirken, Alevileri, özellikle de Türk olmayan Alevileri nasıl sınıflandırmamız gerektiğine dair henüz bir tanımlama yok. Belki, “Diğer Müslüman”. Bu durum da onları azınlık içindeki azınlık kılmakta. KONDA Araştırma Şirketi’nin 2018 raporuna göre, Türkiye’de kendini Alevi olarak tanımlayan nüfus, 4 milyonun biraz üzerinde. Bu nüfusun bir kısmı Türk, bir kısmı Kürt ve Zaza. Osmanlı Devleti döneminden beri, Şii Safevi Devleti‘yle Sünni Osmanlı Devleti arasındaki rekabetin ortasında kalan Alevi vatandaşların, en küçük bir kriz anında halen kapılarını işaretleniyor. Türkiye’de Alevi genç olmayı, 22 yaşında Erzincan‘lı Zaza bir Alevi dedesi olan Atakan Çetin‘e sorduk.
Atakan Çetin, İstanbul Nurtepe‘de yaşıyor. Kağıthane ilçesine bağlı Nurtepe, 1970’lerin sonunda 68 kuşağı tarafından kurulan bir gecekondu mahallesi. Öncesinde mısır tarlası olan alan, devrimci gençler tarafından mahallelinin deyimiyle ‘kamulaştırılmış’. Öncesinde 550-600 gecekonduyla kurulan mahalle, bugünlerde kafeleri, marketleri ve restoranlarıyla oldukça büyük bir semt. 1978 döneminde Erzincan, Sivas, Tunceli gibi şehirlerden buraya taşınan vatandaşların hala ilçede yaşayan kısmı birbirini tanıyor ve beraber aynı ruhla yaşamaya devam ediyorlar. Nüfusun neredeyse %80’ini Alevi vatandaşlar oluşturuyor.
Atakan, Nurtepe’deki Kağıthane Cemevi’nde bir Alevi dedesi. 9 yaşından beri Cemevi’nde vakit geçirdiğinden bahseden Atakan, şimdilerde bu yolda inanç önderliği yapmaya çalıştığından bahsediyor. Aleviliği tanımlarken, “Kuran-ı Kerim’in tasavvufi yorumu” diyen Atakan, yıllardır süregelen ayrımcılığa karşıysa şu ifadeleri kullanıyor:
“Hali hazır sistemde senin inanç merkezlerin ibadethane olarak sayılmıyor, inancını bir inanç olarak görmüyorlar. İnkar politikaları doğrultusunda sürekli bir baskı altındayız. Bugünlerde kimliğimizi nispeten rahatlıkla yaşayabiliyoruz, fakat öncesinde, anne babalarımızın zamanında, Alevi olduklarını kimseye söylememe, inancını gizli yaşama ve ibadetini gizli yapma durumu hakimdi. Bu korkuyla büyüdüğümüzden hala ‘Acaba karşımızdan bize bir kötülük gelir mi?’ düşüncesi içerisindeyiz.”
Kızgın olduğum anlar oluyor, fakat inancımız gereği ‘karşındaki sana hançer de saplasa, sen ona gül ver’ anlayışıyla hareket etmem gerektiğini biliyorum.”
En ilginç anılarından birini, bir lise öğrencisiyken Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmeniyle yaşamış, “Din kültürü öğretmenimiz bir keresinde sınıfta Alevi olanların el kaldırmasını istemişti, el kaldırdıktan sonra bizlere ‘Siz özünüzü, nereden geldiğinizi biliyor musunuz?’ gibi sorular sormuştu. Buna karşılık verdiğimde aramızda oldukça sert bir tartışma yaşanmıştı. Sonrasında bu olay okulun Disiplin Kurulu’na ve Milli Eğitim Bakanlığı‘na kadar gitmişti. Bu olay olduğunda 15 yaşındaydım, lisedeydim. Hatta sınıf arkadaşlarım arasında camiye, Cuma namazına gitmem gerektiğini söyleyenler bile olmuştu. Ama bu sebepten dolayı sadece onları suçlayamam, bu onların yetiştirilme tarzıyla alakalıydı.”
Atakan’ın bu zamana kadar yaşadıkları, duydukları ise kimliğini hiçbir şekilde gizlemesine sebep olmamış:”Hiçbir zaman Alevi olduğumu söylemekten çekinmedim, hep bunun arkasında durdum. Arkadaş grubumdan “Siz mum söndü yapıyor musunuz?” diyenler de oldu. Onlara bunun böyle olmadığını isterse Cemevine de gelip görebileceğini söylemiştim. Birebir tecrübe ettikten sonra onlar da çok yanlış düşündüklerini, aslında konu hakkında hiçbir şey bilmediklerini farkettiler.”
