Mıgırdiç Margosyan üç yıllık bir aradan sonra geçtiğimiz haftalarda yeniden gerçekleştirilen Diyarbakır Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu idi. Aynı günlerde bugüne kadarki tüm kitapları Aras Yayınları tarafından ‘Fıllaname’ başlıklı özel bir cilt altında toplandı. Margosyan fuardan hemen sonra Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri’ne de katıldı. Diyarbakır dönüşü usta yazar Margosyan ile buluştuk. Hem fuarı, hem ‘Fıllaname’yi hem de doğup büyüdüğü Diyarbakır’a dair son izlenimlerini konuştuk.
Diyarbakır Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu idiniz, tam da o günlerde Aras Yayınları ‘Fıllaname’ adıyla sizin bütün eserlerinizi toplayan bir cilt yayınladı. Sizin 80. yaş gününüze denk geldi bütün bunlar. Bir tür sizin bugüne kadarki çalışmalarınız onurlandırılmış oldu diyelim. Neler hissetiniz?
Doğrusu benim için biraz sürpriz oldu çünkü ben böyle bir çalışma içinde olduklarını bilmiyordum. Hatta ben bazen soruyordum çocuklara Aras’a gittiğimde, ‘Ne var yeni kitap?’ gibisinden, onlar da devlet sırrı gibi saklamışlar, gerçekten kitap çıktıktan sonra gördüm, o kadar ki isminden bile haberim yoktu. Güzel bir kitap elbette. Bir nevi külliyat gibi bir şey oldu. Bunun dışında Diyarbakır Kitap Fuarı’nda benim onur konuğu olmamla ilgili, bunu bir sitem babında söylemiyorum ama gerçek duygularım da şu idi: Sağolsunlar, bana onur konuğu payesi verdi, açılışta konuşmalar yapıldı, ama esas onun derununda olan şey, beni üzen tarafı şu oldu. Ben kendi doğduğum yerde kendi bağlı olduğum topraklarda onur konuğu olmak tabiri sevmedim. Neden? Ben Diyarbakırlıyım, orada onur konuğu olmam bir bakıma misafir olmam, bana ironi gibi geldi. Bunu da orada açıkça söyledim. Onun dışında tahminimin çok çok fevkinde ilgi gördük. Aras Yayıncılık genelde kitap fuarlarında Diyarbakır’da rağbet gören bir yayınevi. Oradaki yöneticilerin ifadelerine göre bu yıl 110 bin kişi gelmiş. İki kere girenleri, personeli filan çıkarırsak 100 bin kişi. Bu iyi bir sayı. Reklam gibi olacak ama imza günlerim sırasında devamlı kuyruk oluştu, arkadaşlar insanları sıraya sokmak zorunda kaldı. İçerisi de biraz sıcaktı, beş kere gömlek değiştirdim, düşünün. Tabii imzalamakla bitmiyor, soru soruyorlar, sohbet ediyorsun, böyle bir yoğunluk içinde geçti.
Konu açılmışken, hem o topraklarda hem de Türkiye’nin kalanında Ermenilerin eski yaşamına, Ermenilerin varolduğu günlere bir ilgi var. Bunu nereye oturtuyorsunuz? Kaybedilmiş bir halka duyulan hasret gibi mi, yoksa eskinin hatırlanmasından kaynaklanan bir şey mi, o dönemle hesaplaşma bilanço gibi de bir şey var mı, ‘Bu insanları kaçırdık vaktinde, kalanlara bari sahip çıkalım’ gibisinden bir durum var mı, neler hissediyorsunuz?
Bence en önemli sorulardan biri de bu. Bunu kendi kendime arada bir soruyorum, bir de oraya gelenlerin soruları zaten kendi içeriğini buluyor. Sanki özel bir gayret sarfediyor gibi insanlar. Sanki diyorum çünkü hepsini bilemiyoruz. Afaki bir rakam söylemeyeyim ama beş kişinin ikisi kesinlikle akrabalarının Ermeni olduğundan bahsediyor. Bunu kimse onların gırtlağına basarak söyletmiyor, onlar kendileri söylüyorlar bazen isimlerinden yola çıkarak söylüyor, bazılar zaten dönmüş ki Kürtler “bafılle” derler vs. Bunlar tabii tarihi gelişim içinde kendi atalarının bir yerde yaptığı bu davranışları bugün için tasvip etmediklerini dile getiriyorlar. Kimileri hatta, elle tutulur bir şey olsun diye isimlerini değiştirmişler. Ama bu kaçtır, 50 kişiden 10 kişidir belki. Amma...Öte taraftan. Hani genelde sorulur, bugün olsa ne yaparsınız diye, ben kendi kendime bazen sormuyor değilim. Oradaki o insanların davranışlarını terazinin bir kefesine koyacak olursan güzel bir şey. Bir ağırlık. Üstelik hiçbirinin kendi günahı yok zamanında ataları yapmış, evlenmeler olmuş ailenin bir kısmında Ermenilik var, onu da inkar etmiyorlar.
(Röportajın tamanını okumak için tıklayınız)