Trabzon’un Sünni çoğunluklu bir mahallesinde yaşayan bir Alevi genciyle benim aynı durumda olmadığımın farkındayım.”
Her ne kadar kimliğini gizlemese ya da kendi deyimiyle ‘inanç önderliği’ yapmaya devam etse de, inancından ötürü maruz kaldığı yaklaşımlara kızdığı anlar da olmuyor değil: “Bu durumdan ötürü kızgın olduğum anlar oluyor, fakat inancımız gereği “karşındaki sana hançer de saplasa sen ona gül ver” anlayışıyla hareket etmem gerektiğini biliyorum.”
Yaşıtı birçok genç gibi onun da yurtdışında yaşama hayalleri var, fakat o da bunu belli bir kimliğe bağlamıyor, “Her Alevi gencinde olduğu gibi, benim de gelecekte yurtdışında yaşamak gibi bir planım var. Ama bunun sadece bize özgü olan bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bana göre yurtdışında yaşamanın en önemli tarafı özgür düşünen, özgür olan insanların arasında olmak. ”
Atakan’ın diğer gençlerle ortaklaştığı alan ise, ait olduğu inanç ve ırk grubundan insanlarla bir arada yaşaması. Alevi çoğunluğun değil de Sünni vatandaşların yaşadığı herhangi şehrin herhangi bir semtinde olsaydı, durumun çok daha farklı olacağının farkında: “Trabzon’un Sünni çoğunluklu bir mahallesinde yaşayan bir Alevi genciyle benim aynı durumda olmadığımın farkındayım.”
‘Kara Marsık’tan ‘Afro-Türk’e
Gülşah Gözek, Osmanlı döneminde Afrika’dan köle olarak getirilen Siyahların artık Türkiye vatandaşı olan torunlarının yoğun olarak yaşadığı Ege Bölgesi’nin en büyük şehri İzmir’de doğmuş. Şimdilerde uluslararası bir sivil toplum kuruluşunda çalışıyor. Afrika kökenli birçok aileye benzer şekilde hem anne hem de baba tarafı, tarım işçileri olan ailelerden oluşuyor. Baba tarafının Yugoslav göçmeni olduğunu, kendisi için doğru tanımın AfroTürk’ten ziyade, AfroTürkiyeli olduğunu söylüyor. Çocukluğundan başlayan, ancak o zamanlar adlandıramadığı farklılık hissini şöyle açıklıyor:
“Şanslıydım anneannemi gördüm ve onunla yaşadım ancak aile ağacımızın anneannemden öncekileri, nereden geldiklerini, isimlerini, anadillerinin ne olduğunu öğrenme şansımın olmayışı… Dışarıya her adım atışında ‘Marsık’ diye isim takmanıza! sebep olacak kadar siyah olan anneanneme bir de evin içinde ‘biz neden böyleyiz? Nereden geldik?’ diye soramamanın verdiği boğazınızdaki düğüm hissi işte. Evde soramıyorsun, okulda anlatılmıyor, hiçbir yerde yazmıyor… İlk nesiller de benzer durumlardan geçmişler. Kölesin, azat edilince yuva kuruyorsun ama çocuğun sorduğunda köle geçmişinden bahsetmeye utanıp başka hikayeler anlatıyorsun. Nasıl bir kültür aktarımı olsun?”
Çocukluğumda çok dışlandığımı hissettiğim, zorlandığım zamanlar oldu ve sebebini, çözümünü bilmediğim bir durumla baş etmek zorunda kaldım.”
Diğer azınlık toplumlara mensup genç bireylere nazaran, fiziki farklılığın da eklenmesiyle saklanması da mümkün olmayan Afrika kökenine dair yaşadığı ötekileştirme, Gülşah’ın en çok çocukken başına gelmiş:”
“Benim uğradığım ayrımcılık maalesef çocuk yaşlarıma denk geldi. Farklı ten renginden dolayı yaşıtlarım tarafından bana isimler takıldı, dalga geçildi. Şimdi düşününce gülüyorum çünkü komik! Ama çok dışlandığımı hissettiğim, zorlandığım zamanlar oldu ve sebebini, çözümünü bilmediğim bir durumla baş etmek zorunda kaldım. Öğrencilik dönemimde hiçbir özel güne gelmemiş olmasını da onu kaybettikten sonra anneannemden öğrendim. Her seferinde ‘Ben gitmeyeyim şimdi Gülşah’ı rahatsız ederler’ demiş. Aydınlanmamı ancak büyüyüp üniversite çağına gelince ‘Osmanlı İmparatorluğu döneminde Söke ovasına Sudan’dan pamuk işçileri getirilmişti’ cümlesini duyunca yaşadığım için o döneme kadar bilinçlenmemiştim. Bilinçlenmeye başladığımı düşündükten sonra da herhangi bir ayrımcılığa uğramadım. Keşke çocukken uğrayacağıma şimdi uğrasaymışım,üç-beş kelam edebilirdim diyorum. Topluluğumuzda daha zor hayatlar yaşayan ve hala hergün ayrımcılık ile baş etmek zorunda kalan Afro-Türkiyeliler olduğu sürece ‘hayat çok güzel’ demeye dilim varmıyor.
Önceki nesillerle karşılaştırıldığında, yeni neslin daha şanslı olduğunu düşünen Gülşah, bu şansı elde edebilmek için çok şeyler feda edildiğinin farkında, “Daha şanslı olduğumuzu söyleyebilirim. İlk neslin bugünkü kuşağa aktarabildiği çok az şey var. Ne sözlü ne de yazılı bir aktarım mümkün olmamış. Kölelik resmi olarak kaldırılmış, sonra da ‘gündüz feneri gibi parlayan’ ten rengimize aldırış etmeden ‘siz Türksünüz’ denmiş. Her gün aynaya baktığımızda gördüğümüz bu rengi nasıl unutmamız beklenebilir? Malum ten rengimizi gizlemenin bir yolu yok, atalarımız da bize lütfedilen bu statüyü hak etmek için milliyetçi olmuşlar, hacca gitmişler, Türk gibi oturup Türk gibi kalkmışlar. Ne yapsalar her ortamda yabancı olarak görülmüşler.”
Gülşah Gözek’in de aktardığı gibi, şu an için Türkiye’de Afro-Türkiyeli nüfusunu tahmin etmek kolay değil; çünkü nüfus sayımı esnasında kimsenin ten rengine ve “getirildikleri” yere bakılmıyor. Fakat, bir kısmı Afrika’nın çeşitli ülkelerinden Anadolu’ya pamuk tarlalarında çalışmak için getirildikleri, diğer bir kısmı da azat edildikten sonra Ege ve Akdeniz’deki karantina bölgelerinde toplandıkları için yoğunluk daha çok İzmir, Aydın, Muğla ve Çukurova Bölgesi civarında. Gülşah,
“Kölelik alanında değerli çalışmalar yapan Ortadoğu Tarihçisi E.R. Toledano, Mısır hariç, İmparatorluğa 19. yy’da yılda 10 ila 13 bin beyaz ve siyah köle ‘ithalatı’ yapıldığından bahsediyor” diyerek tahmin edebileceğimiz tek sayının, Osmanlı Devleti zamanında ortalama kaç Afrika vatandaşının ülkeye girdiği olduğunu ifade ediyor.
Gülşah’ın, kimliği tanıtma ve ifade etme açısından dönüm noktası olarak tanımlandığı şey ise, bir köle torunu olan Mustafa Olpak‘ın İzmir’de kurduğu Afrotürkler Derneği. “Bu topraklarda köleliğin yaşandığını yüksek sesle söyleyebilen Mustafa Olpak diye bir adam çıktı ve ‘Biz varız. Uzunca bir süredir de buradaydık’ diyerek İzmir’de AfroTürkler derneğini kurdu. Bu bir dönüm noktası oldu bizim için. Nihayet ‘Arap’ değil ‘Afro’ olarak anılmaya başlandık.”
Kardeş ile ‘istenmeyen çocuk’ arasındaki ince sınır: Türkiye’de Kürt olmak
Azınlık kavramını oluşturan en büyük neden din ve inanç farklılığı. Dini farklı olmayan, fakat farklı bir ırka doğmuş, sayıca çoğunluğun içindeki azınlık kalsa da ‘az’ olarak tanımlayamayacağımız, yakın tarihe bakıldığında da kendi kimlik ve dilleriyle olsa olsa zaten 30-40 senedir ‘kabullenilen’ bir halk Kürt halkı. Aynı zaman da karşılaştığı tüm zorluklara rağmen diline ve kültürüne bağlı, dilini en az resmi dil olan Türkçe kadar yaygın kılmış, sokağa indirmiş bir halk da. Kimliğin siyasileşmesi denildiğinde akla ilk gelen grup. Siyasi olsun olmasın, Türkiye’de yaşayan Kürt gençleri ne hissediyor, nasıl yaşıyor sorusunu şu an hayat şartları ve okulu nedeniyle İstanbul’da ikamet eden Süleyman‘a sorduk.
Nasıl diyeyim size, ikinci plandayız…. Bazı arkadaşlarım var, ‘Sen diğer Kürtler gibi değilsin, İstanbul’da yaşıyorsun, Türkçen daha iyi, daha sosyalsin.’ diyorlar. Bu benim çok zoruma gidiyor.”
Süleyman, 20 yaşında Hakkari’de doğup büyümüş, sonrasında okumak ve çalışmak için İstanbul’a gelmiş bir Kürt genci. Yaşadığı kaygılar ve içinde bulunduğu durum sebebiyle ne soyadını ne de fotoğrafını paylaşmamızı istiyor. İstanbul’da özel bir üniversitede önce Diş Hekimliği Fakültesini kazanmış, fakat bölüm zor geldiği için şimdi Hukuk Fakültesi’nde okuyor.
Babasını 2000’lerin başında hastalık sebebiyle kaybettiği ve ailenin en büyük çocuğu olduğu için 13 yaşından itibaren hem kendi harçlığını çıkarmak hem de ailesine bakmak için İstanbul’da çalışıyor. Süleyman, Türkiyeli bir Kürt olmayı şöyle anlatıyor:
“Nasıl diyeyim size, ikinci plandayız. Örneğin dışarıda bir arkadaş grubumlayım, ten rengimden dolayı, polis sadece benden kimlik istiyor. Başka bir gün, Ankaralı ve Bursalı bir arkadaşımla beraberim, polis benim kimliğime bakıyor; Hakkariliyim. Bana, ‘Sen bunlarla nasıl dolaşıyorsun, siz nasıl tanıştınız?’ diye soruyor. Bazı arkadaşlarım var, ‘Sen diğer Kürtler gibi değilsin, İstanbul’da yaşıyorsun, Türkçen daha iyi, daha sosyalsin.’ diyorlar. Bu benim çok zoruma gidiyor. İnsanlar ana diliyle yetiştirilmemiş, ana diliyle eğitim görmemiş; o yüzden de Türkçe bilmiyor.”
Süleyman’ın kimliğinden dolayı yaşadıklarıyla ilgili anlatabileceği çok fazla anısı var. Onu en çok etkileyenlerden bir tanesini bizimle paylaşıyor:
“Bir gün bir gece kulübünde çalışırken, temizliği bitirdikten sonra annemle konuşuyordum. Benim annem Türkçe bilmez, o yüzden de Kürtçe konuşmak durumundayım. Sonrasında patron yanıma gelip ‘Bu dükkanda Kürtçe konuşmak yasak’ dedi. Yani neden? Sonrasında Kürt olduğumu açıkladım, benim Kürt olduklarımı bildiklerini, bunu bilerek beni işe aldıklarını, nasıl bir İngiliz annesiyle İngilizce konuşursa bir şey demeyecekleri gibi bana da böyle davranamayacaklarını söyledim.”
Kürtlerin azınlık olduğu bir yurtta, Kürt olduğunu öğrenen diğer öğrencilerin odayı basmaya karar vermeleri ise hiç unutamıyor. ‘En iyi Kürt, ölü Kürt.’ diye atılan sloganların arasından sağ salim kurtulabilmiş neyse ki. “Ben bunu hiç unutamıyorum, unutamam da” diyor anlattıktan sonra.
Türk-Kürt kardeştir diyorlar ama biz bir kardeşlik görmüyoruz.”
Türkiye’de Kürtlere karşı olan tutumu, Amerika’da Afrika kökenli insanlara uygulanan tutumla bir tutuyor; “‘Türk-Kürt kardeştir.’ diyorlar ama biz bir kardeşlik görmüyoruz.” Süleyman’a göre Kürtlerin Türkiye’de resmi olarak sahip oldukları tek hak, seçme ve seçilme hakkı. Sonrasında ekliyor, “Ama o hakkı da kullanıp birini seçsek bile bizi yönetmesi için yerine gidip başka birini atıyorlar. Bizi hiçe saymaktır bu.”
Yurtdışında yaşamayı düşünüp düşünmediğini sorduğumuzda, üniversite bittikten sonra gitmeyi planladığını söylüyor. Bunun ana sebeplerinden biri Türkiye’de iş bulamayacağını düşünmesi. Bunun dışında, şu an İsviçre’de olan akrabaları var. Onların özgürce yaşayıp dillerini istedikleri gibi konuşabiliyor olmaları da gitmeyi istemesi için diğer bir neden.
Konuşmasını bitirirken hem çalışmak hem de okumak için neden İstanbul’u tercih ettiğine açıklık getirmek istiyor: “İstanbul’da çok farklı kültürlerden insan var. Farklılık var, farklı diller var. O yüzden daha rahat hissediyorsun. Kendi açımdan da daha güvende hissediyorum.”
Bu haber yesilgazete kaynağından gelmektedir.
Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (yesilgazete) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.
Opinions expressed are those of the author(s)-(yesilgazete). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com